@aisling.runa
|
“Bölüm Bir” diye mi başlamalı her serüven. Dipsiz bir uçurumun karanlığına atlamış kayıp ruhlar için hayatta bölümler yoktur. Düştükçe daha derine çekilir bu kayıp ruhlar, düştükçe yükselmek için çırpınır, çırpındıkça daha da boğulurlar sonsuz karanlıkta. Düşmekte olduğun bu bilinmezi hiçlik sanma ey insanoğlu! Başlangıç tam da orada! Çok basit bir denklem mi? Düşe kalka büyür insanoğlu, hep duyduk bunu. Asıl soru kendimizi bildik bileli bu sözü duymasaydık bilincimize kazınır mıydı? Bu ve niceleri, hayatımızda kolektif bilincimize yerleştirip, bilinçaltımızı bu sözlere göre programlamadık mı? Düşüp kalkmayı fark etmeden biz mi kendimize bir yol olarak seçtik? Düşündükçe sorulardan kurtulamıyor insan. Bir o yana bir bu yana savrulurken düşünce fırtınalarında, belki de sorgulanacak en son şey aklımıza bir noktada düşüp de orada zihnimizle dans ederken, biraz daha kaybolmuyor muyuz kendi içimizde? Her şeyin fazlası zarar da demişti atalarımız, düşünmenin fazlası da zararlı öyleyse. Bu yüzden denmiştir cehalet mutluluktur diye muhtemelen. Örneklerim sığ mı? Olabilir, küçük detayları incelemeden büyük resmi nasıl göreceğiz diye sorarım ben de. Söz büyüdür ağzınızdan çıkanlara dikkat edin derler büyükler. Bu yüzden düşünüyorum ya, ağzımızdan çıkan her söz bir büyü, bir dua, bir yakarış… Büyük konuşma da derler büyükler, konuşmadan önce iki kere düşün de, boşuna dememiştir bu lafları büyükler. Düşünüyorum haliyle, belki de hiç bu kadar küçük bir detaya takılmamıştım yıllardır. Göz ardı edilen anlamı kavranamamış bir olgu ağzımızdan dökülen kelimelere edilen dikkat. Fakat artık biliyorum, söylediğim her kelime bilincimi programlayan anahtar sözcükler, bu anahtar sözcükleri hayrıma kullanabilecek tek kişi benim ve ne söylediğime dikkat etmeliyim. Pardon, ben kim miyim? Ben de sizdenim, ben de sizler gibiyim, ben de kayıp ruhlardan biriyim.
Uçurum Düşüyorum… Tüm korkularımı, acabalarımı ve keşkelerimi bir kenarıya koyup atladım bu kez uçurumdan. Her derinleşmenin başlangıcıdır bu, düşüncelerinizi serbest bırakın onlarla münakaşaya girmeyin. Hepsini bir kutuya hapsettim sonunda, adını da Pandora’nın Kutusu koydum. Önce oturup ayaklarımı salladım uçurumun kenarında, gökyüzüne baktım uzunca. Hava ne kadar da kasvetliydi öyle, yağmur bulutlarının arasından güneş zar zor gözüküyordu. Ama değerliydi yine de. O kasvetli havaya ve yağmur bulutlarına rağmen güneş oradaydı ve parlıyordu, göz alıcı ışık huzmeleri uzanıyordu gök kubbeden toprağa. Tanrısal enerji ile kutsanmak gibiydi o ışınların altında durmak… Düşüyorum… Zihnimi ferahlattım öncelikle, tüm düşüncelerimden arınarak. Yavaşça ayağa kalktım, artık atlamaya hazırım. Hayır, hayır atlamak değil; o sonsuz karanlığı, bilinmez hiçlikteki mutlak bilgiyi kucaklamak için yola çıktım. Düşüyorum… Ama hiç düşmek gibi hissettirmiyor. Düşmüyorum, süzülüyorum… Yer çekimi davetkar bir şekilde çağırıyor beni. Dipsiz mi bilmem ama korkmuyorum, aklımın ucundan geçmiyor korkmak. Karanlık fakat bir o kadar da güvenli. İşte başlangıç bu olmalı. Süzülüyorum… Derinlere vardıkça içimi bir sıcaklık sarıyor. Yumuşacık bir bulutun üstündeyim, yere çarpmayacağımın bilincindeyim. Derinlere vardıkça karanlık daha da sarıyor etrafımı, bir güven kalkanı gibi. Korkardım ben karanlıktan, artık sadece huzur veriyor. Süzülüyorum yavaşça… Bir parçam yukarıda kaldı, tüm düşüncelerimi terk ettim. Acabalar, keşkeler artık benimle değiller. Onlar artık omzumda bir yük değil bu yüzden süzülüyorum. Sertçe dibi boylamak yerine, huzur ve güvenle den derine süzülüyorum. Artık bitti, bu dipsiz uçurumun da dibi varmış. Çarpmadım yere sertçe, bir el özenle beni yerleştirdi bu uçurumun dibine. Gözlerini aç diye fısıldadı bu elin sahibi, ayağa kalkmama yardımcı oldu. Karanlığın içinde belli belirsiz bir ışıkla aydınlanan ince bir yol vardı. Yola beraber çıkmayı dilerdim. “Sen göremesen de ben doğru yolu göstermek için hep burada olacağım.” dedi ve karanlığa karıştı elin sahibi. Bana benden başka kim yardım edebilirdi.
Okyanus Önümde uzanıyordu ince yol, merak bile edemiyorum ya sonunda ne var. Sadece sonun başlangıcından çağıran bir güç tarafından hipnotize olmuşçasına yürüyor, bilincin sönmeyen ışığana ulaşmak istiyorum. Sorgulanmayan ve olduğu gibi kabul edilen bir yolculuk bu. Bir adım daha, bir adım daha derken ayağımın değdiği soğuk taşlarda küçük su birikintileri dikkatimi çekmeyi başardı. Varla yok arasında koridoru aydınlatan ışık, tekâmülünü tamamlamış olacak ki beni terk etti. Su birikintilerini takip ederek yolculuğuma devam ettim, hiçliğin içinde akan suyun sesi… Çok da uzaktan gelmiyordu yaklaşmış olmalıyım. Daha fazlasını düşünmeye bilincim izin vermiyordu. Bir adım daha, bir adım daha ve buradayım. Önümde bir yılan gibi uzanan akarsu, çatal dilini çıkarmış “Bana gel!” diyordu. Avına sıkıca sarılan yılan, onu yemeden önce son bir kelam fısıldadı kulağına, “Kendini bana bırak.”. Uçurumda süzülürken ahenkle dans eden beyaz elbisem, yavaş yavaş ıslandı. Bir başka bilinmeze doğru yolculuk başladı. Akarsu boyunca akışa bıraktım kendimi, ya ne akış ne akış. Sakin ve dingin bir akarsu beklerken, fırtınalı bir havada okyanusun ortasında kalmışçasına dalgalarla boğuştum adeta. Hani süzülüyordum ya uçurumda bile, akarsu bana neden böyle hainlik yaptı. Gelgelelim akarsuyun sonuna, hiddetli bir şelale tabiri caizse yine bir başka hiçliğe, bir okyanusa tükürdü beni. Anladım akarsuyunki hainlik değil de hazırlıkmış. Bilincimi tüm dış etkenlere rağmen bir noktada toplayabilmem, kendimi akışa bırakabilmem için bir hazırlık. Şimdi buradayım, okyanusta. Yine süzülüyorum yavaşça, nefesimi tuttum mu tutmadım mı bilmiyorum ama suyun içinde güvendeyim. Su sanki benim doğal yaşam alanım, hayatta kalmakla ilgili düşünmem gereken hiçbir şey yok, koşullara kolayca adapte oluyorum. Su beni dış dünyanın kötülüklerine karşı koruyan bir kalkan gibi beni arındırıyor. Süzülüyorum… Okyanusun içinde bir keşifteyim. Yine de vücuduma ılık ılık dalgalar halinde vuran suyu, elbisemle dans eden suyu, saçlarımı okşayan suyu hissedebiliyorum. Su okyanusun rüzgârı gibi, tenime değiyor ve geçip gidiyor. Burada keşfedilecek çok şey var. Arınıyorum, tüm kirlerimden. Vücudum kirli değil, ruhum tüm kirlerinden arınıyor, zihnim tüm kirlerinden arınıyor. Her şeyi artık daha berrak görebiliyorum. Okyanusun dibindeki renkli mercanları görebiliyorum. Canlı renkler halinde sıralanmışlar; kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, indigo mavisi, mor, beyaz. Yumuşak görünüyorlar, beni onlara çeken bir şey var. Mercanların üzerine uzandım. Gayri ihtiyari ya da içgüdüsel bir şekilde. Beni çağıran şey neydi düşünmüyorum, kendimi onlara bıraktım. Her bir mercan vücudumdaki her bir noktayla etkileşime geçti; su ruhumu ve zihnimi arındırırken mercanlar, daha derinlerdeki bir şeyi arındırmaya başladı. İçimde bir enerji hissettim. Kasıklarımda, alt karın bölgemde, midemde, kalbimde, boğazımda, başımda ve başımın tam üstünde. Bu yedi noktada yedi farklı enerji onları doğru şekilde kullanmam için bahşedildi. Uçurumdan düştüğümde bana yardım eden elin sahibinin sesi kulaklarımda diyemem ama bilincimde bir şeyler fısıldadı; “Ruhun ve zihnin artık temiz, arınan bedeninin sana hediyesidir bu yedi enerji noktası. Onlar ki bir çark misali devir daim ederek dönerler, bir tanesi şaşarsa hepsi şaşar bozulur ruhunun dengesi.”. Bir bilmece gibi konuştu ve cevabı bana bıraktı bu ses. Öyle ya cevabı bana bırakmasa yolumu nasıl bulurum. Bu budur, şu da şu işe yarar diye dikte edilseydi her şey bilincimize insan olabilir miydik? Bana verilen bu hediyeyi sevgiyle kabul edip teşekkür etmekten başka çarem var mı? Bu hediyeye sahip çıkmaktan koruyup kollamaktan başka çarem var mı? Etrafa bakınırken bir su altı mağarası dikkatimi çekti. Merağın sesi mi yoksa daha önce de dediğim gibi sonun başlangıcından çağıran bir güç mü artık emin değilim, beni mağaraya çağırdı. Belli ki yeni bir yolculuk başlıyordu. Yorucu gibi gözüküyor ya, ben hiç yorulmadan yılmadan ilerlerken halimden de pek memnunum. Her yeni hiçlikle beraber bir parçam daha şifalanıyor daha güçlü hissediyorum.
Orman İşte mağaradayım, suyun altında olmasına rağmen sudan izole bir mağara. Karanlık, karanlıkta parlayan masmavi gözler beni inceliyor. Korkak ve ürkek bir biçimde adım atmamı bekliyorlar. Meydanı onlara bırakacak değilim ya, siz de gelin ben korkmuyorum. Gelin bu yolda beraber yürüyelim, beraber çıkalım aydınlığa. Gözlerden bazıları kulak astı söylediklerime, yaklaştılar bana. Benden bekledikleri gibi korkak ve ürkek adımlarla. Çok güzel ruhlardı bunlar. Bembeyaz tüyleri masmavi gözleri olan, normal kedilerden biraz daha büyük, yırtıcı kedilerinse yavrusu olabilecek kadar küçük kediler. Beni liderleri yaptılar, beraberce adım attık dolambaçlı mağarada. Geride kalanları soracak olursanız belli ki hazır değildi olar. Üzülmüyorum da acımıyorum da, ne yapmaları gerekiyorsa onu yaptılar. İlahi zaman tekrar gelince yeni bir ruh uğrayacak mağaraya, işte bu defa yine aralarından hazır olanlar beraber yürüyecek aydınlığa. Mağara soğuk, uçsuz bucaksız karanlık, bir hiçlik yine. Yeni bir öğretiye giden yeni bir labirent sadece. Yalnız değilim yoldaşlarım var, ama bunu yanlış anlamanızı istemem; ben yalnızken de yalnız değildim. Başta en büyük yoldaş, insanın ta kendisidir, kendine. İçten içe bu labirentin dolambaçlı yollarında fikir alışverişi yaparak ilerlemenin benim faydama olduğunu bildiğim için yoldaşlarımın bana eşlik ettiğini düşünüyorum, daha fazlasını düşünmeye gerek yok zaten. Zamanı gelince onlar da kendi yollarına ayrılacaklardır. Birlikten kuvvet doğdu ve başardık biz, çıkışı bulup da aydınlığa kavuştuk. Bu aydınlıkta bizi bir orman karşıladı. Bu ormanı size biraz tarif etmeme izin verin, size bırakırsam doğa ananın yeşil kucağında kuş cıvıltıları ve rengârenk çiçeklerle oyun oynayan güzel kelebekleri düşleyeceğinizden eminim. Huzur size böyle gelebilir ama benim çıktığım orman pek de bu türden bir orman değil. Gökyüzünden başlayalım, güneş yeni batıyor sanki bu yüzden tuvalini mavili pembeli renklerle boyamış. Çalılar ise yeşil renkte değiller aksine hepsi mor, çalıların arasında grinin tonlarından oluşan taşlardan yapılma bir patika var. Bu patikanın başında yapraklarını çoktan dökmüş yaşlı bir ağaç, ağacın dalında ise sarı gözleriyle ruhunuza bakan bir baykuş size hoş geldiniz diyor. Baykuşlar kadim dönemlerden beri bilginin koruyucuları olduğundan anlıyoruz ki doğru yoldayız. Bir de mağaradaki yoldaşlarım vardı, hepimiz birbirimize teşekkür ettik. Bu yardımlaşmaya hepimizin ihtiyacı vardı. Fakat her birimiz aynı patikayı görmüyorduk, yani yer birimizin yolu farklıydı. Vedalaştık… Belki kader bizi tekrar bir araya getirirdi… Diğerlerinin patikasını göremediğimden ben kendi patikamdaki yolculuğumu size aktararak devam edeceğim. Yürüdükçe çalıların arasındaki ağaçlar daha da görünür oldu, hepsi de beni en başta karşılayan ağaç gibi çoktan yapraklarını dökmüştü. Yaşam pınarları kurumuş olacak ki onlar yapraklarını dökmüşler, yargılamıyorum ama ben hala yapraklarını dökmemiş genç bir ağacım bu yüzden yoluma devam ediyorum. Kargaların üzerinde uçuştuğu bir mabet görüyorum ileride, keşifteyim nasılsa bir uğrasam ne kaybederim. Patikamdan şaşıyorum biraz ama yolumu kaybetmeyeceğimi biliyorum, kendime inanıyorum. Harap olmuş bir mabet desem mübalağa mı yaparım emin olamıyorum ama bakımsız ve hafif yıkılmış sütunların arasından geçip tam ortadaki mermerin üstüne oturdum. Gördüğüm yaşam pınarı kurumuş ağaçlar, çok fazlalar ben tek başıma hepsine yetemem bu yüzden ellerimi gökyüzüne doğru kavuşturup, haykırışlarımı, yakarışlarımı, dualarımı, istek ve arzularımı dinleyen o yaratıcı güce seslendim. “Gök kubbenin ötesindeki sonsuzluk, göremediğim ama yanımda olduğunu bildiğim sonsuz güç; görüyorsun ya ne kadar çok kurumuş ruh var, buraya kadar gelip de başaramamışlar. Hevesleri yarıda kalmış öylece kaderlerini kabullenmişler. Hissediyorum ki aralarında bu durumda olmak istemeyen, hakikate giden yollarına devam edebilmek için bir fırsat bekleyen ruhlar da vardır. İşte onlar ikinci şansı hak etmiyorlar mı? Geldim ve gördüm, onlara verilecek ikinci şans ancak senin gücünün hediyesidir, onları bağışla ve öyle de oldu.” Gözlerim kapalı haykırırken gökyüzüne elime bir kelebek kondu, bembeyaz ve parıldayan bir kelebek. Yakarışım duyuldu, benimle olduğun için teşekkür ederim. Ancak bu kadarını yapabilsem de ben üstüme düşen görevi yaptım. Artık daha fazla oyalanmadan ben de kendi patikamda yürümeliyim yoksa bir köşede ruhları kurumuş o ağaçlardan birine dönüşebilirim. Arkama baktığımda bazı ağaçların yeşillendiğini bazı çalıların çiçeklendiğini gördüm. Bu süreç orman için böyle devam edecek, ikinci şansı hak edenler kendi patikalarında adım atabilecek. Sakince yürüyüp temiz havayı içime çekerken patikanın sonundaki o devasa kapıyı gördüm uzaktan. Epey az kalmış olmalı ki artık ona ulaşmak için daha hızlı yürüme hatta koşma isteği nüksetti içime. Adımlarımı hızlandırdım, koşuyor ve koşuyordum, ben yaklaştıkça kapı benden uzaklaşıyordu. Rüzgar fısıldadı kulağıma “Pes etme!”. Bu noktada pes eder miyim hiç? Bilinmez hiçlikteki mutlak bilgi kapının arkasındaydı, hissedebiliyordum. O noktada yanılıyor olabileceğimi düşünmedim bile, sadece kapıya ulaşmaya çalışıyordum. Yanılıyor olamazdım çünkü birçok aşamadan geçtim, birçok şey öğrendim. Düşüncelerimden arındım, zihnimi ve ruhumu temizledim bunun karşılığında yedi nadide hediye aldım ve onlara gözüm gibi baktım, akışta kalmayı öğrendim, ne kadar kabullenmem gerektiğini ve ne kadar kabullenmeyip harekete geçmem gerektiğini öğrendim. Yardım etmeyi ama bunu yaparken kendimden ödün vermemem gerektiğini öğrendim. Ve en önemlisi patikamdayım ben kaybolmadım. O kapının ardında beni çağıran güçten başkası olamaz, mutlak bilgiden başkası asla olamaz, yanılıyor olamam. Kaybettiğim nokta bu muydu yoksa? Pandora’nın Kutusuna ne oldu, hani tüm düşünceler oradaydı. Düşüncelerle münakaşaya girmemek başlangıç adımı değil miydi, ben ne yapıyorum? İşte tam bu anda elim soğuk demir ile temas etti, kapının koluydu bu. Kapıyı yavaşça araladım, gözlerimi alan ışık yüzünden hiçbir şey göremiyordum. Derin bir nefes aldım, zaferimi kucaklamak için içeriye doğru bir adım attım. Sonsuz aydınlığın içerisinde buldum kendimi. Peki ya bu beni çağıran sesin bulunduğu yer miydi yoksa yeni bir hiçlik mi?.. |
0% |