@albayrakirem
|
Keyifli okumalar 💖
Tekrardan kitapçının önüne geldiğinde yaşlı adamı yine aynı vaziyette oturur buldu. Yaşlı adam kafasını kaldırıp ona baktı ve hafifçe güldü. “Demek geldin,” dedi. “Evet.” Yaşlı adam tezgâhın altından ahşap bir kutu çıkardı. Buruşmuş ellerini kutunun üzerinde gezdirdi. Kapağını açıp Aslı’ya doğru baktı. “Hazır mısın?” kutunun içinden küçük bir defter çıkardı. Hayli eskimiş olan defterden birkaç parça kutunun içine döküldü. Aslı’ya uzattığında defterin bir yaprağı aşağıya doğru sarkmaktaydı. “Neden temize geçirmediniz? Eskimiş. Dökülüyor.” “Artık gözlerim iyi görmüyor ve kimse yazdıklarımı ciddiye almadığından bana yardım etmiyor.” Aslı nazikçe tuttuğu deftere baktı. “Okumak için sabırsızlanıyorum,” dedi. Yaşlı adam merakla ona bakmaya başladı. “Senden önce buraya gelenler defteri ellerine aldıklarında ‘Bakalım neler zırvalamışsın’ demişlerdi.” “Bakalım ben ne diyeceğim.” Defteri yavaşça açtı, sararmış yaprakların üzerindeki siyah çizgilerde gözlerini gezdirdi. Defteri burnuna yaklaştırıp eski sayfaların kokusunu içine çekti. İlk sayfa bundan altmış sene öncesinin tarihiyle başlıyordu. Aslı kaşlarını hayretle yukarı kaldırdı. “Altmış sene önce mi? Kaç yaşındasınız?” “Yetmişe yaklaştım sanırım. Saymayalı uzun zaman oldu. İlk kez gördüğümde daha küçük bir çocuktum. Ancak yazmaya on beş yaşında başladım. Sonradan anlatacak farklı şeylerim oldu tabi. Yaşlılık hastalığı iyice vurmadan yazdım her şeyi.” “Neyi gördünüz?” “Elindeki defterde yazıyor hepsi.” “1962 Kış Annem beni odun almak için bahçedeki kulübeye yolladı. Hava soğuktu. Dışarıda kimse yoktu. Karanlıkta yürümeye başladığımda önümü aydınlatan şey dolunaydı. Kovayı doldurdum ve geri dönmek üzere eve doğru yürümeye başladım. O sırada bir ses duydum, daha doğrusu bir hırıltı. Çok derinden ve güçlü bir hırıltı. İç organlarımda dolaşan bu korkunç ses, yerimde mıhlanıp kalmama neden oldu. Korktum. Hareket etmeye cesaret edemiyordum. Boğazım kupkuru olmuştu. Parmaklarımı acıtacak kadar sıkıca tuttuğum kova bedenimle birlikte titriyordu. Hırıltı daha derinden ve sanıyorum ki daha yakınımdan bir kez daha geldi. Kafamı çevirmeye cesaret ettiğimde ileride, kulübenin yanında büyük bir karaltı gördüm. Aslında büyük mü küçük mü fark etmem imkânsızdı. Çünkü karanlıktı her yer. Dolunay, garezi varmış gibi beni apaçık ortaya çıkarmışken o karanlığın içindeydi. Ateş kırmızısı gözleri üzerimdeydi. Hayatımda hiç bu kadar korkunç bir çift göz görmemiştim. Çığlık atmak istemiştim ama ağzımdan yalnızca buhar çıkmıştı. Burnuma değen bir kar tanesiyle bakışlarımı kısa süreliğine onun korkunç gözlerinden çektim ve gökyüzüne baktım. Kar yağıyor ve her saniye daha da hızlanıyordu. Çalıların orada ani bir hareketlenme olduğunda öleceğimi düşündüm. Ortaya çıktığında aramızda birkaç adım kalmıştı. Gözlerimi dehşetle açmıştım. Ne olduğunu bilmiyordum. Hayvan mıydı? Hayvansa neydi? Hangi hayvandı? Bu adada vahşi hayvan olamazdı ki. Bana doğru bir hamle yapacağı sırada uzaklardan çok güçlü bir ses geldi ve ben yerimden sıçrarken o şey her neyse beni bırakıp sesin tersine doğru koşup gözden kayboldu. Sesi duyan komşular dışarı çıktılar. Kar yağdığını gören çocuklar sevinçle oynamaya başladı ama ben kapının önünde hâlâ titriyor, o şeyin geri gelebileceğinden endişe ediyordum. Onlara gördüklerimi anlattım. Bana inanmadı kimse. Hayal gördüğümü iddia ettiler. Çok fazla çizgi roman okuduğumu söylediler. Ama ben öyle olmadığından emindim. Ne gördüğümü biliyordum. Şimdi bunları tekrar yazarken hala bedenim titriyor, boğazım kuruyor. Sabah onun durup bana baktığı yerde bir kanıt bulma umuduyla inceleme yaptım. Kar birkaç santim yükselmişti sadece. Ama oraya özellikle kar taşınmış gibiydi. Bunu söylediğimde de kimse bana inanmadı." Aslı’nın kalbi deli gibi atıyordu. Bir sonraki sayfayı çevirdi. “Bana inanıyorsun.” Aslı, yaşlı adama doğru baktı. “Size inandığımı söylemedim.” “Bir sonraki sayfaya geçtin.” “Merak sadece.” Diyecek oldu. “Gözlerin meraktan da ötesinin olduğunu söylüyor. Hepsini okuyacağını biliyorum. Bugünlük sende kalabilir.” Yaşlı adam ona gülümsedi. Aslı onun gözlerinin dolduğunu fark etti. Yavaşça burnunu çekti. “Biri bana inandı. Biliyordum. Biri beni anladı.” Kendi kendine konuşuyor gibiydi. Aslı kısaca teşekkür etti ve yarın ona defteri geri getireceğini söyleyip oradan ayrıldı. Defteri sıkıca göğsüne bastırmış, kollarıyla sarmıştı. Pazardan geçip sahile indi. Bir banka yaklaşıp oturdu ve defteri dizlerinin üzerinde açtı. İkinci sayfaya geçti ve okumaya devam etti. “1965 ilkbahar Ormana mantar toplamaya gittik arkadaşlarla. Tedirgindim. O şeyin tekrardan karşıma çıkmasından endişe ediyordum. Bana inanan tek bir kişi bile olmamıştı. Anlatmaya her çalıştığımda benimle alay etmişlerdi. Arkadaşlarımla ormanda dolaşırken yine konu dönüp dolaşıp benim hikayeme gelmişti. Onların deyimiyle, saçmalıklarıma. Ercan, “Şu canavar bizim de karşımıza çıksa ya. Niye sadece sana görünüyor?” demişti. “Karşıma çıkması benim istediğim bir şey değildi. Kaldı ki o tehlikeli bir şey.” “Saçmalık değil.” “Ah tabi! O halde göster onu bize! Göster de onu bir güzel pataklayayım.” Havaya birkaç yumruk ve tekme savurdu. “Seni korkak bir bebeğe çeviren şey ne merak ediyorum. Yoksa bir sincaptan falan korktun da sonradan düzeltemedin mi?” Ercan katıla katıla gülmeye başlamıştı. “Öyle bir şey varsa söyle bak! Burada biz bizeyiz. Valla çok gülmeyiz,” Ali de Ercan gibi gülmeye başlarken diğerleri de onlara katılmıştı. Etrafımdaki bu insanlara baktım. Beni anlamıyorlardı. Bana o kadar inanmıyorlardı ki bazen acaba gerçekten de gördüğüm şey bir yanılsama mıydı diye düşünmeden edemiyordum. Ancak gerçeğin ta kendisi olduğunu biliyordum. Yaşadıklarımın her saniyesi gerçekti. O gün o gürültü olmasaydı ölecektim. Belki o zaman, daha ben ne gördüğümü onlara anlatamadan, kendileri onu görecekti. “Üzerine çok gitmeyin adamın. Yaşar'ın her zaman bir tahtası eksikti. Okuduğu o kitaplar kafasını bulandırmıştır.” Bunu söyleyen kişiye dönüp bakmama gerek yoktu. Sözleri kalbimi delip geçen bu ses, sevdiğim kıza aitti. Apaçık beni küçük görüyordu. Varsın öyle görsündü. O şey ile hayatında hiç karşılaşmaması bana inanmamasından daha önemliydi. Hala o güzel kahkahası içimdeki derin boşluğu doldururken güldüğü şeyin ben olduğumu umursamadım. Ormanda yürümeye devam ederken sepetlerimizi doldurmuştuk. Ormanın girişi yasak kısmına yaklaşırken paniklemiştim ister istemez. Bir şey söylemeye çekiniyordum. Yeniden alay etmeye başlayabilir ve belki de içlerinden bazıları ormanın o kısmına girmeye çalışabilirdi. Bu oldukça tehlikeli olurdu. Sarı şeritlerin önünden geçerken herkesin başka şeylerle ilgilendiğini görüp sevindim. Herkes sepetindeki mantarları sayıyor, zehirli olanları birbirlerine vermeye çalışıyordu. Oradan uzaklaşırken istemeden de olsa kafamı çevirip sık ağaçlı ormana doğru baktım. İçime tarif edilemez derecede kötü bir his dolmuştu. Bu his beni giderek daha fazla ele geçirirken durmuş sarı şeritlerin ötesinde bir şeyleri görecek gibi kocaman açtığım gözlerimle etrafa bakıyordum. Arkadaşlarımın bana seslendiğini duymadım. Yanıma kadar gelen Ali, omzuma vurduğunda orman ile olan göz temasım bozuldu ve kendime gelerek onlara katıldım.” “Oo demek dün akşam hayal değildi.” “Neden öyle sinsice geliyorsun? Hem dünün bir hayal olabileceğini düşünmenin sebebi ne?” Hilmi bankın arkasından geçip Aslı’nın yanına oturdu. “Sinsice gelmedim. Sadece gerçek olduğundan emin olamadım.” “Bu duyduğum en kötü açıklama. Elini içimden mi geçirecektin yoksa? Hayalet falan olup olmadığımı anlamak için. Merak etme hayalet değilim. Bak.…” Aslı elini Hilmi’nin kalbine denk gelecek şekilde bastırdı. Hilmi göğsündeki bu ele bakarken nefesini tutmuştu. Aslı elini geri çekti. “Off küçük kız, amma da abarttın he.” Oturduğu yerde doğruldu. “Anla işte. Daha önce senin gibi biriyle yemek yemeyi bırak, konuşmamıştım bile. Kafam karıştı. Gerçek olmadığını düşündüm. Çocuklar da seni fark etmeyince dedim herhalde hayal gördüm.” “O sırada yere düşen elmaları topladıkları için fark etmemişlerdir.” “Olabilir.” “Alışverişe mi geldin? Arkadaşların nerede?” “Yok. Onlar evde.” “Sen peki? Normalde zorunlu olmadıkça insan içine çıkmadığını zannediyordum.” “Normalde evet. Ama dedim ya kafam karıştı ve seni görebilirim belki diye...” “Dün yediğim elmanın parasını isteme de.” Hilmi güldü. “Yok yok. Sen gerçeksin ya o bana yeter. Sen burada öyle dikkatli ne okuyordun?” Hilmi, Aslı’nın tekrardan dizleri üzerine açtığı deftere baktı. “Bir defter. Pazardaki yaşlı adamdan aldım. Kendi yazmış.” “Yaşar Dayı...” “Evet adı Yaşar.” “Sonuna kadar okuyacak mısın?” “Neden olmasın?” Hilmi bir süre konuşmadı. Dirseklerini bankın arkalığına yaslayarak denize baktı. “Bu defterin sana bir faydası olmaz. Başka şeyler oku bence.” “Neden öyle söyledin? Sen okudun mu?” “Hayır okumadım. Kimse okumadı.” “Ben okuyorum.” “Sen okumaya devam edersen, ona inandığını düşünecek. O ihtiyar o kadar uzun bir süredir kendisine birinin inanmasını bekliyor ki bu onun yaşamak için elinde kalan son şey haline geldi. Bir gün kendisine biri inanır diyerek uyanıyor, kalkıp tezgâhını kuruyor, insanlarla konuşuyor...” “Sen onun bu umudunu kaybetmemesi için mi okumadın peki?” Hilmi kafasını Aslı’ya doğru eğerek baktı. “Yok ben okumayı sevmem.” “Okuduğun yere kadar ne anlatıldığını anlat bana.” Aslı biraz düşünüp dizindeki deftere doğru baktı. Doğru kelimeleri seçmeye çalışıyordu. “Gördüğü bir şey varmış. Ne olduğunu kendisi de bilmiyor, yani defterin ilk yazılmaya başladığı dönemde bilmiyor. Belki sonradan öğrenmiştir, bilemiyorum.” “Ne görmüş tam olarak?” Hilmi bunu büyük bir kayıtsızlıkla sormuştu. Dizlerindeki defteri kapatıp ayağa kalktı. Hilmi de ayaklandı. Aslı tam gidecekken kolundan tuttu. “Bekle, tamam haklısın. Anlat, yargılamadan dinleyeceğim.” Aslı ona şüpheci bakışlarla bakmayı sürdürdü. “Söz veriyorum Aslı.” Bu sefer ciddileşmişti. Hala eli Aslı’nın kolunu tutuyordu. Onu kendine doğru çevirdi. Şimdi karşı karşıya duruyorlardı. “Bak o ihtiyarın mevzusu çok eskilerden. Kimse onu şimdiye kadar ciddiye almadı, bende almadım haliyle. O yüzden ön yargılıyım. Ama söz veriyorum şu andan itibaren yargılamadan dinleyeceğim.” Koyu yeşil gözlerini Aslı’nın kahverengi gözlerine dikti. “İyi madem.” Geçip tekrardan banka oturdu ve Hilmi’nin de oturmasını bekledi. Hilmi bir bacağını kendine çekip üzerine oturdu. Kollarından birini bankın arkalığına atarken diğerini dizinin üzerine koydu. “Hayvan olup olmadığını veya nasıl bir hayvan olduğunu bilmiyor. Kırmızı gözleri olduğunu yazmış.” Aslı dudaklarını ıslatmak için duraksadı. Hilmi yüzüne düşen bir saç tutamını kulağının arkasına ittirdi. “Sence ne görmüş olabilir Aslı?” Söz verdiği gibi alaya almadan düzgünce sormuştu. “Bu adadaki canlı yaşamına dair bir bilgim yok maalesef. Kurt veya vahşi bir köpek... Belki bir ayı...” Hilmi bıyık altından güldü. “Bahsettiklerinden hiçbirisi burada olamaz.” “Belki fark edilmemiştir. Belki ormanın derinliklerindedir. Olamaz mı?” Hilmi kafasını olumsuz anlamda salladı. “Biz ormanın derinliklerine defalarca kez girdik. Olsaydı görürdük. Güzel kalbini kırmak, inancını sarsmak istemiyorum ama ne bu adada ne de ormanda böyle bir şeyin olması imkânsız.” “Neden ormanda sarı şeritler var? Bana sakın oradan sonraki ormanın karışık olduğunu, kaybolma ihtimalinin olduğunu söyleme.” “...” “Ee?” “Söyleme dedin ya.” “Ormanın o kısmında bulundun mu?” “Hayır.” “O zaman?” “Ne o zaman? Aslı, o ihtiyardan daha fazla kendini ve beni inandırmak istiyor gibisin. Neden?” Aslı ne söyleyeceğini bilemedi. Buraya ne olduğunu bilmediği bir haberin peşinde düşmek için geldiğini, şu ana kadar eline kayda değer şeylerin geçmediğini ona söyleyemezdi. Yaşlı adamın defterinde yazanlar belki baştan sona saçmalıktı. Ama ne fark ederdi ki? Yine de bir kez olsun biri tarafından gerçekten anlaşılmayı hak etmiyor muydu o adam? Belki gerçekti her şey. İnsanlar bazen gözlerinin önündeki apaçık gerçekleri göremiyor ya da görmek istemiyordu. Ya bu insanlar da yaşlı adama inanmamayı bazı şeylerden kaçmak için tercih etmişlerse? Aslı insanların istedikleri zaman ne kadar sağır, dilsiz ve kör olduklarını pekâlâ biliyordu. Pek çok kez görmüştü, yaşamıştı bunu. Bazen en berbat ve zararlı fikirlerin insanlarca sarıp sarmalandığını, doğru ve sağlıklı olanların buruşturulup kenara atıldığını görmüştü. Herkesin kendi gerçekleriyle kurduğu dünya farklıydı. Hilmi’nin cevap bekleyen bakışlarından gözlerini kaçırdı. “Ben sadece onunla bu kadar alay edilmiş olmasından dolayı rahatsız oldum.” “O alışkındır merak etme.” “Hilmi, ormanda yürüyelim mi?” “O şeyi görebilmek umuduyla mı istiyorsun bunu?” “Geçen seferki gezi çok sıkıcı geçmişti. Misafirlerle falan.” “Ah şu zengin ve ahmak tayfa! Her seferinde aynı şeyleri yapmak için geliyorlar.” “Her zaman ormanda yürürler mi?” “Çoğunlukla belirli ve kısıtlı bir rotada.” “Onları görüyor musun?” “Birkaç kez görmüştüm.” “Sen nerede yaşıyorsun? Malikaneye yakın mı uzak mı?” “Dağa yakın.” Hilmi ayağa kalktı. “Gidelim o zaman.” “Defteri şimdilik adama geri vereceğim. Yolda başına bir şey gelsin istemiyorum. Eski zaten.” “Tabi. Bakarsın bir şey tarafından kovalanırız.” “Komik mi kızıl kafa?” “Neden böyle erkenden evine gitmiş ki?” diye sordu Aslı. “Belki biri onun yazdıklarına inandığı için yenisini yazmaya başlamıştır.” Aslı ona kötü kötü baktı. Yaşlı adamın evinin önüne kadar geldiler. Aslı kapıya vurmak için basamakları çıktı. Elini havaya kaldırdığında kapının açık olduğunu fark etti. Eliyle hafifçe itince kapı daha da açıldı. Aslı hemen “Kapıyı açık unutmuştur belki. Hey! İhtiyar, neredesin?” Birkaç kez içeriye doğru seslenip açık kapıya vurdu. Aslı kendini kötü hissetmeye başlamıştı. Hilmi’yi geçip evin içine adım attı. Küçük bir salona girmişti. Eşyalar geçmişin kokularıyla kaplanmıştı. Her köşede ayrı bir yaşanmışlık vardı. Aslı gözlerini etrafta gezdirirken Hilmi de yanına geldi. Hala yaşlı adama sesleniyordu. Sağdaki bir kapıdan giren Aslı mutfağı gördü. Bir adım atmıştı ki ayakkabısının cam kırıklarına bastığını fark etti. Geriye doğru adım attı. Yerde bir bardaktan geriye kalmış parçalar etrafa saçılmış halde duruyordu. Bir sorun olduğunu hissediyordu Aslı. “Ne oldu Aslı?” “Bardak kırılmış.” “Yaşar Dayı evde değil mi acaba?” “Odalara baktın mı?” Hilmi dayandığı kapı pervazından elini çekerken Aslı yanından geçti. Bir başka kapıya yaklaştı. Yerde bir ayakkabı fark etti. Hemen ilerisinde ise yere boylu boyunca uzanmış yaşlı adamı gördü. Elini ağzına götürürken bir çığlık atmıştı bile. Hilmi hemen yanına geldi. “Yaşar Dayı?” diyerek adamın üzerine doğru eğildi. Kafasını çevirdiğinde yaşlı adamın kanayan başını gördü. Aslı ona doğru yaklaştı. “Aslı uzaklaş. Bakma.” Diye bağırdı Hilmi. Aslı onu dinlemedi. Yaklaşıp dizlerinin üzerine çöktü. Hilmi onu eliyle itmeye çalışırken direndi. “Ölmüş mü?” Aslı bunu o kadar güçsüzce söylemişti ki Hilmi onu duyamamıştı bile. Aslı’nın deminki çığlığına eve doluşan kalabalık, yaşlı adamın ölü bedeni ve onun yanındaki iki genci görünce şaşırıp kaldılar. Bir doktorun gelmesi biraz vakit almıştı. Doktor geldiğinde ise zaten çoktan ölmüş olan adamın ölümü kesinlik kazanmıştı. Kalp krizi demişti doktor. Yere düşerken de kafasını komodinin köşesine vurmuş olmalıydı. Aslı, yaşlı adamın elini elleri arasına aldı. Eve doluşan kalabalık, şerifin de gelmesiyle daha magazinsel bir noktaya doğru evrilmişti. “Siz ikiniz...” demişti Aslı ve Hilmi’yi parmağıyla gösterip. “Burada ne işiniz vardı?” Aslı kapının eşiğine düşürdüğü defteri yerden almak için ilerleyecekken şerif onu durdurdu. “Nereye? Sorduğum soruya cevap vermediniz?” “Defterini ona geri getirmiştik. Geldiğimizde...” “Yerde yatıyordu,” diye onu tamamladı Hilmi. Şerif ona tiksintiyle baktı. “Kanıtınız ne? Şu yerdeki defter ise şimdi görüp uydurmuş olabilirsin. Şu heriften zaten şüphe ediyorum, seni de tanımıyorum. Onunla berabersen sende şüphelisin.” Aslı sinirlenmişti. “Sizin kanıtınız ne?” diye sordu. Şerif içeri doluşan insanları gösterdi. “Yeterli mi?” “İlk biz gördük diye suçlu olamayız. Üstelik her birinin bu kadar çabuk buraya gelmesi ne tuhaf! Telefon olmadan hem de. Halkın çoğu pazar yerindeyken bu kadar kısa sürede hangi kuş haber verdi? Sizin düşüncenize göre herkes suçlu şu an.” “Zaten suç yok ortada şerif. Kalp krizi.” Dedi doktor. Kullanmadığı tıbbi malzemeleri çantasına doldurmuştu. Gitmek için döndüğünde elindeki raporu Şerif’e uzattı. “Daha kesin bir şey için otopsi lazım. Ama pek bir değişen olmayacaktır.” Şerif uzatılan rapora göz ucuyla baktı. Doktorun karman çorman yazısından hiçbir şey anlamamıştı. Yine de bir şey anlamış gibi göründü. Hilmi, Aslı’nın yanına gelmişti şimdi. “Yine de kesin raporu görmek istiyorum doktor. O zamana kadar da şu ikisini nezarethanede misafir edelim.” Aslı ve Hilmi bakıştılar. “Gerekçe mi? Memura saygısızlık. Oldu mu?” Aslı yumruklarını sıktı. Hilmi, onun sıktığı yumruğunu tuttu. “İstersen sen gelme Akbaba. Ama şu kız bana yaptığı saygısızlığı ödeyecek.” “Hakkını savunmak ne zamandan beri saygısızlık oldu?” Şerif'in yüzünün rengi değişti. Dışarıya doğru bağırdı. “Buraya gelin ve alın şu ikisini.” Çok sürmedi iki üniformalı polis odaya girdi. Aslı ilk geldiğinde kulübede gördüğü polis yanında durdu. Bir diğeri ise Hilmi’nin yanında duruyordu. “Bu yaptığınız suç!” diye bağırdı Aslı. Şerif ceketinin ceplerinde bir şey aramaya koyuldu. Nihayet aradığı şeyi bulduğunda zaferle gülümsedi. Kelepçeyi havada salladı. “Bunu kullanmayalı çok oluyor. En son sen ve arkadaşlarını kelepçelemiştim.” “Çekil...” Şerif gözlerini Aslı’ya dikmişti. Polisler Hilmi’yi köşeye sertçe çekip kelepçe takarken Şerif de Aslı’nın bileğini tutup kelepçeyi taktı. Aslı o kadar öfkelenmişti ki ona saldırmayı bile düşünmüştü. Diğer kelepçe de bileğine takıldığında etrafına baktı. Şerif, ofisine gelene kadar Aslı’yı özensizce peşinde sürüklemeye devam etti. Ofisin kapısında Aslı daha fazla dayanamadı ve Şerif'e çelme takarak yüzüstü yere düşmesine sebep oldu. Sahte bir endişe ile, “Şerif Bey, iyi misiniz?” diye sorarak yardım etmek için kelepçeli ellerini uzattı. Şerif kafasını demir kapıya vurmuştu. Kaşı patlamıştı. Öfkeyle yerden kalktı. Kapı eşiğindeki çıkmış tahtaya sertçe bastı. “Ulan ben kaç defa dedim şu tahtayı yerine takın diye.” Hilmi’yi getiren memurlar başlarını önlerine eğdiler. “Onu benim düşürdüğümü bile anlamadı. Aptal herif,” diye düşündü Aslı. Hilmi ile aynı yere konuldular. Kapının kilidini bulmak için hayli uğraştılar. Hilmi, Aslı’ya baktı. Aslı nezarethanedeki banka oturmuş memurların etrafta koşturmasını izliyordu. “Şerif! Madem anahtarlar yok gidelim biz. Sonra uğrarız.” Hilmi, Aslı’ya şoke olmuş halde baktı. “Hiç boşuna umutlanma, buldum.” Şerif elindeki kilidi göstererek zaferle gülümsedi. Yaklaşıp kapıyı üzerlerine kapattı. “Kelepçeler?” Hilmi bileklerini havaya kaldırdı. “Boş ver Hilmi. Şimdi onların anahtarını da zor bulurlar.” Hilmi, kaşlarını yukarı doğru kaldırarak Aslı’ya baktı. Durumu çok çabuk kabullenen bu kadın, alay etmeye bile başlamıştı. “Hadi yine iyisin. Onların anahtarı var.” Şerif, anahtarları memura uzattı. Memur parmaklıkların arasından onların kelepçelerini çıkardı. Aslı bileğini ovuşturdu. Sonraki birkaç saat boyunca Şerif masasının başında onlara dik dik bakarak kanayan kaşına bez bastırmıştı. Hilmi, Aslı’nın yanına oturmuştu. Genç kadının alaycı tavrı silinip gitmişti. Gözlerini bir noktaya dikmiş, durmaksızın kulağının arkasını kaşımaya başlamıştı. Onu durdurmak istiyor ancak cesaret edemiyordu. Nezarethaneye girmek kendisi için yeni bir durum değildi ancak Aslı için yeni bir durum olmalıydı. Gergin olmasını anlıyordu. Oturduğu yerden kalkıp dar alanda volta atmaya başladı. “Erken sıkıldın Akbaba. Hayırdır? Mahpus arkadaşın akıllanıp uslu durmaya mı karar verdi?” Hilmi hiçbir şey söylemedi. Hala kulağını kaşıyan Aslı’ya baktı ve daha fazla dayanamayıp elini tuttu. Tırnak izleriyle çizilmiş kulağı kızarmıştı. Aslı elini tutan adama baktı. Bir uykudan uyanmış gibiydi. Hilmi onun elini tutmaya devam edip yanına oturdu. Konuşmadılar. Hava kararırken Şerif gitmek üzere yerinden kalktı. “Sabaha kadar iyice akıllanın bakalım.” Dedi ve ofisi üzerlerine kilitledi. Ofisin ortasında yanan floresanın kendine hayrı yoktu. Hilmi saatlerdir Aslı’nın elini tutuyordu. İkisi de getirilen yemeğe dokunmamıştı. “Onu ben mi öldürdüm?” “Sen dedin ya bana. Ona biri inanır diye yaşıyor. Ben inandım diye mi öldü. Benim yüzümden...” Sesi titremişti. “Öyle şey olur mu Aslı? Sen benim söylediğime niye bakıyorsun? Kalp krizi geçirdi o. Yaşlıydı zaten.” “Ben öldürdüm... Benim yüzümden...” Aslı hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. Bu işe başlarken katil olacağını hiç düşünmemişti. Kendisini sıkıca saran Hilmi’nin omzuna yüzünü dayarken sarsılarak ağlıyordu. “Hayır Aslı. Sen bir şey yapmadın. Hatta belki de sen ona iyi geldin. Sen ona inanmamış olsaydın bu hayata küs gidecekti.” Hilmi, Aslı’nın kafasını okşadı. Aslı bir türlü ağlamasını durduramıyordu. Sanki hayatında hiç ağlamamıştı da şimdi içinde tuttuğu ne varsa dışarı çıkıyordu. “Kendini suçlama. Sen hiçbir şey yapmadın.” Aslı kollarını, Hilmi’ye doladı ve sakinleşmeye çalıştı. Sakinleşmesi hayli vaktini almıştı. Nihayet ağlaması bittiğinde Hilmi'nin omzundan çekildi. Adamın omzu su olmuştu. Birbirlerinden ayrılırken Aslı, parmağıyla onun omzunu işaret etti. “Islandı...” “Ziyanı yok. Daha iyi misin?” Aslı kafasını salladı. Gözleri ağlamaktan acıyordu, bedeni yorgun düşmüştü. Sırtını duvara yasladı. Kafasını geri attı. “Bir şeyler yemek ister misin?” Hilmi kalkıp demir parmaklıklara asılan paketi aldı. Aslı’nın yanına gelip oturdu ve paketi açtı. Sandviç ve su vardı. İlk önce suyun kapağını açıp Aslı’ya uzattı. Aslı sudan bir yudum aldı. İyi gelmişti. Dudaklarının ne kadar kuruduğunu ancak şimdi fark ediyordu. Kendisine uzatılan sandviçten bir ısırık aldı. Kendi sandviçine hala dokunmamış olan Hilmi’ye baktı. “Neden yemiyorsun?” diye sordu. “Sen ye. Karnını doyur.” “Obur gibi mi duruyorum oradan bakınca.” “Valla ışık o kadar kötü ki doğru düzgün seçemiyorum hiçbir şeyi. Ama ufak tefeksin biraz ye de büyü.” “Sende yemeğini ye. Açlıktan bayılırsın falan. Sonra seni bayılttım zannederler. Al bir bela daha!” Aslı, sandviçi ona uzattı. Hilmi kararsız kalmıştı ancak Aslı’nın ısrarlı bakışlarına daha fazla dayanamayarak ve kendisi de çok aç olduğundan teklifi daha fazla geri çeviremedi ve sandviçi yemeye koyuldu. “Gerçekten sırf ben bu sandviç ile doymam da aç kalırım diye kendi sandviçini yemeyecektin. İnanamıyorum. Kendin aç kalmak pahasına yemeğini bana verecektin. Neden?” Hilmi, ağzındaki lokmayı yuttu. “Dedim ya ye büyü diye.” “Hilmi, beni tanımıyorsun bile. Hal böyleyken benim yemek yemem ya da yememem seni neden bu kadar ilgilendiriyor ki? Üstelik bugün seni o yaşlı adamın evine götürerek başını belaya soktum. Şimdi sıcacık evinde sıcak bir çorba içiyor olurdun. Oysa burada benimle bayatlamış bir sandviç yemek zorunda kaldın.” Hilmi derin bir iç çekti. “Sandviç yemekten şikayetçi değilim.” “Hala benim hayalet olduğumu ya da bir rüya içinde olduğunu sanıyorsan, bak her şey gerçek. O yüzden nasıl olsa rüyadan uyanırım diye çok fazla kahramanlık yapma.” Aslı sandviçinden bir ısırık daha aldı. “Sence bu bir rüya olsaydı. Yani senin rüyan meselâ? Ben ne olurdum?” “Hmm... Bir düşüneyim... Şerif kesinlikle çirkin cadı olurdu...” Aslı güldü. “Sen... Sen iyi bir adam olurdun. Şimdi olduğun gibi. Belki bir kahraman. Uyanmamı sağlayan bir yardımcı belki.” “Sence ben iyi bir adam mıyım? Adadaki herkesin söylediği onca şeye rağmen.” Aslı omuz silkti. “İyi ve kötü dedikleri nedir ki? Kim bulmuş, kim karar vermiş şu iyi şu kötü diye. Hem bu adadaki insanlar bana hiç güven vermedi.” “Aslı...” “Ta kendisi.” Hilmi güldü. “Teşekkür ederim.” “Ne için? Uzun zaman sonra tekrardan hapse atıldığın için mi? Yoksa sıcacık koltuğun dururken bu rahatsız edici bankta oturmak zorunda kaldığın için mi?” “Beni yargılamadığın için. Beni yok saymadığın için.” “Sana bir şey sorabilir miyim?” “Sor tabi.” Aslı oturduğu yerde doğruldu. "Sana neden akbaba diyorlar?" Diye sordu. Hilmi duvara yaslanıp elinde tuttuğu şişeye baktı. "Çünkü akbabalar leşlerden beslenir." Aslı kafası karışmış bir halde ona baktı. "Lütfen bana leş yemediğini söyle.” Hilmi, başını çevirip Aslı'ya baktı. "...." "Ölülerin başına üşüşüp ceplerini boşaltıyordum. Bu yüzden kaptan bana bu lakabı taktı. Öyle de kaldı üzerimde. O zamandan beri ben sadece Hilmi değilim, Akbaba Hilmi'yim." "Hala lakabının hakkını veriyor musun peki?" "Bu adada paradan çok mevkiye ihtiyacım var. Bir de zaten ölüleri soyamıyoruz artık. Devir değişti. Eski zamanda kaldı hepsi." "O günleri özlüyor gibisin." "O günleri değil, o günlerdeki kendimi özlüyorum. O da bazen. O zamanlardaki Hilmi olsa bu adada kalmazdı. Heyecanını kaybetmezdi. Çünkü o zamanlar daha ihanete uğrayıp yarı yolda kalmamıştım." Aslı, şişenin kapağını çevirirken mırıldandı. Hilmi, elindeki şişenin kapağıyla oynayan Aslı'ya baktı. "Yol var, bir yol var elbet." Dedi. “Denizci miydin?” Hilmi kafasını salladı. "Ailen yok mu?" Diye pat diye sordu Aslı. "Yok. Yani ben çok küçükken kaybetmişim onları." "Üzgünüm." "Üzgün olma. Çünkü ben değilim. Yani onları hatırlamıyorum, onlarla ilgili hiçbir anım yok hafızamda. O yüzden onlara zaten hiç sahip olmamış gibiyim." "Anlayamıyorum. İkisini de aynı anda mı kaybettin?" "Sanırım hayır. Ben annemle kaza geçirmişim. Annemi o kazada kaybetmişim. Babamdan haber alamamış kimse. Sanırım çalışmak için başka bir yerdeydi, ya da bizi terk etmişti, bilmiyorum." "..." "Bak mesela bu annemden bana kalan tek şey," diyerek boynundaki ipi çekerek ucundaki alyansı gösterdi. Aslı elini uzattığında avucuna bıraktı. "Ama babamdan bana kalan hiçbir şey yok. Sadece çok eski bir fotoğraf ve bir alyans. Babama dair tek bilgim o silik fotoğraftaki çehresi. Belki de beni hiç sevmedi. O yüzden beni sahiplenmedi. Annem gidince o da gitti. Bende bu berbat hayatı yaşamak zorunda kaldım." "Nereden biliyorsun ki, belki baban seni aramıştır? “Hilmi kafasını iki yana salladı. Yüzü asılmıştı. Aslı, onu neşelendirmek istedi. "Hem kimsenin bu kızıl kafadan vazgeçebileceğini düşünmüyorum," diyerek lastiği gevşeyen saçlarını karıştırdı. Saçları iyice bozulan Hilmi, kendini kurtarmaya çalışırken gülüyordu. Lastik saçlarından çıkmıştı. Şimdi saçları omuzlarına dökülüyordu. “Kızıl kafa.” dedi Aslı. “İlginç bir hikayen varmış.” “Senin hikayen ne peki?” |
0% |