Yeni Üyelik
2.
Bölüm

Bölüm 2

@alenecrinp

İyi okumalar^^

Yazım hataları için özür dilerim.

______

Ders boyunca, zihnimde yankı yapan sesler bir türlü susmadı. Ezel’in bakışları, o sert duruşu, bana hissettirdiği tuhaf karışıklık... Hepsi içimi kemiriyordu. Düşüncelerim dağınıktı, her şey birbirine karışıyordu. Şu an ne yapmam gerektiğini, ne düşündüğümü bile bilmiyordum. Zihnimin köşesinde bir yerlerde, onun hakkında daha fazla şey öğrenmem gerektiğini hissediyordum ama bir o kadar da ondan uzak durmam gerektiğini biliyordum.

 

Ders bitince sınıftan çıktım, adımlarım hızlı ve karışıktı. Koridorda ilerlerken, Derya’nın sesi kulaklarıma çalındı. Yanı başımda, her zaman olduğu gibi rahat, güler yüzlü ve kaygısız. Onun yanında kendimi hep tuhaf hissediyorum. Sanki o her zaman biraz daha fazlasını istiyor. İnsanların ne düşündüğü, kimlerin kimlerle konuştuğu gibi şeyleri sürekli bir oyun haline getiriyor. Oysa ben, hayatıma kimseyi almaktan o kadar korkuyordum ki.

 

Derya yanıma geldiğinde, yüzündeki o keskin ifadeyi hemen fark ettim. "Nereye gidiyorsun?" diye sordu, gözleri biraz fazla dikkatli. Yine o tuhaf bakışları vardı, bu kez üzerine bir anlam yüklemiş gibiydi.

 

"Bir yere gitmiyorum, sadece biraz yürümek istiyorum," dedim, gülümsedim ama içimdeki huzursuzluğu gizleyemedim. Derya bir an için sustu, sonra “Bence Ezel ile biraz daha konuşmalısın,” dedi. Sesinde garip bir alay vardı.

 

“Ezel?” dedim, anlamadığımı belli ederek. “O çok mesafeli biri.”

 

Derya gülümsedi, bu kez daha fazla söze gerek duymadan “Senin gibi, hem bazen mesafeler, insanları daha çok yaklaştırır,” dedi. Ardından hızlıca ekledi: “Biliyorsun, bazen zor olan, aslında seni daha fazla etkiler.”

 

Sözlerinin derinliğini anlamaya çalışırken, kafamı karıştırmamak için ondan uzaklaştım. Derya’nın bana söylediklerinin anlamı vardı, ama buna kendimi hazırlayamıyordum. Ezel, gerçekten sadece bir engel miydi, yoksa Derya’nın dediği gibi, içimdeki duvarları yıkmak mı istiyordu?

 

Adımlarım beni okul bahçesinin sonuna doğru götürmüştü. Havada hafif bir rüzgar vardı, güneşin ışıkları, havada uçuşan yaprakların üzerinden yansıyarak gözlerimi kamaştırıyordu. Birkaç saniyeliğine, o gergin düşüncelerden uzaklaştım. Ama sonra bir ses duyuldu.

 

"İzem."

 

Ezel’in sesi, bir şimşek gibi kafamın içinde çaktı. Dönüp baktığımda, onu koridorda, önümdeki duvarda yaslanmış bir şekilde gördüm. Yüzü yine aynı, ifadesiz ve soğuktu. Ama bu sefer, bir şeyler değişmişti. Bir anlığına gözlerimiz buluştu ve o soğuk bakışlar, bir anlam taşıyor gibiydi.

 

“Ne istiyorsun?” dedim, sesimdeki sertlik biraz daha belirginleşmişti. Hiç hoşlanmıyordum bu kadar yakından gözlerimin içine bakmasından.

 

Ezel bir an sessiz kaldı, sonra adımlarını benimle aynı hizada attı ve bana doğru ilerledi. “Bence seninle gerçekten konuşmamız lazım,” dedi, sesi hala o sert tınısıyla ama içinde bir şeyler barındırıyordu. Anlam veremediğim bir şey.

 

“Konuşacak ne var?” dedim, aramızdaki mesafeyi koruyarak, ama içimde bir kıvılcım yanmaya başlamıştı. O kadar karışıktım ki, bir yandan ondan kaçmak istiyor, diğer yandan da bu konuşmayı bitirmeye dayanamıyordum.

 

Ezel, gözlerini bir an için yere indirdi. Ardından başını kaldırıp gözlerimdeki her şeyi okur gibi bakarak, “Bazen insanlar, diğerlerinin ne düşündüğünü o kadar önemserler ki, kendilerini kaybederler,” dedi. “Ve bazen, o kaybolan şeyler geri gelir, ama biraz geç kalmış olurlar.”

 

Bu sözlerin ne anlama geldiğini çözmeye çalışırken, zihnimdeki sis bulutları daha da yoğunlaştı. Ezel bana ne anlatmaya çalışıyordu? Duygusal duvarlarımı test etmek mi istiyordu? Ya da bir şekilde kendisini tanıtmak için mi bu kadar çaba sarf ediyordu?

 

“Ne demek istiyorsun?” diye sordum, sesim biraz daha yumuşamıştı. İçimde, Ezel’in söylediklerinden bir anlam çıkarmak istiyordum, ama korkuyordum. Çünkü ne kadar anlasam, o kadar çok kaybedeceğimi hissediyordum.

 

Ezel bir adım daha attı ve birkaç saniye boyunca sessiz kaldı. Sonra, “Bunu burada anlatacak değilim,” dedi, gözlerinde hafif bir kırıklık vardı. “Ama dikkat et, bazen duvarlar, seni korumak için inşa edilmez. Onları kırman gerekebilir.”

 

O an, Ezel’in söylediklerinin ne kadar doğru olduğunu fark ettim. İçimdeki duvarları, bir adım daha atarak, belki de Ezel’in bu soğuk ve mesafeli bakışlarının içinde bulacaktım. Ama bu, kolay olmayacaktı. Ve ne kadar istersem isteyeyim, Ezel’in bana yaklaşması, bu duvarları aşması, hiç de kolay olmayacaktı.

 

Bir an daha sessizlik oldu, ama sonra Ezel, “Görüşürüz,” dedi ve bir adım geriye atarak hızla uzaklaştı. Arkasında bıraktığı o gizemli hava, kafamı daha da karıştırmıştı.

 

Sınıfın kapısından girdiğimde, Derya’yı ve Gökçe’yi yanı başımda buldum. Derya’nın gözlerinde, her şeyin farkında olduğu bir parıltı vardı. Gökçe ise hiçbir şey olmamış gibi gülümsedi. Ama ben, Ezel’in bakışlarından ve söylediklerinden hala etkileniyordum. O mesafe, bana yaklaşmak için inşa edilmemişti. O mesafe, beni korumak için vardı. Ve belki de bir gün, onu aşmak zorunda kalacağım. Derslerim bitmişti eve gitmek için okuldan çıktım ve arabaya bindim. Kafam dağılsın diye arabada bir müzik açtım ve eşlik etmeye başladım. “Söyledim aşkımı ben, Ankara rüzgarına…” Ankara’yı seviyordum. Ankaralı olmayı, Ankara da yaşamayı… seviyordum.

“Her gören ağladı kalbini bağladı dalgalı saçlarına…”

 

Eve vardığımda arabamı park ettim ve büyük beyaz malikaneye girdim. “Hoşgeldiniz İzem hanım, bir isteğiniz var mı?” Yardımcımız Selen konuştuğunda ona baktım. “Başım ağrıyor, bir ağrı kesici ve su. Soğuk olmasın su. Bir de makarna. Chedarlı.” İsteklerimi söylediğimde gülümseyerek yanımdan ayrıldı. Üst kata çıkıp iPad’imden mail atmam gereken ödevlerimi mail attım ve yatağımda biraz uzandım. Biraz sonra odamın kapısı çalındı ve odama beyaz bir tepside ağrı kesici ile makarna getirildi. Masama oturup yemeğimi yedikten sonra ilacımı içip uyumak üzere yatağıma geri döndüğümde odama bu sefer annem odama girdi. “İzem, hayatım,” anneme baktığımda gülümsedim. “Uyuyacak mıydın?” Sorusuna gülümseyerek karşılık verdim. “Evet aşırı uykum var çok yoruldum…” annem beyazlar içinde oldukça güzel görünüyordu. “Anladım, sana bakmaya gelmiştim. Yarın bir davet var. İş yemeği gibi bir şey sana sipariş ettiğim elbise sabah elinde olur derslerinden sonra eve gelip giyin makyajın ve saçın yapılacak zaten. Tamam mı?” Nefessiz bir şekilde söylediklerine derin bir nefes alarak ofladım. “Pekala… Ne renk elbise?” Korkulan sorumu sordum. “Siyah.” Derin bir nefes almıştım. Zaten evde verilen davetlerde genelde siyah giyerdim. Ailemin bilmediğim sırları vardı. Ne olduğunu düşünsem de asla bir bağlantı bulamıyordum. “Peki, güzel o halde yarın görüşürüz anne.” Odamdan gülümseyerek çıktığında sonunda pijamalarımı giyip yatağımda kendimi uykunun huzursuz kollarına bıraktım.

 

____

 

Gözlerimi sabahın ilk ışıklarıyla açtığımda, dünkü konuşma yeniden zihnimde canlandı. Ezel’in sözleri hala aklımda yankılanıyordu. “Duvarlar seni korumak için inşa edilmez.” Bu ne demekti? Benim için mi söylemişti bunu, yoksa geçmişimden haberi vardı da mı böyle konuşmuştu? İçimde sürekli bir karmaşa, bir yanda ona yaklaşma isteği, diğer yanda çekingenliğim vardı. Hem ondan uzak durmak istiyor hem de anlattığı her cümleyi tekrar tekrar düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum.

 

Uykusuz bir gecenin ardından, sabahın serin havasında Ankara’yı izlerken içimde hafif bir huzur buldum. Bu şehirde, bildiğim, alıştığım bir düzen vardı. Koran’ların kızı olmaktan gurur duyardım. Bugün gibi, dışarıda şık bir davete hazırlanmam gereken günlerde, içimde bu sırların ağırlığını çok hissediyordum.

 

Odaya bırakılmış siyah elbiseye göz attım. Gecenin karanlığını resmen taşıyordu. Zerafet ve kabalığı aynı anda taşıyan bu elbise sarı saçlarımla harika duracaktı. Annem her zamanki gibi ince düşünmüştü; iş yemeği gibi gösterişli bir davet için zarif bir seçim yapmıştı. Ailemle bu tür davetlerde her zaman bir rol oynamak zorunda kalıyordum. Dışarıdan bakınca her şey normal gözüküyordu, ama aslında ardında ne sırlar vardı kim bilebilirdi? Elbiseyi giymek için şimdiden hazırlanmak gereksizdi; önce okula gitmem, Ezel’den uzaklaşmam ve kafamı toparlamam gerekiyordu.

 

Okula doğru yola çıktığımda, Ankara’nın rüzgarı yüzümü okşadı. Arabada açtığım müzikle biraz kendimi rahatlatmaya çalıştım. “Söyledim aşkımı ben, Ankara rüzgarına…” Şehrin her köşesini, her caddesini, her taşını seviyordum. Ankara bana hem güç veriyor hem de geçmişimi hatırlatıyordu.

 

Gün içinde Ezel’le karşılaşmamak için tüm dikkatimle derslere yoğunlaştım ama içimde bir yerlerde onunla konuşmanın gerekli olduğunu hissediyordum. Bu duvarları kırmak gerekiyorsa, önce kendi korkularımla yüzleşmem şarttı. Dersten sonra kampüste tek başıma yürürken dünkü Alp ile karşılaştım. Bugün kızların dersi olmadığı için tek başımaydım. “Merhaba İzem.” Nereden çıkmıştı bu? Ne gerek vardı yani? İticiydi. “Selam.” Kısa cevabım karşısında derin bir nefes aldı. “Naber?” Söylediği şeyle gözlerimi devirdim. “Stabil, sen?” Soğuk ses tonumu koruyordum. “İyi… Seninle konuşmak neden bu kadar zor?” Sorduğu soruyla dalga geçer gibi güldüm. “İlgimi çekmiyorsundur.” Dedim kısaca. Kaba cevabım biraz onu şaşırtmış olacak ki ağzından ha gibi bir şey çıktı. Ben yürürken peşimden gelmesi onu ne kadar ezik duruma düşürüyordu farkında bile değildi. “İzem, şu kaba tavrını bırakır mısın?” Söylediği şeyle durup ona döndüm. “Öyle bir niyetim yok Alp.” Dediğimde güldü. “En azından adımı hatırlıyorsun.” Kaşlarımı çatıp kafamı kaldırıp iyice gözlerine kilitlendim. “Peşimde dolanıp durma.” Yere tekrar tam bastığımda karşıda Ezel’i gördüm. Duvara yaslanmış elinde sigarasıyla bizi izliyordu. Gözlerimiz bir süre kitlendiğinde sigarasını yere atıp bana doğru yaklaştı. İçimde beni rahatsız eden bir şey vardı. Yanıma yanaştığında Alp’e baktı. “Gitsene sen bir.” dediğinde Alp kaşlarımı çattı ama sorgulamadan, “Görüşürüz İzem.” diyip gitti. “Ne oldu?” Ezel’e bakarken kaşlarımı çatmıştım kafam dikti ve güneşten dolayı gözlerim kısıktı. Kıvırcık saçları ve kahve gözleri birbirini tamamlıyordu.

Ezel, Alp’in gidişini izledikten sonra yüzünü bana döndü. O keskin bakışları yine üzerimdeydi. İçimde rahatsız edici bir his uyandırsa da, ondan gözlerimi çekemiyordum. Birkaç saniye sessizce durduk. Sanki aramızdaki mesafe, hem fiziksel hem de duygusal anlamda, konuşmadan bile kendini hissettiriyordu.

 

“Senin peşini bırakmıyor, fark ettim,” dedi, soğukkanlı bir şekilde. Sesi oldukça sakin, ama içinde bir uyarı tonlaması barındırıyordu. Neden bunu dile getirdiğini tam olarak anlamadım, ama Ezel’in bu konuda gerçekten rahatsız olduğu ortadaydı.

 

Omuz silktim, “Onun kendi seçimi,” dedim. “Ben de ilgilenmiyorum zaten.”

 

“İlgilenmediğini biliyorum,” dedi Ezel, gözleri gözlerime kenetlenmişken. “Ama bazı insanlar, yalnızca ilgisizlikle yetinmezler.” Bu sözlerinde bir ima vardı, ama neyi kastettiğini anlayamıyordum. Öylece yüzüne baktım, çözmeye çalışıyordum; onu, söylediklerini, düşüncelerini… Ama Ezel, her zamanki gibi duvarlarının arkasında saklanıyordu. Belki de bu yüzden, onunla konuşmak her defasında daha zor hale geliyordu.

 

Bir an sessiz kaldık. Yalnızca rüzgarın sesini duyuyorduk; Ankara’nın soğuk, keskin havası tenimize değiyordu.

 

Sonra bir adım daha attı, “Bu soğuk duruşunun arkasında ne var, İzem?” diye sordu. Sorusu, üzerimde bir baskı yaratmıştı. Hiç kimsenin sormadığı, belki de sormaya cesaret edemediği türden bir soruydu bu.

 

“Bu soruya cevap vermek zorunda mıyım?” dedim, sesimde kendime bile yabancı gelen bir savunmasızlık vardı.

 

Ezel bir an durdu, bana daha dikkatli baktı. “Hayır,” dedi, hafifçe başını eğerek. “Ama insan bazen içindeki yükleri hafifletmek için anlatmalı, değil mi?”

 

Bu sefer savunmamı indirdim; belki de o anda içimdeki sessizliğin bir kısmını ona açmak istedim. “Bilmiyorum,” dedim. “Herkesin bir hikayesi var, ama her hikaye anlatılmak zorunda değil.”

 

Ezel başını hafifçe salladı. “Belki de, ama bazı hikayeler... İnsanı zamanla yorar. Yıllarca içimde tuttuğum şeyler gibi.”

 

Onun da anlatmak istemediği şeyler olduğunu fark ettim, ama bu paylaşımı onu daha da gizemli yapıyordu. Kendi sırlarını taşırken, başkalarının sırlarına da değer veriyor gibiydi. Anlayışla, sessizce gözlerine baktım. Belki de bu an, aramızdaki mesafenin en azaldığı andı.

 

“Bir gün,” dedim hafifçe, “belki anlatırım.”

 

Ezel gülümsedi, ama bu soğuk bir gülümsemeydi. “O gün geldiğinde dinleyeceğim,” dedi, ardından bakışlarını yere indirdi ve uzaklaştı. Geriye, onun ardında bıraktığı o gizemli havayı solumaktan başka bir şey kalmamıştı.

 

Ben, bahçenin diğer ucunda kaybolan Ezel’e bakarken, bir yandan da kendi içimdeki düşüncelerle boğuşuyordum. Ezel’in söyledikleri, bana yük olan sırları gün yüzüne çıkarma isteği yaratıyordu, ama bu istek aynı zamanda korku doluydu. Ezel’in beni anlaması, ona karşı daha savunmasız hissetmeme neden oluyordu. Ona ne kadar yaklaşsam, o kadar tehlikeli bir hal alıyordu.

 

Sonunda sınıfın yolunu tuttum, ama Ezel’in bıraktığı etki hala benimleydi. Ders boyunca onun söylediklerini düşünmeden edemedim. Her kelimesi zihnimde yankılanıyordu.

 

Günün sonunda eve giderken Ankara sokaklarının her zamanki kalabalığı içinde yalnızca onun yüzü gözümün önündeydi. Ezel’in sözlerinin ağırlığı ile yol alırken, bu karmaşık ve mesafeli ilişkiye karşı hissettiklerimi nasıl kontrol edebileceğimi düşünüyordum. Her şey bu kadar belirsizken, ona açılmak, ona yaklaşmak bir riskti. Ama belki de, bir gün bu riskin üstesinden gelmeyi göze alacaktım.

 

Eve vardığımda, içimde bir huzursuzlukla baş başa kaldım. Ezel’in söylediği şeyler, kafamı kurcalıyordu. O büyük beyaz malikanenin içinde, kendi sırlarımla birlikte, Ezel’in bana açtığı kapının arkasında duruyordum. Onun söylediklerini duymazdan gelemezdim artık.

 

Odaya girdiğimde, yardımcımız Selen’in bana hazırladığı bir fincan sıcak çay vardı. İçimdeki karmaşadan bir nebze kurtulmak için çayımı aldım, balkona çıktım ve Ankara’nın kararan manzarasına baktım. Bu şehir bana güç veriyor olsa da, içimdeki duvarları kimseye açmam gerektiğini hissettirmemişti daha önce. Ama Ezel… Belki de bu duvarları aşabilecek tek kişiydi. Kendimi kimseye kaptırmak istemiyorum çünkü güvenmek öldürüyordu.

 

______

 

Saatler altıya gelmeye başladığında çoktan elbisemi giymiştim. Gecenin karanlığını kendime hapsetmiş siyah dar mini elbisenin içinde beyaz tenim ay gibi parlıyordu. Mavi gözlerim yıldızları temsil edercesine parlıyordu. Saçlarım düz yapılmıştı makyajım sade tutulmuştu gözlerim zaten kendi başına yetiyordu. Annem seslendiğinde aşağı indim ve misafirleri kapıda karşılamak adına annemin yanına geçtim. Selen kapı çaldığı anda kapıyı açmıştı. Misafirler içeri girdiğinde şaşırdığım bir şey oldu. Alp. Alp gelen ailenin yanında içeri girmişti. Tek tek hepsiyle el sıkıştıktan sonra sıra Alp’e geldiğinde sorgular bakışlarla ona baktım o ise gülmemek için zor duruyor gibiydi. “Hoşgeldiniz…” Babam eliyle beyaz koltukları gösterdiğinde oraya oturduk. “Merhaba Cengiz Bey nasılsınız?” Alp’in babası olduğunu tahmin ettiğim kişi babama yönelik konuştuğunda soğuk bakışlarım babama döndü. “İyiyim Murat bey sizler nasılsınız?” Aralarında ufak konuşmalar döndüğünde yemek masasına oturduk. Yemek servisinde püre ve pesto’lu makarna vardı. Alp’i gördüğümde kaçan iştahım yüzünden sadece püremi bitirmiştim. Asıl meseleleri konuşacaklarını anladığımda odama çekilmek için alıp odama çıktım. Bir süre sonra içeri Alp girdi. Artık içimde tutamayacaktım. “Ne işin var senin burada?” Sorum onun kahve gözlerini kısmasına sebep oldu. “Nasıl ki sen ailenin yanındasın bende ailemin yanındayım.” Dedi. Siyah gömleği ve siyah pantolonu resmen bir bütündü. Keskin yüz hatları onu çekici kılıyordu. Ailemin hiç bir zaman ne iş yapıpta bu kadar zengin oldugunu öğrenmemiştim. “Neler yapıyorlar?” Sorduğum soruyla Alp kahkaha attı. “Bilmiyor musun?” Dedi imalı bir şekilde.

 

Alp'in bu imalı gülüşü içimde bir şeylerin kırılmasına neden oluyordu. Gerçekten bu kadar mı kördüm? Babamın işlerindeki o tuhaf, belirsiz saatleri, evimize gelen, suratları asık ama kıyafetleri göz alıcı adamları düşündüm. Hiçbirine sormaya cesaret edememiştim; babam, ailem... Hep bana gölgede kalmamı, sadece gerektiği kadarını bilmemi öğretmişlerdi. Ama Alp’in bakışlarında, gözlerinden taşıp dudaklarında beliren o alaycı ifadede, cevabını öğrenmekten korktuğum gerçeğin bir ipucu saklıydı.

 

"O kadar parayı nasıl kazanıyorlar?" dedim, sesimdeki ince titremeyi bastırmaya çalışarak.

 

Alp omuzlarını silkti, ama gözlerini benden ayırmadı. "Belki soruyu onlara sormalısın. Ama bence anlaman zor değil, İzem. Gözlerinin önünde olanı göremeyecek kadar saf değilsin." Sesinde, beni hem uyandırmak isteyen hem de bu yükü üzerime yıkmaktan çekinen bir tını vardı.

 

"Bana lafı dolandırmadan söyle, Alp," dedim, ona bir adım daha yaklaşarak. "Neler çeviriyorlar? Sen bunları nereden biliyorsun?"

 

Alp’in yüzündeki ifade ciddileşti. "Babam... Senin ailenle iş ortaklığı var, diyelim. Bu ortaklık, yasal işlerden çok öteye uzanıyor. Kara para aklamaktan, belki daha tehlikeli şeylere kadar..." Sesi alçalmıştı. "Senin bunları bilmen gerektiğini düşünmedim ama... Sana zarar gelmesini de istemem."

 

Kelimeleri içimde yankılanıyordu. Bir yandan duyduklarıma inanmakta zorlanıyordum, bir yandan da içimde yıllardır saklı kalan şüphelerin haklı çıkmasından ürküyordum. "O zaman sen... Bu işin içinde misin?" dedim, gözlerimi ondan ayırmadan.

 

Alp bir an sustu, bakışları üzerimde kilitlendi. "Ben mi?" dedi, gülümseyerek ama bu sefer acı bir şekilde. "Bu işlerin sadece kenarında duruyorum, İzem. Babam ve senin baban arasındaki ortaklık ne kadar derin, tam olarak bilmiyorum. Ama o dünyanın ne kadar kirli olduğunu biliyorum. Seni o karanlığa çekmelerine izin vermeyeceğim."

 

O an içimde hem korku hem de bir güven hissi belirdi. Alp’in bu kadar şey bildiği halde bana olan bu koruyucu tavrı, kafamı daha da karıştırıyordu. Ona güvenmeli miydim, yoksa uzak mı durmalıydım?

 

Alp’in söyledikleri beynimde yankılanırken, odadaki hava ağırlaşıyordu. Bir yanım ona inanmak istiyor, diğer yanım ise bu gerçeğin üzerime yıkılmasına direniyordu. Sanki hayatım boyunca önünden geçtiğim ama hiç içine girmediğim, karanlık ve devasa bir kapı vardı, ve Alp o kapıyı aralamıştı.

 

"Sen bana neyi anlatmaya çalışıyorsun, Alp?" dedim, sesim fısıltıya dönüşmüştü. "Ailemin karanlık işler yaptığını mı?"

 

Alp derin bir nefes aldı, sanki cümlelerini dikkatlice seçmeye çalışıyordu. "İzem, sen bu dünyadan uzak büyüdün. Ailenin seni bu işlere bulaştırmak gibi bir niyeti olmayabilir ama... gerçekler, onları görememen için ortadan kalkmaz." Yüzü ciddileşti. "Onların ne yaptığını bilmen, kendi güvenliğin için önemli olabilir. Eğer bu işlerin farkında olmazsan, bir gün istemeden tehlikenin ortasında bulabilirsin kendini."

 

Sözleri içimi titretiyordu. Ne yapmam gerektiğini bilemiyordum. Şu an tek yapmak istediğim, bu gerçeklerden kaçmak, tekrar huzurlu ve kaygısız günlerime dönmekti. Ama artık geri dönüş olmadığını hissediyordum.

 

"Sen... sen neden bunları bana anlatıyorsun, Alp?" diye sordum, gözlerimde hem öfke hem de korku vardı. "Sana güvenmem gerektiğini nereden bileyim?"

 

Alp, yüzünde samimi bir ifade belirdi ve bana yaklaştı. Gözlerindeki kararlılığı gördüm. "Çünkü senin bu dünyada kaybolmanı istemiyorum, İzem. Ailelerin seçtikleri yollar bizim kaderimizi belirlememeli. Onların seçimleri yüzünden karanlık bir hayata hapsolmanı istemiyorum."

 

Bir an sessiz kaldım, sadece onun söylediklerini sindirmeye çalışıyordum. Alp’e olan güvenim, belki de hiç düşünmeden onun söylediklerini doğru kabul etmem gerektiğini hissettiriyordu. Yine de içimde bir korku vardı; bu karanlık, düşündüğümden çok daha derindi.

 

"Tam olarak ne yapmamı istiyorsun, Alp? Onlarla yüzleşmemi mi?" diye sordum, sesi çatlamıştı.

 

"Hayır," dedi, gözlerini gözlerimden ayırmadan. "Henüz değil. Şimdilik olanları sindirmen ve gözlerini açman yeterli. Sen güçlüsün, İzem. Bu karanlığın içinde kaybolmayacak kadar güçlüsün. Sadece... doğru zamanda, doğru kararlar vermen gerekecek. O zamana kadar ben yanında olacağım."

 

İçimdeki korkunun yerini bir an için rahatlama aldı. Belki de bu karanlık dünyanın içinde bir ışık, bir yol gösterici bulmuştum. Alp’in yanımda olduğunu bilmek bana cesaret veriyordu. Ama bir yandan da onun neden bu kadar yardımsever davrandığını anlamakta zorlanıyordum. Aramızda ne vardı? Bu, sadece bir dostluk muydu, yoksa daha fazlası mı?

 

Dudaklarımdan, neredeyse kendiliğinden bir soru döküldü: "Neden benim yanımda olmak istiyorsun?"

 

Alp bir an sustu, sanki cevabı düşünüyordu. Gözlerindeki derinlik o an bana her şeyi anlatıyordu ama yine de kelimelere dökmesini bekledim.

 

"Çünkü sen, İzem... bu dünyada karşılaştığım en gerçek şeysin," dedi fısıltıyla. "Ve seni kaybetmek istemiyorum."

 

Sözleri kalbime dokundu. Alp'in duygularını hissettiğim anda, içimde bir şeyler kırıldı ve aynı zamanda yeniden inşa oldu. Artık kaderimin gidişatını değiştirmeye kararlıydım.

 

Loading...
0%