@alevzf
|
1. Zalim Uzun zamandır kayıptım. Bu yolun beni nereye götüreceğini bilmeden yürümekten yorgundum. Belki de yere çakılmaktan korkmadığım bir uçurumdu sonu. Biliyordum, kendini kaybetmiş birini kimse aramazdı. Biri beni bulsun istiyordum artık… Beni bulsun ve bu uçurumun başından çekip alsın. Rüzgârın savurduğu incecik yağmur taneleri vurdu yüzüme. Bir elimi arabanın açık camından dışarı uzattım ve serinliği avucumda hissettim. O an sadece gözlerimi kapatıp, toprak kokusunu içime çektim. Ege yan tarafımda oturmuş, direksiyonu tek eliyle kavramıştı. Avucunda tuttuğu telsizi yerine bıraktı. “Şanslı günündesin, Beynam ormanına gidiyoruz.” “Duydum,” diye suratımı astım. Detaylar belli değildi ama ıssız bir ormanın ortasında olumlu bir haber yakalamayı beklemiyordum. Ege işinde oldukça başarılı bir kameramandı. Bu şehirdeki en iyi dostumdu. Ben inatçı ve gevezeydim. O ise tam tersine sakin, ağırbaşlı bir insandı. Aynı kanalda çalışıyor, bütün haberlere birlikte koşardık. Her derdimi paylaşabileceğim kadar güvenirdim ona. Kalbindeki iyiliği yüzüne yansıtan sevimli bir ifadesi, kıvırcık saçları vardı. Karşısında dururken gülümsemeden durmak imkansızdı. “Kaç senedir beraber çalışıyoruz?” diye sordu Ege. “Üç yıl olmuştur herhalde.” “Ve sen üç senedir hiç yanılmadın.” “Nasıl yani?” dedim merakla. “Resmen kötü olayların kokusunu alıyorsun. Ne zaman güne böyle somurtarak başlasan canımızı sıkacak bir habere gidiyoruz.” Birkaç saat içinde orman yolunu takip ederek, olayın gerçekleştiği bölgeye ulaştık. Ege arabayı yol kenarında, polis arabalarının yakınında bir yere park etti. Dışarı adım atar atmaz kendimizi garip bir karmaşanın ortasında bulduk. Bizim gibi birkaç gazeteci daha detayları öğrenmeyi bekliyordu. Koşar adımlarla önümüzde yürüyen polis memurunun peşine takıldık. Ruhumdaki ağırlık git gide büyürken, beni dünyadan soyutlayan bir karanlığa dönüşmüştü. Cılız bir gün ışığı yansıyınca, gözlerimi kısarak gökyüzüne baktım. Bir karganın maviliğin ortasında uçtuğunu izlerken elimi yüzüme siper etmiştim. Karga uzun bir dala konduğunda, simsiyah gözlerini bana dikti. İçimdeki korkuyu hissetmiş gibi gagasını ayırıp, çığlığa benzeyen bir ses çıkardı. Derin bir soluk verdikten sonra yürümeye devam ettim. Ormanın içine doğru ilerledikçe beyaz spor ayakkabılarım toz toprak içinde kalmıştı. Etrafımız meşe ve karaçam ağaçlarıyla sarılıydı. Ege’nin elinde hazır bir şekilde tuttuğu kamera, benim ise ağır bir sırt çantam vardı. Peşinden gittiğimiz polis kalabalık bir alanda durunca biz de beklemeye başladık. Ege, karşımızdaki memurun yanına yaklaştı. “Ne yaşanmış burada?” “Cinayet,” dedi memur gergin bir sesle. “Katile dair bir ipucu bulabildiniz mi?” “Çok soru sormayın,” diye tersledi yanında dikilen diğer polis. “Zaten işimiz başımızdan aşkın.” Ağaçların arasında, etrafına sarı şerit çekilmiş bir çukur kazılıydı. Beyaz tulumlu olay yeri inceleme ekipleri yere eğilmiş, titizlikle ayak izi örnekleri alıyorlardı. Tam bir saat boyunca beklememize rağmen çukurda kadın cesedi olduğundan başka bir şey öğrenememiştik. “Hişt… Ne yapıyorsun?” diye fısıldadı Ege. “Sen şu polisleri oyala. Çukura biraz daha yakından bakacağım.” Ela gözlerini devirdi. “Çıldırdın mı Ahu?” “Belki birkaç kare yakalayabilirim,” diyerek sessizce ilerlemeye devam ettim. Ege bir şeyi kafama koyunca mutlaka yapacağımı bildiğinden üstelemedi. İki çaylak polisin olduğu yöne gidip, onlarla sohbet etmeye başladı. Güçlü bir gök gürültüsünün sesi yankılandı ormanda. Gri bulutlar seyrek bir yağmur döktü. Damlalar ağır ağır saçlarıma kondu. Fotoğraf makinemi boynuma astım. Temkinli adımlarla hedefime doğru yürüdüm. Hafifçe eğilerek sarı şeridin altından geçtim. Bu deli cesaretimin nereden geldiğini bilmiyordum ama içimden bir ses bana devam etmem gerektiğini söyledi. Çürümüş et kokusu yayılmıştı etrafa. Derin bir şekilde kazılmış çukurun başında adımlarımı durdurdum. Tek gözümü kapatmış, fotoğraf makinemin vizöründen baktım aşağıdaki korkunç görüntüye. Kan vardı her yerde. Genç bir kadın gözleri açık bir hâlde çukurdaydı. Tabutu olmayan bir ölüydü. Sinekler başına üşüşmüştü. Hiç kimse böyle bir ölümü hak etmezdi. Gözümden göğsümdeki sancıya doğru süzülen bir damla yaş aktı. Fotoğraf makinemi tutan ellerim titrerken, işaret parmağımla deklanşöre bastım. O sırada, “Kıpırdama!” diye bağırdı gür bir ses. Başımı geriye çevirdiğimde, bana doğru koşan bir adamla göz göze geldik. Telaştan ne yapacağımı bilemedim. Kaçmak isterken ayağım yalpalayınca geriye doğru düştüm. Sanki biri ayağıma bir halat dolamış, beni çukurun içine çekmişti. Büyük bir çığlık kopardım. “İmdat!” diye bağırarak yerimde doğrulmaya çalıştım. Ama çukur o kadar dardı ki, kıpırdayabilmem için cesetle temas etmem, üzerine basmam gerekti. Üstelik boyumu aşacak kadar derindi. “Kimse yok mu?” diye çırpınırken, başımı havaya kaldırdım. Çukurun başında bir adam belirdi. “Sakin ol,” dedi bana. “Kurtar beni!” dedim yakarır gibi. Adam çevik bir hareketle toprağa uzanıp, bir kolunu aşağıya doğru uzattı. “Elimi tut.” Yağmur şiddetini arttırmıştı. Bana uzanan soğuk ele sıkıca tutundum. Parmaklarım büyük avucunun içinde kaybolurken, beni yukarı çekmeyi denedi. Kollarındaki damarlar gerilmiş, gücünün yarısını benim için harcamıştı. İlk deneme başarısızdı çünkü ayağımı toprağa değdirsem aşağı kaydım. Diğer elimle bileğine asıldım. Kendimi yukarı ittim. Adam güçlükle beni çukurun içinden çıkarmayı başardığında, ikimiz de yere devrildik. Toprağın üstünde nefes nefese yatıyorduk. Yere çarpmayayım diye bir kolunu başımın altına uzatmıştı. Elim hızla inip kalkan göğsünün üzerindeydi. Düştüğüm çukur, kötülükle beslenen bir günahkârın iniydi. Saplandığım çamur, yok yere ölmüş masum bir canın mezarı olmuştu. Benim için hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı artık. Genç adam yerden kalktığında, üstüne başına bulaşan toprağı silkeledi. “İyi misin?” Hâlâ tepemde dikilirken, elini yeniden bana doğru uzattı. Sabırsızlığını ele veren gergin bir ifadeyle yüzüme baktı. Konuşmak, tuttuğum nefesimi serbest bırakmama neden olacaktı. Yine kusmak istemediğim için sessiz kaldım. Bacaklarımın titremesi geçmemişti ama bana uzanan ele tutunup ayağa kalktım. Çamurlu parmaklarımla adamın avucunu kavradım. Korkudan tırnaklarımı bileğine geçirdiğimi fark etmemiştim bile. Aramızdaki bariz boy farkından dolayı yüzünü görmek için başımı kaldırdım. Çatık kaşlarının altında kıstığı gözleriyle beni inceledi. Bakışlarında beni ürküten bir şeyler vardı. Ellerimizi aynı saniyede hızla birbirinden uzaklaştırdık. Bütün şüpheciliğiyle karşımdaydı. “Kimsin sen?” dedi. “Ahu…” “Ne dikiliyorsun öyle?” Çenesiyle polislerin durduğu yeri işaret etti. “Yürü hadi!” Sarı şeridin dışına çıktık. Ege endişeli yüzüyle yanıma koşturdu. “Sana oraya gitme demiştim. İyi misin Ahu?” Elinde tuttuğu su şişesini bana uzattı. “Al, biraz su iç.” Birkaç yudum su içtim. “Merak etme, ben iyiyim. Ama fotoğraf makinem kırılmış.” “Kahretsin!” diye bağırdı beni çukurdan çıkaran adam. Biraz önce beni kurtarabilmek için takındığı tavır yerini öfkeye bırakmıştı. “Çok yazık, demek fotoğraf makinen kırıldı…” Utancımı saklamaya çalışarak başımı yere eğdim. “Beni oradan çıkardığınız için teşekkür ederim.” Histerik bir şekilde güldü adam. “Ne arıyorsun sen şeridin ötesinde?” Yüzü aniden ciddi bir hâl aldı. “Olay yerini mahvettin!” “Ben…” diye kekeledim. “Özür dilerim, çok üzgünüm.” Bir eliyle şakağını ovuşturdu. “Kimliklerinizi çıkarın!” diye gürledi. Aklım darmadağındı, sivil polis olduğunun farkına yeni varmıştım. Arka cebimden basın kartımı çıkarıp ona uzattım. “Gördüğünüz gibi gazeteciyiz biz.” Benim ardımdan Ege’de kartını adama verdi. “Tan TV’de muhabiriz,” diye ekledi. Adam dikkatle inceledikten sonra basın kartımı bana geri verdi. “Eğer ekipler işini bitirmemiş olsaydı, seni elimden hiç kimse kurtaramazdı.” Kendimi daha fazla tutamadım. “Bana bağırmamış olsaydınız korkup çukura düşmeyecektim,” dedim. Bana doğru bir adım attı. Yüzünü yüzüme yaklaştırırken, koyu kahve gözlerinden ateş fışkırıyordu. “Benim hatam öyle mi?” Boğazımda yumru olmuş korkuyu yuttum. “Hayır ama özrümü kabul etmek bu kadar zor olmamalı.” “Seni tutuklamamam için bana tek bir sebep ver,” dedi sert bir sesle. Ege çaktırmadan kolumu dürttü. “Bence buna hiç gerek yok. Zaten Ahu ne kadar büyük bir hata yaptığının farkında.” Demek kurtarıcımın adı Feza’ydı. Bana doğru yaklaştıklarında işaret parmağını havaya kaldırarak durmalarını emretti. Sanırım genç görüntüsüne rağmen rütbesi yüksek bir komiserdi. 1.90 boylarında, buğday tenine tezat, siyah renkli kısacık saçları vardı. Koyu gri bir kazak ve kot pantolon giymişti. Belindeki deri kemerin sağ tarafında silahı asılıydı. Polis emrini dinleyip, beni tutuklamaktan vazgeçti. “Neler oluyor burada?” diyerek bir adam yaklaştı yanımıza. Özenle taranmış açık kumral saçları, ela gözleri vardı. Lacivert bir takım giymişti. “Bir sorun yok Gediz Savcı,” dedi Feza. Gediz çaylak bir savcıya benziyordu. Elindeki lastik eldivenleri çıkarırken, “Bir cinayet mahallinde olmamız başlı başına bir sorun,” dedi. Gözleriyle beni baştan aşağı süzdü. “Bunlar kim?” “Ben Ege, arkadaşımın adı Ahu,” diye söze atıldı Ege. “Gazeteciyiz biz.” İkimiz de savcının sormasına gerek kalmadan basın kartlarımızı havaya kaldırarak ona gösterdik. Gediz aldırışsız bir şekilde kartlara baktı. “Duyduğuma göre olmamanız gereken bir yerdeymişsiniz hanımefendi.” “Maalesef…” dedim ne söyleyeceğimi bilemeden. “Küçük bir aksilik yaşandı fakat hallettim,” diyerek beni korudu Feza. “Bütün delilleri toplamıştık zaten.” “Burada yapacak işimiz kalmadı, gidebiliriz artık,” dedi Gediz. Savcı yanımızdan uzaklaştığında, diğer polisler onunla beraber gittiler. Feza komiser bana arkasını dönmek üzereyken, bütün cesaretimle dirseğini kavradım. “Çukurun içinde gördüğüm ceset…” dedim duraksayarak. “Yıllar önce işlenen cinayete çok benziyordu.” “Hangi cinayete?” diye sordu Ege. Hâlâ Feza’nın arkasından bakmayı kesemediğim gözlerimi Ege’ye çevirdim. “Kızıl Karga’nın işlediği cinayete…” Ege söylediğime şaşırmış gibi kaşlarını havaya kaldırdı. “Ama o katil uzun zamandır sessizdi. Ortadan kaybolduğunu söylüyordu herkes.” Tüylerim ürperdi. “Sonuçta hâlâ yakalanmamıştı. Belki de geri dönmüştür.” Üniversitede gazetecilik okurken, bir proje konusu olarak ülkemizde işlenmiş en kötü cinayet haberlerini araştırmıştım. En çok etkilendiğim kan donduran haber, dört kadını vahşice öldüren bir psikopata aitti. Tıpkı gördüğüm cesette olduğu gibi kurbanlarının yüzlerini kırmızı bir rujla boyuyordu. Avuçlarına imzasını kazıyordu. Polisler yıllardır yakalayamadıkları bu caniye Kızıl Karga derlerdi. Son cinayetinden beri epey zaman geçmesine rağmen ne bir iz ne de görgü tanığı bulabilmişlerdi. Kalabalık bir ekip, polis köpekleriyle birlikte, bulunduğumuz alana geri döndü. Akşamki ana haber bülteni için görüntü çekmeliydik. Birkaç polisle görüştükten sonra kaya parçasının üstüne oturdum. Defterimi dizlerimin üstüne koydum. Küçük notlar alarak yayına hazırlandım. Tepemde dikilen Ege’ye doğru döndüm. “Ben hazırım, yayına başlayabiliriz.” “Berbat görünüyorsun,” dedi Ege. “Bu hâlde nasıl çekim yapacağız?” “İstersen kameranın karşısına sen geç,” diye homurdandım. Ege aksi tavrıma karşı omuz silkti. “Ben senin iyiliğin için söylüyorum.” Şişedeki suyu elime döktüm. Çamur bulaşmış yüzümü yıkadım. Bileğimdeki lastik tokayla dağınık saçlarımı bağladım. Sırt çantamdan kırmızı ceketimi çıkarıp kirlenmiş beyaz bluzumun üstüne giydim. Feza komiser hâlâ ağacın altındaydı. Keskin bakışları birkaç dakikadır bana odaklanmıştı. Gözlerinin hapsinde olmak bana gerçek bir şüpheliymişim gibi suçlu hissettiriyordu. Ege kamerasını omzuna yerleştirdi. Baş parmağını havaya kaldırarak kayda başlamak için onay istedi. Mikrofonun dudaklarıma yaklaştırdıktan sonra hafifçe boğazımı temizledim. “Bu sabah erken saatlerde Beynam ormanında bir kadın cesedi bulundu,” diye başladım sözlerime. “Otuzlu yaşlarındaki genç kadının kimlik bilgileri henüz tespit edilemedi. Cinayetin, arka tarafta görmüş olduğunuz sarı şeritli alanda gerçekleştiği biliniyor. Ağaçların orta yerinde toprak derin bir şekilde kazılmış. Katil zanlısı, kurbanını bir mezara gömercesine çukurun içine atmış. Sesim titremeden konuşmayı başarabilmiştim. Ege omzundaki kamerayı indirdi. Yayını kapattığımızda, yanaklarımı şişirip derin bir nefes verdim. Yere yığılmamak için zor tuttum kendimi. Ormandaki kalabalık dağılmıştı. Biz de geldiğimiz yönü takip ederek, yol kenarına park ettiğimiz arabaya doğru yürüdük. Siyah bir cipin önünden geçerken adımlarımı durdurdum. Filmli camındaki bulanık yansımama baktım. Gerçekten ekrana bu hâlde mi çıkmıştım? Ege’nin söylediği kadar berbat bir hâldeydim. Dudaklarım kurumuş, sarı saçlarım kabarmıştı. Şakağımdaki çamur lekesini silmeye çalıştığım sırada arabanın camı yavaşça aşağı kaydı. Önce üç numaraya vurulmuş siyah saçları gördüm sonra pürüzsüz alnındaki biçimli kaşlarını. Badem şeklindeki kömür gözler, yüzümün ayrıntılarında gezindi ve gözlerime sabitlendi. Arabanın içinde birinin olabileceğini hiç düşünmemiştim ama Feza komiser direksiyondaydı. Kalın dudaklarını yavaşça araladı. “Yine mi sen?” dedi. Ürkerek bir adım geriye çekildim. “Pardon.” “Böyle bir ortamda bile nasıl göründüğünü mü önemsiyorsun?” “İşim gereği bunu önemsemek zorundayım,” dedim ona dik dik bakarak. “Senin aksine.” Arsız cevabımı beklemiyormuş gibi tek kaşını kaldırdı. “Ben nasıl görünüyormuşum?” Kollarımı göğsümde bağladım. “Fazlasıyla kaba.” “Bugün nezarethanemize misafir olmaya oldukça hevesli gibisin.” “Beni tutuklamaya gönüllüsün galiba.” Elindeki çelik yığınını havaya kaldırıp salladı. “Kelepçeler bileklerine yerleşmeyi bekliyor.” “Hiçbir suçum olmadığı hâlde mi?” Dirseğini camın kenarına yasladı. “Bir komiserle konuşurken üslubuna dikkat etmeni öneririm,” dedi başını hafifçe dışarı uzatarak. “Her zaman benim kadar iyi bir adama rastlayamazsın.” Eğer benimle böyle konuşmasaydı resmiyeti atmazdım. Ona laf yetiştiremeyecek kadar bitkin olmama rağmen çenemi tutamadım. “Üslubumun gayet düzgün olduğunu düşünüyorum.” Feza bana cevap vermedi. Başını iki yana sallayarak camı yüzüme kapattı. Benden hiç haz etmediği belliydi. Siyah cip yanımdan büyük bir gürültüyle uzaklaşırken arkasından bakakaldım. “Feza’ymış…” dedim kendi kendime. Beni kurtarmasını, hatta son derece yakışıklı olmasını gözüm görmemişti çünkü içten içe sinir olmuştum ona. “Yabani ne olacak!” Ege sabırsız bir şekilde kornaya bastı. Arabanın yanına yürüyüp, ön koltuğa yerleştim. “Beni eve bırakır mısın?” dedim arkama yaslanarak. Şu an insan içine çıkacak hâlde değildim. “Cahit Bey’e benim için bir bahane uydur.” “Hiç merak etme. Eve gidip dinlen,” dedi Ege. “Zaten toplantı için ofise uğramam gerekiyor.” “Dinlendiğimde geçeceğini sanmıyorum,” diye mırıldandım. “Bugün yaşadıklarımı asla unutamayacağım.” “Bunlar hep inatçılığından başına geliyor, biliyorsun değil mi?” “Belki de yalnızca kötü şanstır.” Beni teselli etmek için omzuma dokundu. “Yine de sıkma canını. Seni böyle görünce üzülüyorum.” Ege arabayı öylesine yavaş kullanmıştı ki, yol bitmek bilmemişti. Karanlık çökmeden evvel oturduğum sokağa girdik. “Şu komiser…” dedim boynumu ona çevirerek. “Ne kadar sinir bozucuydu değil mi?” “Bilmem, görevini yapıyordu sadece. Üstelik haklıydı, olay yerini dağıttın. Beni dinleseydin boş yere azar işitmeyecektik.” “Sanki bana olan bakışlarında tuhaf bir şeyler vardı.” Alaycı bir şekilde güldü. “Sen kahramanını çok beğenmiş olmayasın?” “Saçmalama Ege,” diye yüzümü ekşittim. “Adamı iki saattir aklından atamamışsın ama.” “Ne alakası var?” Arabayı kaldırım kenarında durdurdu. “Gerçi o da gözlerini üstünden alamıyordu ama bilemiyorum… Kesin senden şüphelendiğindendir.” Aslında haksız sayılmazdı, kurtarıcıma minnettar olmam gerekirken ona kötü davranmıştım. Sakince düşündüğümde, benim cevaplarım da pek kibar sayılmazdı. Hıncımı çıkaracak birini aramıştım. Pişman olsam bile çok geçti. Çünkü onu bir daha görmem imkânsızdı. Aklımda bir ton karmaşayla arabadan indim. “Bıraktığın için sağ ol, görüşürüz.” “Tamam, yarın geç kalma,” dedikten sonra gaza bastı Ege. Üç katlı bir binanın ikinci katında tek başıma yaşıyordum. Apartmana girip, yorgun bir şekilde merdivenleri tırmandım. Çantamdan çıkardığım anahtarı kapı deliğine yerleştirdim. Hâlbuki anahtara gerek bile yoktu. Tahta kapı omzum ile itsem açılacak kadar sorunluydu. En alt kattaki komşum, altmış yaşına merdiven dayamış Gonca teyzeydi. Üst kat genelde boş olurdu. Yurtdışında yaşayan ev sahibim sadece yaz tatillerinde gelirdi evine. İçeri girer girmez kırmızı ceketimi yere fırlatıp banyoya koştum. Daha önce yüzlerce haber yapmış, hiç bugünkü kadar talihsiz olaylar yaşamamıştım. Çürümüş ceset kokusu her yanıma sinmiş, burnumdan gitmiyordu. Sıcak suyun altında defalarca şampuan sürdüm saçlarıma. Tırnaklarımın arasına dolmuş çamuru temizledim. Ölümle yüzleşmiştim. Kan kokusunu solumuş, buz kesen tenine değmiştim. Gözlerine kazınan dehşeti görmüştüm. Hiç kimsenin duyamadığı çığlığı, benim dudaklarımdan sızmıştı. Canına kastedilen ben değildim fakat acısı kalbime bulaşmıştı. Hislerim bir çukurun içinde katledilmişti. Yatağıma uzandım fakat uykuya dalabilmek mümkün değildi. Çünkü gözlerimi her kapattığımda bir cesedin yüzü beliriyordu aklımda. Başucumdaki abajuru söndürdüm. Yorganı başıma kadar çektim. Kapkaranlık bir kâbusa yumdum göz kapaklarımı… 🦢 Mum Çiçeği başladı... Şimdiden keyifli okumalar diliyorum. İnatçı Ahu'nun kurtarıcısı yabani Feza hakkında ne düşünüyorsunuz? Umarım ilk bölüm hoşunuza gitmiştir. Oy ve yorumlarınız benim için çok değerli, lütfen eksik etmeyin! 🩶 Wattpad: alevzf
|
0% |