Yeni Üyelik
25.
Bölüm

🌸23.Bölüm🌸

@alfaedam

 

 

🌸Minji🌸

Yeni yeşeren umutlarımla birlikte soğuk bir havayla uyandım bugün.

Soğuk olmasına rağmen içim sıcacıktı. Bir yaz güneşi kadar sıcak...

Bugün her zamanki gibi bir sabaha kalktım. Yağmak üzere olan havaya selam verdikten sonra köpek mamasını alarak ilk önce Tofu'nun yanına uğradım. Onun fotoğraflarını yeni telefonla bol bol çektikten sonra okula doğru yürümeye başladım.

Hava nasıl da bir anda soğumuştu böyle. Hem soğuk hem de temiz kokuyordu. Genelde buraların havası kirli biliniyordu ama bugün gerçekten hava çok güzeldi. Hatta o kadar güzeldi ki okula hiç gidesim yoktu. Böyle boş boş gezmek istiyordum. Hem Ma-ri'yi de görmezdim. Kafam biraz rahat olurdu.

Ama bu düşüncem kısa sürdü. Bir iki damla saçıma damlayınca ıslanan yere dokundum.

"Cidden şimdi mi yağmaya karar verdin yağmur?"

İnadına bir tane daha damlayınca gökyüzüne baktım. Bu sefer de yüzüme damladı. Havanın dumanlı olmasına aldanıp şemsiye almamıştım.

"Daha okula bile gelmedim ki!"

Hızlanmaya başladım. Ben hızlanınca yağmurda hızlanmaya başladı. Kafamı koruyayım derken ıslanan bağcıklarımda çözülünce olduğum yerde durmak zorunda kaldım.

"Shiissh, bugün güzel bir gün olsun demiştim ama sanırım hiç de güzel bir gün olmayacak."

Tam eğilecekken üzerime karanlık bir gölge düştü. Sonra da yağmurun taneleri beni terk etti. Ben hariç diğer yerlere bardaktan boşalırcasına yağıyordu.

"Bu havalar tehlikeli. Yağmur yağmaz sanırsın, sonra bir bakmışsın yağmış."

Bu ses... Bu üslup...

Bağcıkları bağlamaktan vazgeçip tam bir şey diyecektim ki tuttuğu şemsiyeyi elime tutuşturdu. Ardından önüme geçip eğildi, bağcıklarımı bağlamaya başladı. Gözlerimi kocaman açıp bağcıklarımı bağlayan Donghyun'a bakarken ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışıyordum. Neden böyle bir şey yapıyordu ki o? Neden bağcıklarımı bağlıyordu?

"Ne yapıyorsun sen?"

"Bu bağcıkları bağlamazsan kayıp düşersin. İşte..." dedi tamamen ikisini de bağladıktan sonra. "Oldu."

Ayağa kalktı, benimle göz göze geldi. Bir anda nefesimi tutmaya başladım nedense. Gözlerime baktı, baktı, baktı, sanki bana bir şey anlatmak istercesine. Ruhuma dokunmak istercesine baktı. Ne istediğini anlayamadım. Ne düşündüğünü de... Sadece yüzüne bakmaya devam ettim.

Sonra aniden arkasını döndü. Ellerini cebine koyup yağmurun üzerini ıslatmasına izin verdi. Sanki hiç yağmur onu ıslatmıyormuş gibi rahat görünüyordu. Sanırım bugün Donghyun iyi niyetli günündeydi. Bu durum nabzımı durdurdu sanki.

Ona koşup yetişmeye çalıştım ama benden çok hızlıydı. Bir zaman sonra da pes ederek arkasından yürümeye başladım. Sırılsıklam olmuştu. Bu haline üzülmedim diyemem çünkü gerçekten üzülmüştüm. Hatta aklıma Jae-seon'un dedikleri de gelince daha çok üzüldüğümü hissettim.

"Neden ıslanıyorsun Donghyun?"

Cevap vermedi.

"Hasta olmak mı istiyorsun?"

Yine cevap vermedi.

"Pekala, konuşma o zaman. Gıcık!"

Başımı aşağıya eğip, gözlerimi yere çevirdim. Düşen yağmur damlalarını izlemeye başladım. Kaldırım taşının zeminini yalayan yağmur, kaldırım taşıyla yere dokunduğu an bütünleşiyordu. Sonra da tamamen kayboluyordu. Bir an kendimi öyle hissettim. Yalnız kalan yağmur sert kaldırım taşıyla karşılaşıyor. Kaldırım taşına bir şey olmuyor ama yağmur eriyip gidiyor. Gıcık kaldırım. Küçük yağmur damlasını umursamıyor bile.

Bir anda ben de aynı yağmur gibi sert bir şeye çarpınca olduğum yerde sendeledim. Kafamı kaldırıp çarptığım şeye baktığımda bunun Donghyun olduğunu gördüm. Durmuş öylece yeri izliyordu.

"Neden duruyorsun?" Derin bir nefes aldığını gördüm.

"Hiç istemediğin bir şeye zorlandın mı?" Bana mı soruyordu soruyu? Başka bir kızın hayatında yaşayan bana mı?

"Evet," Yutkundum. "Şu anda da zorla okula gidiyorum."

Bana doğru döndü. Yüzünden akan yağmur damlaları bir bir teninden aşağıya akıyordu. Sanki küçük bir gözyaşı gibi. O zaman bazı şeyi anladım. Belki de yağmur damlaları ağlayan gökyüzünün eseridir. Belki de o yüzden küçük yağmur damlası değersizdir. Aynı insanın gözyaşları gibi...

"Doğru, seni koruyup kollayan güzel bir ailen var. Eminim onlar istemediğin bir şeyi sana yaptırmazlar."

Yanılıyordu. Tamam, Minji'nin ne isterse yapabileceği bir ailesi vardı ama Ayça'nın... Ayça'nın asla güzel bir hayatı olmadı. Hiçbir zamanda o hayatı yaşamak istemedi.

"Evet, benim ailem öyle. Onları bu yüzden seviyorum. Ama bu benim öyle olmadığım anlamına gelmiyor. Sen hiç aşağılandın mı? Ya da paran yok diye dışlandın mı? Peki ya hiç, birinin istediği bir şeyi almadın diye başından aşağıya çöp döktüler mi?"

Peki ya kalbi rahatsız diye karanlık bir odaya kilitlendin mi? Peki ya sen hiç intihar etmeyi denedin mi?

Ben denedim...

Daha çok söylemek istediğim vardı ama daha fazla ileriye gidemedim. Dilim varmadı çünkü yaşadıklarıma. Ya da Minji'nin yaşadıklarına. Çünkü Ayça'nın yaşadıklarına girseydim altından kalkamazdım.

"Bunları..." dedi, duraksadı. "Bilmiyordum." diye devam etti. O an hiddetlenerek önüne geçtim.

"Evet, ben bunca yıl bunları yaşadım. Ama halime üzülmüyorum. Çünkü bu sorunlar beni daha güçlü yaptı. Bugün karşında durabiliyorsam bu bundan dolayı." Elimdeki şemsiyeyi ona uzattım. "Canını sıkan şey ne bilmiyorum ama eğer istemiyorsan bir şeyi, o zaman yapma. Bunu yapmamak içinde savaş. Çünkü sadece bir tane hayatın var. Bunun değerini bilmelisin."

Şemsiyeyi eline bırakarak yağan yağmura aldırmadan okula doğru koştum. Herkesin hayatı zordu, sadece savaşan hayatta kalıyordu. Ayça olarak savaşamamıştım ama Minji olarak savaşacaktım. Çevremdekilerin de savaşmasına yardım edecektim.

🌸

 

Sınıfa ilk ben girdim. Daha gelmeyenler vardı ama Jae-seon, Shin-joo ve Soo-oh köşede birbirleriyle şakalaşıp Donghyun'u bekliyorlardı. Sadece Donghyun'u bekleyenler onlarda değildi. Ma-ri ve Sun-ie de bekliyordu. Hadi Sun-ie sevgiliye sahipti, peki ya Yi Ma-ri? O neden kocası askere gitmiş âşık gibi onu bekliyordu?

Başımı bunu düşündüğümü unutmak istercesine salladım. Ah, düşüncesi bile midemi bulandırıyordu. Hatta sinirlerimi bozuyordu.

Islanmış saçlarımı ellerimle geriye doğru süpürürken birkaç kişinin bana baktığını hissettim. Biri sınıf başkanı diğeri de sınıfın sessiz kızlarından biriydi. Yan gözle onlara baktığımda 'bir şey yok' dercesine başlarını salladılar. Omzumu silktim. Neden yabancıymışım gibi bakıyorlardı?

Arkamdan Donghyun'un adımları da gelince en sonunda herkesin gözleri bize döndü. Ma-ri de Donghyun'un girdiğini görünce ayaklandı ama beni görünce duraksadı. Şaşırdım. Onlar da benim kadar şaşırdılar. Sonra da Shin-joo'nun sesi yankılandı sınıfta.

"Wohaa, sınıfa yeni biri mi geldi böyle? Bu güzellikte ne?"

Arkamı dönüp Donghyun'a baktığımda o da bana bakıyordu. Islak saçlarından dökülen damlalar yanağına ulaşıp yere düşerken de bana bakmayı sürdürdü.

"Sana diyoruz Minji." Bakışlarım Soo-oh'a döndü. "Saçların için üzülmüştüm ama şimdi iyi ki kesilmiş diyorum. " Parmağımla kendimi gösterdim.

"Bana mı diyorsun? Bana!" İkisi de başını salladı.

"Donghyun'a söyleyecek halimiz yok ya!" dedi Shin-joo.

"Niyeymiş, ben de kendi çapımda güzelim." diyerek yanımdan geçip sırasına oturdu.

Yüzümü ekşiterek Donghyun'a bakmaya devam ettim. Kendine güzel mi demişti o? Yoksa beni mi kıskanmıştı? Tuhaf bakışlarla ona bakmayı sürdürürken Shin-joo lafı patlattı.

"İşte, kendi çapında." Jae-seon ve Soo-oh buna güldüler. Ama ben gülemedim. Çünkü şu an hiçbir şeye gülecek halim yoktu. İlerleyip sırama otururken çocuklara baktım.

"Saçlarım için söyledikleriniz için teşekkür ederim. Ama bir daha bir kıza böyle iltifat etmezseniz sevinirim." Elimi dudağımın kenarına koyup sadece onların duyacağı bir şekilde fısıldadım. "Yanlış anlayabilirler." İkisi de birbirlerine bakıp göz kırptılar. Sonra da anlayarak ağızlarını kocaman açtılar. Bu beni güldürmüştü işte.

"O yüzden bugün o kız o nedenden öyle uzaklaştı." dedi Shin-joo. Soo-oh'ta onu onayladı.

"Doğru, ben de olsam ben de senden uzaklaşırdım. Sapık gibi bakıyorsun çünkü."

İkisi de birbirleriyle şakalaşırken üzerimdeki ıslak ceketi çıkartmaya koyulmuştum. Ancak Jae-seon'un yanıma gelip diz çökmesiyle etraf bir anda sessizleşti. Ardından onun sıcak gülümsemesi etrafı ısıttı.

"Eve gittiğinde annen bir şey dedi mi?"

Onun saçıma dokunduğu an aklıma gelince yutkundum. Bir daha buna izin vermemeliydim, bir seferlik olarak kalmalıydı.

"Ha-hayır," Yutkundum. Bu çocuğun yanında niye kekeliyordum ki? "Yani hayır, kızdı. Bana değil kendine. Sonra saçımı düzeltti." Kaşlarını çattı, o gülümsemesi bir anda buz tuttu.

"Neden annen kendine kızdı ki?" Bu sefer ben gülümsedim.

"Çünkü kendisinin iyi bir anne olmadığını düşünüyor. Çok da yanılıyor. O dünyanın en iyi annesi."

Gülümsemem şimdi şımarık bir gülümsemeye dönüşünce Jae-seon'un dalıp beni izlediği fark ettim. Çok umursamadım çünkü o an annemin gülümsemeleri aklıma gelmişti. O kadar sıcak ve can alıcı bir şekilde gülüyordu ki o anda kaybolmak istedim. Çünkü bu zamana kadar hiçbirimiz bu kadar canlı gülmemiştik.

"O zaman annene bolca teşekkür etmeliyiz, hem bu kadar güzel bir kız doğurduğu için hem de saçlarını muhteşem yaptığı için."

Bunu beklemeyen ben Jae-seon'un yüzüne doğru şaşkınlıkla döndüm. Kulaklarımın yandığını hissettim. Evet, artık yanakları es geçtik kulaklarım beni kavuracaktı. Bu hissî hatırlıyordum ve bundan nefret ediyordum.

Hayır!

Hayır! Bir daha aynı hisleri yaşamak istemiyorum.

"Siz ne yapıyorsunuz?" diye ensemden bir ses gelince olduğum yerde sıçradım. Aniden yaklaşan Donghyun'un konuşması beni korkutmuştu. Parmağımı üst damağıma koyup kaldırınca Jae-seon'un bana güldüğünü gördüm.

"Ne yapıyorsun?"

Gözlerimi kocaman açarak ilk önce Jae-seon'a sonra da tepemde duran ve dibime kadar giren Donghyun'a baktım. Bu hareket burada yoktu sanırım, potta kırmış olabilirim şu an.

"Off! Benim saç kurutmam lazım!" deyip kalktım sıradan. Sonra da koşup çıktım koridora ve kendimi onlardan uzaklaştırdım. Burayı anlamam için daha çok araştırma yapmalıydım.

O zaman bekleyin beni K-dramalar... Minji geliyor.

🌸

Loading...
0%