@alfaedam
|
🌸 Bazı zamanlar dünyanın bizi denediğini düşünürdüm. Bizi bir toz tanesi gibi zamanın ortasına bıraktığında çarptığımız yerlere uzuvlarımızı bırakıyormuşuz gibiydi bu durum. Sanki her an başka bir toza çarpacakmışız da bir uzvumuzu tekrar kaybedecekmişiz gibi, ne zaman düşeceğimizi bekliyorduk. Aslında dünya da kendi sınavının içindeydi. Evrenin ona bıraktığı zorlu bir sınavın... Ve her geçen gün bir uzvunu kaybediyordu. Yemekhane diğer günlerin aksine bugün sessizdi. Yavaş yavaş ortadan ilerlerken yemekhanenin sonunda boş bir masanın olduğunu gördüm. Sonunda boş bir masa bulduğumun sevincini yaşayarak masaya gidip oturdum. Yemekler güzel görünüyordu. Karnımda çok acıkmıştı. Ah, uzun zaman sonra ilk defa rahat bir şekilde yemek yiyebilecektim. Elime çubuğu alıp önce hangisinden başlasam diye düşünürken eti kestirdim gözüme. Hemen alıp çıtır eti ağzıma götürürken bir anda yanıma tepsi koyuldu. Açık ağzımla birlikte tepsiyi koyana baktım. Donghyun... Neden her zaman karşıma çıkıyordu? Sapık gibi bir türlü peşimi bırakmıyordu. Bu ne kadar sinir bozucu! İkinci tepsi tam karşıma koyuldu. Yine ağzım açık bir şekilde et ile birlikte ikinci tepsinin sahibine baktım. Jae-seon... İkinci sapıkta buydu. Eğer bunlar buradaysa o zaman... Üçüncü ve dördüncü tepsi de koyuldu. Evet, evet, ben de tam bunu diyordum işte. Onlar buradaysa kuyrukları da peşindeydi. Her zamanki gibi... "Ne yapıyorsun burada?" dedi Donghyun sandalyesine kurulurken. Yavaşça çıtır ve lezzetli gözüken etimi indirdim tabağıma geri. Tam rahatım, kafam yerinde, boş masa bulmuşum, hayatım güzel gidiyor derken neden bir anda bu belalı dörtlüyle karşılaşıyordum. Sanki ben bir mıknatıstım ve bu dörtlüyü çekiyordum. "Ben mi? Sence ne yapıyormuşum gibi gözüküyorum." Çiftetelli oynuyorum, görmüyor musunuz(?). "Bilmem," dedi tepsisine doğru dönerken. Sinirle nefes aldım. "Sanırım oturuyorsun." "Burada olmamıza sevinmedi herhalde." dedi Shin-joo. Çubukları bırakıp tek tek dörtlünün yüzüne baktım. Sonra da daha fazla içimde tutamadığım merakımı saldım dışarıya. "Bir şey soracağım, neden benim gibi ezik biriyle takılmaya çalışıyorsunuz? Buradaki tüm kızlar size hasta. İstediğiniz yere rahatlıkla oturabilirsiniz. Neden benim yanım?" Cevabı büyük bir ciddiyetle beklerken hiç ummadığım şey oldu yine. Hepsi bir anda gülmeye başladı. Shin-joo ve Soo-oh kahkahalarını etrafa fırlattılar. Jae-seon yine o tatlı gülümsemesini takınmıştı. Ve Donghyun... Onun bu kadar içten güldüğünü ilk defa görüyordum. Sanki donmaya yüz tutmuş kalbin tekrar atması gibi bir şey. Hatta bu o kadar farklı bir gülme ki sanki hiç erimemiş kar tanesinin parlak bir şekilde aynı kalması gibi. Ya da yeni açan kiraz çiçeğinin mis kokusu gibi... Ya da düşen sonbahar yaprağı gibi... Eyvah! Ben neden böyle düşünüyorum! Böyle düşünmemem gerek değil mi? O benim arkadaşım. Böyle düşünmek normal değil... "Kendine haksızlık ediyorsun." dedi Jae-seon. Bakışlarım Donghyun'dan ona döndü. "Sen gördüğüm en havalı kızsın." "Hem de ne hava! Silahı havaya sıkışın hiç gitmiyor aklımdan!" dedi Shin-joo. Donghyun ve ben onu susturmak için aynı anda kalktık. Bunu fark ettiğimde hemen duraksadım. Ne olduğunu bilmiyordum ama şu an başka bir şey düşünemiyordum. Sonuçta o annesinin gazabına uğrayan yalnız bir çocuktu. Onunla ben ortak değildik, tamam bazı yerlerde ama yine de böyle düşünmemem gerek. O zor bir hayattan geldi. Evet, şimdi anlamıştım. Ben Jae-seon'nun anlattıklarından etkilenmiştim. "Tabii ya!" dedim yumruğumu sıkarken. Dudaklarımı ısırıp, yumruğumu masaya vurdum. Bu yüzdendi işte. Ben bu sert çocuğun hayatını öğrenmiştim. O yüzdende böyle hissediyordum. Oh! Rahatladım. Dudaklarımı rahat rahat kemirirken bir anda çöken sessizliği fark etmemle dörtlüye baktım. Hepsinin yüzü şaşkınlıkla bütünleşip bana odaklanmıştı. Tabii ben böyle durur muyum, hemen toparladım olayı. "Yani şey... Ben sizin neden benimle arkadaş olduğunuzu anladım." dedim bana ait olan ama gerçek olmayan o sahte gülüşümle. Yüzler ekşidi. Sırtımda el hissedince irkildim. Yavaşça belime vurdu Donghyun. Sanki ben grubun içindeki erkeklerden biriymişim gibi bir samimiyetle. "Sen yemeğini ye." Bir müddet daha devam etti. Ancak ben ona dik dik bakmaya başladığımda gerçeğin farkına vardı ve sanki tükürüğü boğazına kaçmış gibi öksürmeye başladı. Ardından da tamamen benden bağlantısını keserek diğer tarafa döndü. Hâlâ daha öksürmeye devam ediyordu. "Afiyet olsun o zaman." dedi Jae-seon gerilimi bozmak istercesine. Başımı salladım ve gülümseyerek, "Size de." dedim. Çubukları elime alıp bu sefer pirinç lapasına uzanmıştım ki üzerine et koyulunca yine olduğum yerde kalakaldım. Ben rahat bir yemek yiyemeyecek miyim burada? Eti koyan kişiye döndüm. "Ye, ye. Senin çok yemek lazım." dedi umursamaz bir tavırla Donghyun. Ama hayır, asıl onun çok yemesi lazım. Onun yaşadıklarını ben de yaşadım. Seni sevmeyen insanlarla aynı evde yaşadığında yemeğin değerini daha çok biliyordun. "Hayır, sen ye!" dedim çıkışarak. Tabağıma koyduğu eti geri koydum, sonra benimkilerini de koydum. Ardında hafifçe iterek yemeklerinin soslarını karıştırdım. Biraz da pirinç lapası daha ekleyip tepsiyi önüne yerleştirdim. Gözlerimi ona doğru kaldırıp az önce bana uyguladığı samimiyeti bu sefer ben uyguladım. Omzuna hafifçe vurarak, "Bol bol ye. Güçten düşme." dedim gülümseyerek. Yüzüne baktığımda gözlerinin bana kilitlendiğini gördüm. O kadar derin ve şaşkın bakıyordu ki sanırım bu halime anlam verememişti. Eh, mantıklı da... Bu duyguyu biliyordum. Kimse sana böyle davranmayınca ve biri çıkıp bir anda böyle davranınca kendini boşlukta hissediyordun. "Teşekkürler." dedi kendini toparlarken. Gözlerini üst üste kırpıp başını tabağına çevirdi. Ben de önüme döndüğümde Jae-seon'un asık suratla pirinç lapasını çubuklarıyla katlettiğini gördüm. O kadar sert bir şekilde saplıyordu ki çubukları pilava sanki tabak kırılacaktı. Belki de kırılacak... Onu durdursam iyi olur. "Jae-seon, iyi misin?" Gözleri bana dönünce o asık suratta güneş doğdu. "İyiyim," Çubuklarını kenara koydu. "Sen nasılsın?" "Bence bu saniyeden sonra daha iyi." dedi Shin-joo hem bana hem de Donghyun'a bakarken. Donghyun dolu ağzıyla," Ne? Ne demek istiyorsun? " diye tehditkâr bir şekilde gözlerini pörtletti. Sonra da atışmaya başladılar. Arkadaşça ve esprili bir şekilde. Şu an onları dinlemiyordum. Dinlediğim tek kişi Jae-Seon'du. Bu aralar beni geriyordu. "Şey, Donghyun..." dedim yutkunarak. Kavgasına son verip bana baktı. Ben de çok uzatmadan devam ettim. "Ben senin annenin öldüğünü öğrendim." Durakladı. Birkaç saniye öylece baktı. Aynı şekilde diğerleri de. Ellerimi önümde birleştirip, "Nasıl bir duygu olduğunu bilirim, üzgünüm." dedim. Jae-seon'a baktığımda donuk gözlerle beni izlediğini fark ettim. Bu konuyu burada açmam çok saçmaydı ama belli ki buradakiler beni yanlış anladılar. Amacım sadece ona destek olmaktı. "Boş versene." dedi omzunu silkerken. Sonra tabağından bir parça yemek aldı. "Ben üzgün değilim. Olması gereken oldu." Lokmayı ağzına koyarken sessiz kalan grubu umursamıyormuş gibi davrandı. Ama aslında içten içe umursuyordu. Bunu bilebiliyordum, çünkü ben de ne kadar bana işkence etse de o adamdan sevgi aradım. Onun da aradığını adım gibi biliyordum. "Eh, hadi! Yemeğinizi yiyin." dedi işaret ederken. Bizde ses çıkartmadan tabaklarımıza gömüldük ve o andan sonra kimseden çıt çıkmadı. Usul sessizlik yemek bitene kadar sürdü. Sanki ölüm sessizliği gibi... Ya da bizim hayatlarımızda yer alan o acıların sessiz çığlıkları gibi... 🌸
Sizde Donghyun'un aile yapısını merak ediyor musunuz? Yeni bölümde görüşmek üzere... |
0% |