Yeni Üyelik
29.
Bölüm

🌸26.Bölüm🌸

@alfaedam

🌸

Umut, tekrardan hayata dönmek demek değildi.

Umut yeniden gülebilmeyi, sevebilmeyi ve savaşmayı öğrenmekti.

Minji'nin hayatını yaşarken bunu çok net görmüştüm. Hatta yaşamanın ne olduğunu, hayata güzel bakmanın ne olduğu tanımıştım.

Dökülen kahverengi, sarı ve turuncu yaprakların eşsiz görüntüsüyle büyülenirken, yerde birikmiş olan gölcüklerin yansımasını izliyordum. Bir turuncu yaprak usul usul suyun yüzeyine düştü. Sonra suyu dalgalandırarak kıyıya vurdurdu. Hafif eser rüzgarda yaprağa yardım ederek, sanki gölün ortasında yalnız başına sürüklenen bir kayık gibi sürükledi onu uzaklara...

Sonbahar buydu işte.

Sonbahar bir göç mevsimiydi. Yaprakların, kuşların, sıcak havanın, hayatın göçüydü.

Benim günümde bir sonbahar havası gibiydi. Sessiz, hafif sallantılı ve ıslak... Bazen kafası karışık, bazen de zihnen yalnız. Ama çoğu zaman yağmurlu...

Oturduğum kaldırım taşının üzerinden kalkarken yalnız kalan kayığa baktım uzun uzun. Ardından bir ayak gördüm ve minik birikinti yaprakla birlikte kaybolup gitti. O ayak sanki yalnızlığın üzerinden basıp gitmişti. Aynı benim yalnızlığımın üzerine basıp gittiği gibi...

Başımı kaldırıp uzun ve derin anlamlı duran gözlerine baktım. Ara sıra sinir eden sözleri, uzun süren donuk bakışları ve zaman zaman da esprili tavırları düşündürmüyor değildi beni. Hatta çözülmesi gereken bir şifre gibiydi. Tek tek sonuçları bulmak için onun içini deşmek gerekiyordu.

Ya da ilk düşen sonbahar yaprağı gibi...

Evet! O buydu.

O bir sürü yaprağın altında ezilmiş ilk sonbahar yaprağıydı.

Bense ilkbaharda açan kiraz çiçeği...

"Neye bakıyorsun öyle?" dedi bana doğru birkaç adım atarak. Hafif esen rüzgar şiddetlenmişti, ama bir yaprağı buradan uzaklara götürecek kadar değil.

"Yakışıklı ve dayanılmaz yüzüm diyeceğim ama sen en son ona bakarmışsın gibi duruyorsun." Ellerini cebine koydu.

Tüm her şeyi sakladığı gibi ellerini de saklıyordu. Evet, onu anlayabiliyordum. Ne kadar umursamamaya çalışsa da annesinin sevgisini istemişti. Ona sımsıkı sarılmak ve sevilmek istemişti. Bunu her çocuk isterdi. Ben de istedim.

Ama hiçbir zaman alamadım.

"Senin yakışıklı yüzünü ben ne yapayım?" dedim ona kızgın gibi görünmek isteyerek. Aslında bir gram sinirli değildim. Sadece hissizdim ve düşünceliydim. Yine de bunu ona yansıtmak istemedim. Arkamı döndüm ve yürümeye başladım.

Okul bugün hızlı geçmişti. Sakindi ve bana sataşan insanlar olmamıştı. Bu sonunda benim de rahat bir nefes alabileceğim anlamına geliyordu. Bu iyi bir şeydi, değil mi? Evet, belki de gerçekten öyleydi.

Arkamda onun varlığıyla birlikte yürürken neden beni takip ettiğini anlamaya çalışıyordum. Aslında bu sadece eve giderken değil, okulda, yemekhanede, sınıfta, her yerde beni takip ediyordu. Bu durumdan sıkılmaya başlamıştım artık.

Bir hışımla arkama döndüm. Elleri ceplerindeyken benim bu ani dönüşüme şaşırarak olduğu yerde duraksadı. "Sen beni neden takip ediyorsun?" dedim hiç çekinmeden. Durakladı ve elinin tekini cebinden çıkartarak kendini gösterdi.

"Ben... Seni..." dedi beni göstererek. "Takip etmek..." Yalancı bir kahkaha attı ve o çekik gözlerini açabildiğince kocaman açmaya çalıştı. "Delirdin mi? Ben seni niye takip edeyim?" Kollarımı göğsümde bağlayarak tek kaşımı kaldırdım.

"Sabah karşıma çıkıyorsun, hadi sınıflarımız bir diye sınıfla ilgili bir şey demeyeceğim. Yemekhanede karşıma çıkıyorsun. Şimdi de eve giderken peşimdesin. Neden beni takip ediyorsun Kang Donghyun? Yoksa hala bana güvenmiyor musun? Numaranı falanda verdin, ne iş?" dedim gözümü kırparken.

Bir müddet şaşkınca bana baktı. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi dilini şaklatarak yoluna devam etti. Yanımdan geçerken de "Bir de bana paranoyak derler." diye söylendi. Ardından da önüme geçerek yürümesine devam etti. Tabii normal olarak ben de peşindeydim, çünkü evim o taraftaydı.

"Hadi benim evim bu tarafta. Peki senin? Başka yol kullanmıyor musun? Hem nasıl zenginsin sen? Şoförün yok mu senin?" dedim üzerine oynamaya devam ederek.

"Benim evimde bu tarafta," dedi umursamaz bir tavırla. Yanına koşarak geldim ve onunla aynı hizada yürümeye başlayarak sorularıma devam ettim.

"Nasıl bu tarafta? Ben seni bu mahallede hiç görmedim." Görsem hatırlardım herhalde.

"Evet, çünkü yeni geldim." Yüzüme baktı. "Evinin arkasındaki gökdelenleri görmüşsündür. Büyük ve büyük olanları..." Başımı gördüm dercesine salladım. "Evet, işte onlar babamın."

"Cidden mi? Övünmek için sence de çok saçma bir ortam değil mi?" Omzunu silkerken dudaklarını büzdü.

"Övünmek için söylememiştim ama sen öyle anladıysan sorun yok." Umursamaz tavrı beni çileden çıkartıyordu. "Ama..." dedi uzatarak. Böyle dediyse lafın devamı var demekti.

"Ama?"

"Ama o şirketler buraya taşınmamızın en büyük nedeni. Annem ölünce ve şirketler taşınınca buraya geldik. İki senedir bu mahalledeydim ama iki senedir yaşamıyordum da diyebilirim. Ondan öncesinde bir malikanede yaşıyorduk, inan bana büyük bir evde yaşamak hiç güzel değil. Tamam, her şeye sahipsin ama yine de yetersiz geliyor."

Bilmez miyim?

"Ee, peki şimdi de büyük bir evde yaşamıyor musun?"

Alt dudağını umursamıyormuşçasına uzattı.

"Evet, ama eskisi kadar büyük değil. Çok da sevdiğim söylenemez. Galiba ben yaşadığım hiçbir evi sevmiyorum." dedi ellerini ceplerine iyice yerleştirerek.

Onu izlerken kendi yaşadığım evin bana nasıl cehennem gibi geldiğini hatırladım. Kocaman odalarda sanki karanlık bir gölgenin beni izlediğini düşünerek, korkudan titrediğim geceleri. Hatta o karanlık gölgenin beni bulmaması için saklandığım küçük yerleri hatırladım. Bu beni ürpertti. Tüm tüylerim diken diken oldu.

"Sana diyorum!" dedi omzuma dokunarak. Kendime geldiğimde duraksamış yüzüme şaşkınca bakıyordu. Ah, anıları hatırladıkça böyle donup kalmaktan nefret ediyorum.

"Efendim?"

"Sen beni dinlemiyor musun?" dedi kaşlarını çatarak. Omuzlarımdan aşağıya düşen hırkamı tekrardan aynı yere getirirken başımı olumsuz anlamda salladım. Sanırım bazen bazı noktalarda fazla aşırıya kaçıyordum.

"Şey... Dinliyordum ama aklıma unuttuğum bir şey geldi o yüzden..."

"Hım, ne o unuttuğun şey?" diye sorunca kafamı kaldırarak onun meraklı yüzüne baktım. Bir anda dudaklarımı kocaman gülümseme aldı ve "Seni biriyle tanıştırabilir miydim?"

Anlamayarak yüzüme bakmaya başladığında uzun süre öyle kalacağını zannederek kolundan tuttum ve onu bu hayattaki ilk arkadaşımla tanıştırmak için peşimden sürüklemeye başladım. O peşimden geldikçe artık arkamda yavaş kalmaya ve beni yavaşlatmaya başladı. Elini bırakarak önden koşmaya devam ettim. Uzun bir süre o arkada ben önde yürüdükten sonra aniden arkama dönerek geri geriye yürümeye başladım. Donghyun'da dikkatlice bana bakıyordu.

"O benim ilk arkadaşım."

"İlk arkadaşın benim sanıyordum." dedi homurdanarak. Omuzlarımı silktim.

"Sen benim telefondaki ilk arkadaşımsın ama o... Çok sevimli, çok güzel ve çok iyi bir dinleyici." Önüme dönerek yola baktım.

"Hm, eminim gıcık biridir de..." dedi mırıltıyla.

Duymamış gibi yaparak, "Efendim?" dedim.

Elini sanki beni kovmak istercesine savurunca kendimi gülmekten alamadım. Bir köpeğe gıcık diyen birini ilk defa görüyordum. Hoş, bu Kang Donghyun olunca ona göre kendisi hariç herkes gıcıktır da neyse.

Dediğim yere gelince eğilerek çağırmaya başladım. Donghyun şaşkınca beni izliyordu. Onu umursamadan Tofu'yu çağırmaya devam ettim. Sonra da çantamı açarak bir poşet dolusu köpek mamasını çıkartınca Donghyun'un şaşkınlığının geçtiğini hissederek yanıma eğildiğini gördüm. Sanırım o da küçük arkadaşımla tanışmak için can atıyor gibiydi. Onunla tanışmak için kim can atmaz ki?

Derken otların arasında küçük kuyruğunu sallayarak koşup gelen Tofu'yu gördük. Onu görünce sevinçle olduğum yerde sıçradım.

"Bak! Nasıl da heyecanlı!"

O minik kuyruğunu ısırasım vardı. Bu nasıl bir sevimlilik! Yaa!

Yanıma gelen Tofu'yu kucağıma alarak severken Donghyun dikkatle beni ve Tofu'yu izliyordu. Onun ilk arkadaşım olması şaşırtmış olmalıydı. Ama şaşıracak bir şey yoktu ki bunda, değil mi? Sonuçta hayvanlar onu sevenleri koşulsuz severler. Onlar insanlar gibi değiller.

"Demek o ilk arkadaşın buydu."

Başımı hızla salladım.

"Evet, bu Tofu. Tofu bak, bu da sana bahsettiğim o gıcık. Adı Donghyun."

Bozulduğunu görsem de umursamadan sevmeye devam ettim.

"Şuna bak! Hayvana beni nasıl tanıtmış?"

Tofu, benden atlayıp ona doğru ilerlediğinde hırladığına yemin edebilirdim ancak Donghyun'un sevecen yaklaşmasıyla birlikte hemen yumuşadığını da görmüş oldum. Demek ki canı istediğinde iyi olabiliyormuş. Gülerek yemeği önceden ayarladığım kabına döktüm. Donghyun'un "Çok tatlı," dediğini duyduktan sonra Tofu ondan uzaklaşarak mamanın yanına geldi ve kütür kütür yemeğe başladı. Yavrum nasıl da acıkmış.

Suyunu da yeniledikten sonra Donghyun'la birlikte onu izlemeye başladık. Uzun bir sessizliğin sonunda, "Onu nasıl buldun?" diye sordu. Gülümsemem yavaşça azaldığında yolun karşısındaki ara sokağa baktım. O da ilk bana sonra da baktığım yöne döndü. Orayı ikimiz de biliyorduk. Orası ilk karşılaştığımız yerdi.

"O gün Tofu'nun ağlayan sesini duydum. Ona yemek verdiğimde biraz duraklamıştım. Eğer yoluma devam edip gitseydim sizi orada hiç görmeyecektim. Belki de o adam sizi ya hırpalayacaktı ya da öldürecekti." dedim. "Ama neyse ki Tofu buradaydı ve iyi ki buradaydı. Onunla iyi ki tanışmışım. Değil mi Tofu?"

Heyecanla zıplayınca onu izlemekten kendimi alamaz hale geldim. Bu sevecenlikle bu köpek insanı çıldırtır.

"O zaman Tofu'ya da teşekkür etmem gerek."

"Evet, öyle..." dedim onu onaylayarak. Ama dikkatimi daha farklı bir şey çekti. Tekrardan o ara sokağa baktığımda oranın polis kordonuyla sarılı olduğunu gördüm. Şimdi polisler yoktu ama sarı şerit açıkça orada gözüküyordu. Sadece ikinci kez bakmam yeterliydi.

"Ama neden orada bir polis şeridi var?"

Öyle söyleyince Donghyun'da meraklı bir şekilde o tarafa baktı. O da ilk baktığında görmemiş olmalıydı.

"Neden var ki? İlkinde fark etmedim."

Dediğimi kanıtlayan bir şekilde söyledikten sonra adımlarım oraya doğru ilerlemeye başladı.

"Nereye?" diye sorduğunu duyduğumda arkama dönerek yüzüne baktım.

"Oraya bakmak istiyorum. Belki bizim yüzümüzden vardır."

"Delirdin mi sen? Polis bizi görürse ne olacak?"

"Bir şey olmaz," dedim hızla ilerlerken. O, arkamdan söylenene kadar ben çoktan olay yerine gelmiştim. Etrafa baktığımda kimsecikler yoktu. Polis buradan çoktan ayrılmış olmalıydı.

"Polis burada yok."

"Belli oluyor zaten." diyerek arkamda belirdiğinde olduğum yerde sıçradım. Onun burada ne işi vardı, hani gelmeyecekti.

"Hani bana gelmeyeceğini söylemiştin."

Omzunu silkerek şeridi yukarıya doğru kaldırdı.

"Merak ettim. Hadi çabuk geç!" deyince güldüm. Ne garip bir çocuktu. Bir öyle bir böyle.

Donghyun'un bana yolu açmasıyla birlikte ilk karşılaştığımız o yere doğru ilerlemeye başladık. Buradaki halimi hatırladıkça kendime bir kere daha hayranlık duydum. Çünkü eğer şu an yine başıma öyle bir şey gelse o zamanki gibi olabilir miydim, bilmiyorum. Bildiğim tek şey varsa o da burada dört kişinin hayatının kurtulmuş olmasıydı. Şimdi böyle bir şerit çekildiyse kim bilir bu çıkmaz sokakta neler oldu?

İlk geldiğim anı hatırlayınca ayaklarım titrek ilerliyordum ama kendimden emindim. Polis gibi düşünmüştüm. Zekamı kullanmaya çalışmıştım ama bazen deli cesareti zekanın bile önüne geçebiliyordu. Ben o anda zekamı değil, aklıma ilk ne geldiyse onu kullanmıştım ve bu durum bizi kurtarmıştı.

Tabii, bu her zaman işe yarayacak anlamına da gelmiyordu. Adam bundan korkmayıp bana saldırmışta olabilirdi. Belki de silahı bana karşı kullanıp beni öldürebilirdi. O zaman da ikinci şansım yok olup giderdi. Ay, bunun düşüncesi bile kötü!

"Burada ne olmuş böyle?" diye arkamdan gelen Donghyun'un sesini duyunca kendime gelerek etrafa göz gezdirdim. Geçen ki çöplerden ya da masadan bir iz yoktu. Sadece etrafa yayılmış kağıtlar, insan biçiminde tebeşirle çizili olan bir silüet ve kan vardı.

Dur bir saniye! Kan mı?

"Kan!" Hızla Donghyun'a döndüm. "Burada kan var!"

"Burada biri ölmüş." dedi benim ağzımdan lafı alarak.

"Yoksa..." dedim aniden. Gözlerimi kocaman açıp ona inanamayan gözlerle baktım. Yoksa onlar o adamı öldürmüşler miydi?

"Hayır!" dedi o da gözlerini açarak. "Hayır biz sadece ellerini ve kollarını bağladık. Hem bu adamı bıraktığımız şekilde durmuyor."

Parmağıyla siluet'in başını ve kollarını gösterdi. "Bak elleri açık, bacakları da açık. Bağlı biri böyle ölmez. Hem vücudu adamın yapısından daha küçük." Geri çekilerek uzaktan baktım. Bu doğruydu. Bir adam olmayacak kadar küçüktü. Bu bir...

"Kadın." dedim elimi ağzıma götürerek. "Burada bir kadın ölmüş!"

Her yerde bu durum aynıydı demek ki. Her ara sokakta ya da çıkmaz sokakta bir kadın cesedi bulunuyordu. Dünya bu kadınlardan ne istiyordu da hep onlar ölmek zorunda kalıyordu. Aynı şekilde çocuklarda öyle. Dünya ya zayıfları ya da iyileri yok ediyordu. Güçlüler ve kötüler hep bu dünyayı yönetiyordu.

Bu Ayça'da yaşarken de öyleydi. Küçük bir kız olan ben içinde geçerliydi. Savunmasız bir şekilde yaşamaya çalışırken o kötü adam bana her türlü işkenceyi yaparak daha da güçleniyordu. Bu dünya niye adaletsizdi?

"Sizin ne işiniz var burada?" diye bir ses duyduğumuzda ikimizde birbirimize bakakaldık. Sanırım yakalanmıştık.

Yavaşça arkamızı döndüğümüzde iki dedektifin şeridi geçerek buraya geldiğini gördük. Bir adım atarak Donghyun'a yaklaştım. O da benim yaklaşmamdan cesaret alarak dedektiflere bakmayı sürdürdü. Bir yandan da kolunu kaldırmış güya beni koruyordu. Hiç bozuntuya vermeden öylece kendine güvenmesine izin verdim.

"Sizin burada olmamanız gerekiyordu." dedi diğer dedektif.

Biri kadındı, diğeri de erkekti. Şeridi geçerek bize yaklaşmaya başladılar. Kadın, orta yaşlı ama duruşu güçlü birini ifade ediyordu. Yanındaki erkekse biraz daha genç ve bir o kadar da uzun boyluydu.

Saçlarını geriye doğru atmış, alnı açık bir şekilde, üzerindeki sivil kıyafetleriyle birlikte karşımıza gelmişti. Ama benim en çok dikkatimi çeken kadın olmuştu.

Kadın, bizden çok yerdeki tebeşirle çizilmiş Siluetle ilgileniyormuş gibi duruyordu. Benim gibi kısa saçlara sahip, belindeki silahıyla ve yüzündeki ciddiyetle birlikte ilgi çekiciydi. Ah, bir an onun kadar havalı olmak istedim.

"Biz sadece merak ettik. Evimizin yolunun üzerindeydi." dedi Donghyun. Erkek dedektif dik dik bize baktı. Sanki bizden şüpheleniyormuş gibi. Ben de ona dik dik baktım. Bir müddet bakıştıktan sonra başını yere çömelmiş olan kadın dedektife çevirdi.

"Sence buna inanmalı mıyız Bayan Choi?"

Kadın, dikkatlice kanın bulunduğu yere bakarken, "Çocuklarla uğraşma Bay Oh. Belli ki aşk macerasına atılmaya kalkmışlar." dedi ayağa kalkarken.

Dur bir saniye!

Ne dedi o?

"Ben." dedim parmağımı kendime doğrultarak. Aynı şekilde Donghyun'da parmağını kaldırarak kendini gösterdi.

"Ben, onunla!" Yüzünü ekşitti. "Aşk mı?"

"Asla!" diye başımı hızlıca salladım. Bu dedektifler neden her yan yana bulunan genci aşık sanıyorlar?

"E, o değilse ne o zaman?" diye yine sordu dedektif.

Bu sefer kadın dedektifin yanına gelerek, "Bu kim...?" dedim. Gerisini getiremedim bile. Birinin vahşice öldürüldüğünü söylemek ne kadar zordu. Şu anda bu kadın dedektife saygı duyuyordum.

"Bu genç bir kız. Lise öğrencisi." Üzerimdeki formaya baktı. Sonra da başını olumsuz anlamda sallayarak cevapladı. "Ama sizin okuldan değil. Babası zenginmiş. Bu yüzden bir çete tarafından kız için fidye istenmiş. Babası vermiş ama az verdiği için kızı öldürmüşler."

Gözlerimi kırparak kadına bakakaldım. Aynı şekilde Donghyun'da bakakaldı. Bunu fark eden Dedektif Oh, araya girerek Dedektif Choi'nin ağzından lafı aldı. "Aman dedektif, onlar daha lise öğrencisi."

"Buraya girebilmişler ama." dedi uyaran gözlerle. "Eğer böyle bir yere girebiliyorlarsa ne olduğunu öğrenebilecek yaştadırlar demektir. Sence de öyle değil mi öğrenci?" dedi Donghyun'a bakarak. Donghyun aniden eğilerek özür diledi. Dedektif aynı şekilde bana baktığında ben kollarımı bağlayarak kaşlarımı çattım.

"Kusura bakma ama burada benim gibi bir öğrenci öldüyse ve benim mahallemde bu olay olduysa bunu bilmeye ve öğrenmeye hakkım var, değil mi? Hem burada polis yoktu. Burası olay yeriyse hani neredeler? Sizin işler böyle mi çalışıyor?" dedim tek kaşımı havaya kaldırarak. Kadın ellerini beline koyup bana dik bir şekilde baktı. Sanki beni süzüyordu. Ne gördüyse artık.

"Öğrenci! Gördüğüme göre fazla cesursun. Ama bazı şeylerin farkında değil gibisin. Burada, aynı yerde birkaç gün önce bu adamlardan birinin paketlenmiş bir şekilde ekipler tarafından bulunduğunu gördük ve aynı hafta içerisinde genç bir kızın burada öldüğünü görüyoruz. Burası sizin için tehlikeli. Dışarıdaki şeritlerde ondan buradalar. Şimdi boyunuzdan büyük işlere kalkışmadan, ya da sizi işe engel olmaktan tutuklamadan önce buradan uzaklaşsanız iyi olur." dedi tehdit edici sesiyle.

Ama unuttuğu bir şey vardı. O adamı biz paketlemiştik. Yani çoktan boyumuzdan büyük işlere kalkışmıştık. İstemesek de bu işin içindeydik zaten. Ama o kadın haklıydı. Daha fazla bu işe burnumuzu sokmamalıydık. Yoksa gittikçe tehlikeli bir hal alabilirdi.

"Haklısınız efendim. Reşit olmayanları tutuklayamazsınız ancak işinize engelde olmak da istemem. O yüzden," Hızlıca eğildim ve "Özür dilerim." dedim. Tekrar doğrulurken de "Umarım katilleri çabucak yakalarsınız." diyerek Donghyun'un bileğini yakaladığım gibi onu çekiştirmeye başladım.

O da özür dileyerekten beni takip etmeye devam etti. Kafası karışmıştı belli ki. Hiç inkar etmiyorum benim de karışıktı. Bu yüzden önden hızlıca ilerleyerek yürümeye başladım.

Bunlar mafyaydı. Evet, biz büyük bir belanın içine düşmüştük. Hepimiz tehlikedeydik ve az çok ne yaptıklarını da görmüş olduk. Neden orada birini öldürdüklerinin cevabı da çok basitti. Aklın sıra bize yakında size de gelecek diyordu. Ama neden? Biz onlara hiçbir şey yapmadık!

"Neden?" dedim yüksek sesli bir şekilde. "Para neden bir insanı öldürtmek için bu kadar değerli?" Ellerimi iki yana açarak isyan edercesine bağırdım. "Ne yapacağız şimdi? Bizim yüzümüzden bir insan öldü."

"Yaşamaya devam edeceğiz." dedi Donghyun aniden.

"Nasıl?"

"Bu bizim suçumuz değildi. Biz de mağduruz. O kızın ölümü bizim suçumuz değildi."

"Onu neden orada öldürdüklerini az çok tahmin edebiliyorsundur." dedim adımlarımı yavaşlatarak.

"Evet," dedi ve benimle aynı hizaya geldi. "Ama bu bize bir ders vermek için değildi." Bakışları bana döndü. "Bu işten uzak dur. Bunun seninle bir alakası yok. Onların derdi bizimle. Seninle değil."

"Ne yani fakirim diye beni dışlıyor musun?"

"Öyle bir şey demedim." dedi yüzünü ekşiterek. "Hem fakir olduğunu kim söyledi."

"En azından benden fidye istenemeyecek kadar param yok." Omzumu silktim.

"Evet, bu yüzden uzak kal. O burnunu da her yere sokma! Zaten senin yüzünden dedektiflerden de azar yedik. Bir de bilmiş gibi konuşuyorsun."

"Sen de hemen kedi gibi oldun dedektiflerin yanında. Bana gelince kaplan oluyorsun!" dedim sesimi yükselterek.

"Bana bak!" dedi gözlerini kocaman açarak.

"Baktım ne oldu? Ne yapacaksın? Yap! Hadi yap!"

Aniden kavga etmeye başlamıştık. Bu nasıl oluyor bilmiyorum ama her onunla konuştuğum süreçte bir kavga başlıyordu. Normalde ben çok kavga eden bir insan değildim ama onla oldukça sürekli ediyordum. O beni kötü etkiliyordu.

Tabii, bu kadar yakından gözlerime bakacağını tahmin etmemiştim. Öfkeliydi, ben de öfkeliydim. Ama gözlerinde farklı bir şey daha vardı. Ayça'daki bedenimin gözleri de böyleydi. O bana öfkeli değildi, o kendine ve geçmişine kızgındı. Aynı ben gibi...

"Tamam," dedi bir adım geri atarak. "Sonra görüşürüz." diyerek arkasına dönüp yürümeye başladı.

Az önce ne olmuştu öyle bilmiyordum ama arkasından seslenerek, "Sonra görüşürüz." dedim.

Galiba bana bir şey yapamayacağını anlamıştı. Zaten şu an önemli olan birbirimizin kavgası değildi. Önemli olan bundan sonra neler yaşayacağımızdı.

Sanırım artık düşmanlarımız vardı.

🌸

Merhaba. ☺️

Yeni bölümler yavaş yavaş gelmeye devam edecek. Önceden dediğim gibi bölümlerin uzunluğunu arttırıyorum.

Loading...
0%