Yeni Üyelik
31.
Bölüm

🌸28.Bölüm🌸

@alfaedam

🌸

Karanlık kalan odalarda köşe kovalamaca oynarken kendimi koruyacak duvarlar inşa etmek için çabalamıştım hep.

Bir insana güvenemeyeceğimi düşündüğüm anlar benden uzaklaştığında kırların arasında gezerken görüyordum kendimi. Elimde topladığım papatyaların sayısı artarken gözlerimden de acılarımın yaşları akıyordu.

İşte o an biri gözyaşlarımı avucuyla yakaladı ve onları kuruttu. Mavi gözlerinin içine umutla baktığımda yanağıma değen elleri kalbimi yerinden çıkartacak kadar hızlandırıyordu. O benim kurtarıcım gibiydi.

Erkan'a öyle tutulmuştum işte. Kırların arasında papatyaları toplarken sıcaklığına ve merhametine inanmıştım. Topladığım papatyalardan birisini eline alıp saçıma taktığında yüzündeki o eriyen gülümsemeyi görmüştüm.

Bana, "Her şey geçecek," diyordu. "Ben senin yanında olduğum sürece güvendesin Ayça."

"Seni seviyorum..."

Bu sözler bana hayat veren sözlerdi. Karanlık toprağı üzerimden attıran sözlerdi. Ben o sözlere inandım, ben o sözlere tutundum.

Ve ben yine o sözlere kandım...

Şimdi ise başka birinin hayatında, başka birinin göğsüne sıkıca sarılıyor ve onun bana kaybettiğim güveni vermesini umuyordum. Kulağıma değen kalbinin atışını duyuyor, kokusunu burnumda hissediyordum. Göğsünü şişiren nefesinin doluşunu... Dur bir saniye! Onun nefes alması gerekmiyor mu?

Hızla kafamı kaldırıp gözlerimi yüzüne çevirdiğimde, yüzü beyaza dönmüş, kulakları ve yanakları kızarmıştı. Ama değişmeyen tek bir şey vardı. O da Noodle'la olan duruşu...

İşte tam o sırada beni kovalayan adamı gördüm. Eliyle bir şeye işaret yapıyordu. Çok kısa bir süre sonra da o siyah adamın bir taksi çevirmek için elini kaldırdığını, hatta duran taksiye binip gittiğini gördüğümde olduğum yerde kalakaldım. Yani şimdi hepsi bir yanlış anlaşılma mıydı? Ben sadece taksi için koşan bir adamdan mı kaçmıştım?

"Shhhii, lanet olsun!" dedim ellerimin arasındaki tişörtü sıkarken. Ardından ellerimin arasında bir tişört olduğunu fark ettim. Sonra o tişörtün içindeki kaslı çocuğu... Yüzümde oluşan iğrentiyle birlikte geriye sıçradım.

"Özür dilerim ben... e... şey... bir yanlış anlaşılma oldu. Ben sadece..."

Donghyun'un tekrar nefes aldığını gördüğümde ağzındaki noodle parçaları da nefesle birlikte fırlamıştı. Sonrada art arda öksürmeye başladı. Sırtına vurup genzine kaçanların çıkartmasına yardımcı olmaya çalışırken, ona böyle bir şey yaşattığım için yerin dibine girecek bir yol arıyordum. Yaptığım hatadan nasıl geri dönecektim şimdi ben?

"Nefes al, nefes..." diye onu sakinleştirirken aniden bana doğru döndü.

"Sen..." Sağa ve sola baktı. "Az önce..."

"Hepsi bir yanlış anlamaydı. Ben sadece... dışarda biri vardı."

Parmağım havaya kalktı ve camdan dışarıyı gösterdim. Ancak dışarıda hiç kimse yoktu.

"Ama gitti."

Parmağım bu sefer saç diplerime ulaştı ve mahcup bir şekilde saçlarımı kaşıdım. Şu anda aşırı utanıyordum. Ben neden öyle bir şey yapmıştım ki? Şimdi nasıl açıklayacaktım ona bunu?

"Manyak, deli. Beni öldürecektin az kalsın." dedi göğsünü tutarak. Hala içi acıyor olmalıydı.

"Özür dilerim, benim niyetim seni öldürmek değildi, tamam mı? Zaten korkunç bir gece geçirdim." Arkamdaki yemek yenilen uzun şeride sırtımı yasladım. Derin bir nefes alarak, "O adamın benim peşimde olduğunu sandım." dedim.

Sakinleşmem gerekiyordu. Ellerimi dizlerime getirdim ve düzenli nefes almaya çalıştım. Hala kalbim ağzımda atıyordu.

Gözlerim ona döndüğünde dışarıya bakıyordu. O da sakinleşmiş görünüyordu. Tabii onu korkutanın ben olduğumu varsayarsak...

"İyi misin?" dedim.

Bana baktı. Sonra da hızlı bir şekilde başını salladı. Ardından ona, "neye bakıyorsun?" diye merakla sordum. Çünkü bakışları bir şey arıyormuş gibiydi.

"Seni bu kadar korkutanın kim olduğuna. Onu tebrik etmem lazım. İlk defa seni bir şey bu kadar korkutuyor."

"Ha-ha-ha, çok komik. Hatırlat da bir daha güleyim." dedim suratımı ekşiterek.

O da gözlerini devirdi ve noodle'la geri döndü. Çubuğuyla bir iki kere karıştırdı, sonra da yüzünü ekşiterek sertçe çubuğu geri bıraktı.

"Ahh, soğumuş..."

Kaşlarımı çatarak onu incelemeyi sürdürdüm. Çünkü şu anda evinde olup, daha lüks yemekler yemesi gerekmiyor muydu? O zengin değil miydi? Çevresinde ne koruması vardı ne de onu merak eden hizmetliler. Sanki sıradan bir hayat sürüyormuş gibi duruyordu. Onun böyle olmasının sebebini merak ettim.

"Neden buradasın?"

Yüzünü bana çevirdi.

"Sen neden buradasın?"

"İlk önce ben sordum."

"İkinciyi de ben sana soruyorum işte."

Kolumu arkamdaki yere atarak, "Çok gıcıksın, biliyorsun değil mi?" dedim sabır dilenircesine.

"Biliyorum," dedi sinir bozucu bir şekilde gülerek.

En sonunda dayanamayarak ben cevapladım sorusunu. Çünkü ona bir dakika bile katlanamayacaktım.

"Annem birkaç şey almamı istedi. Onları almaya geldim. Peki sen?"

"Yani bilirsin." dedi soğuk noodle'la oynayarak. "Ailevi sorunlar, babam ya da onun gibi şeyler."

Sorumu geçiştirmeye çalıştığını anladığımda öfkeli gözlerimi ona kilitledim. O da anlamış olacak ki daha fazla sürdürmedi bu durumu.

"Babamla kavga ettim ve öfkeyle evi terk ettim, oldu mu?"

Kaşlarım çatık bir şekilde ona bakmayı sürdürdüm. Çünkü babasıyla kavga etmesine rağmen hala burada duruyordu, bu mahallede... O zaman bir şeyi fark ettim. Ne kadar babasıyla kavga etmiş olsa da ne kadar kızgın olsa da babasını terk edip gidemiyordu.

"Pekala bu da bir şey," diyerek rafların arasında gezmeye başladım. "En azından sebebini söylemen iyi oldu."

Derin bir nefes aldığını ve o nefesi yüksek sesle geri bıraktığını farkettim. Hafifçe gülümseyerek onu kızdırmanın zaferiyle birlikte annemin dediği şeyleri birer birer aldım. Bittiğinde tekrar karşı karşıya gelmiştik.

"Bana neden sarıldın?" dedi kollarını bağlayarak. Sorduğu soruya cevap vermemek için yanından geçip gitmeyi düşündüm bir ara. Ancak bundan vazgeçerek bunalmış bir şekilde gözlerimi devirdim.

"O adamın beni takip ettiğini sandım. Markete girersem kurtulurum düşüncesiyle hızla buraya geldim ve seni gördüm. Senin arkana saklanırım diye düşünerek şey yaptım işte."

"Beni kalkan olarak mı kullanmayı hedefledin yani."

"Yani, bir nevi." dedim geçiştirerek. "Ama Donghyun, sende de iyi vücut varmış. Spor mu yapıyorsun yoksa?"

Yüzümü eğleniyormuş gibisinden bir gülümse kaplayınca ellerini sanki açık bir yerlerini kapatıyormuşçasına gövdesine koydu. Sonra da gözlerini kısarak bana komik bir bakış attı.

"Seni sapık." dedi. Öyle söyleyince daha çok kahkaha attım. Neden bilmiyordum ama şu an onun yanında çok rahat hissediyordum.

🌸

 

Marketten ayrıldığımızdan beri yan yana ve sessiz sedasız bir şekilde yürüyorduk. Karanlık iyice sokakları esir almış, hafif sonbahar rüzgarı da etkisini göstermeye başlamıştı. Az önce korkarak geçtiğim sokak şimdi o kadar da korkunç gelmiyordu. Hatta daha sakin ve daha dinlendiriciydi.

Neden o kadar korktum bilmiyorum, belki de mahallemde bir kızın ölmesinden dolayıydı. Bende o kız gibi olmak istemedim.

Elime aldığım ikinci şansı bu kadar basit bir ölüm için feda etmek istemiyordum. Hem daha yapacağım çok şey vardı. Hayatımı doya doya yaşamak istiyordum. Sevdiklerimle birlikte olmak istiyordum. Buna doyamadan ölmek haksızlık olurdu.

Elimdeki poşet boşlukta ses yaparken cebimdeki elimi çıkartıp üzerimi düzelttim. Az önceki koşmamdan kalan korku kırıntılarını bir bir elimle süpürdüm. Sonra da gözlerimi yanımda usul usul yürüyen Donghyun'a çevirdim.

"Bu akşam eve dönmeyi düşünüyor musun?"

Bir müddet etrafına ve karanlığın içinde yanan sokak lambalarına baktı.

"Bilmiyorum." Elleri cebindeydi ve dağınık saçları önüne düşmüştü. Gözlerindeki yorgunluk metrelerce öteden bile görülebilirdi.

"Peki yemek yedin mi?" Bu sefer bana döndü.

"Senin sayende hayır. Soğuk noodle sevmem ben."

Elimdeki poşeti sağa sola sallarken yüzüme muzip bir çocuğun gülümseyişinden ekledim.

"Sen zengin değil misin? Yeni bir tane alabilirdin."

İç çektiğini duydum ama bu öyle basit bir iç çekme değildi. Bayağı güçlü bir iç çekmeydi. Sınırımı fazla zorladığımın farkına vararak alt dudağımı ısırdım ve konuyu değiştirmek için düşünmeye başladım.

"Az önce buradan geçerken kendimi çok savunmasız hissettim." dedim sessizliği bozarak. "Sanki tuzağa düşürülmüş bir tavşan gibiydim. Beni yakalayacağını düşündüm. Oysa sadece taksiyi yakalamak içinmiş."

Başımı yere eğerek az önceki korkumu unutmak istercesine silkelendim.

"Neden o kadar korktun ki?"

"Bilmem," dedim omzumu silkerken. "Belki de dünkü olay beni çok etkiledi. Belki de bir daha ailemi göremeyeceğimi sandım. Sadece..." Gözlerimi sıktım. "Sadece o kız gibi bir hiç uğruna ölmek istemedim. Çok korkunç ve çok acımasız."

"Hey!" dedi Donghyun güç veren sesiyle(!) "Sana bir şey olmayacağını söyledim. Neden kendini bu kadar sıkıyorsun?"

"Ash! Bağırmasana! Sağır değilim ben." Kulağımı tuttum. "Gayet sağlam duyuyor kulağım."

Sert gözlerimi ona çevirdiğimde yüzündeki endişeyi gördüm. O zaman onun aslında anlattığım her şeyi düşündüğünü fark ettim.

Sonra da bir anda, "Özür dilerim." dedi. Hiç beklemiyordum böyle bir şey. Yüzü bana birçok şeyi anlatıyordu aslında ama ben onu anlayamıyordum. Çünkü daha onu tanımaya fırsatım olmamıştı.

Kendini kapatmanın yolunu çok iyi biliyordu.

"Ne için? Kulağım içinse..."

"Seni bu işe bulaştırdığım için."

İşte o an durdum. O da benimle birlikte durdu. Eğer bu yüzden özür diliyorsa o zaman çok yanlış düşünüyordu. O beni bu işe bulaştırmadı. Ben bu işe bulaştım.

"Beni bu işe bulaştırmadın Donghyun-shi. Bunların hepsine ben kendim bulaştım. Sizi kurtarmayı ve o yola gitmeyi ben seçtim. İsteyerek yaptım çünkü önceden hiçbir şey yapmazdım hayatımda. Sadece izlerdim ve bu durum beni kalpsiz bir insan yaptı. Şimdi ise bir köşeye geçip uzaktan izlemek istemiyorum. Beni ben yapan bir şey istiyorum bu hayatta. Ve korkmakta beni ben yapan özelliklerden biri."

Bu sadece bu hayatta değildi, bu Ayca'nın hayatında da olan bir gerçekti. Çünkü ben hayatı hep uzaktan izledim. Yapacağım şeyleri yapmaktan korktum. Bir insan olarak varlığımı yitirdim.

Ben o anda yaşarken ölüydüm ve yapmadığım onlarca şey vardı. Onlarca şeye de uzaktan baktım. Şimdi ise hayatımda önemli şeyler yapmak istiyorum. Bunda bir insanın hayatını kurtarmakta dahildi.

"Hem ne güzel oldu, değil mi? Senin gibi bir gıcık arkadaşım oldu. Daha önce benim hiç arkadaşım yoktu."

Yüzüme eklediğim gülümseme mutlu olduğum için mi yoksa geçmişe bir meydan okuma mı bilmiyordum ama, bildiğim tek bir şey vardı. Bu hayatta hiçbir şeyden pişman olmadan ölmek istiyordum.

Gözlerimin içine o sert ve keskin gözlerle baktı. Ama bakarken öfke ve nefretten çok merhamet ve anlayış gördüm. Kang Donghyun çok şey olabilirdi ama o kalpsiz biri değildi. O benim ilk arkadaşımdı.

"Hey, bize gelsene." dedim aniden yüzüne karşı. O merhametli gözlerde bir anda şaşkınlık gördüm.

"Ne?" dedi şaşkınlığını vurgularken.

"Duydun işte. Annem çok güzel yemek yapar. Hatta kimbapı denemen lazım." Aniden poşeti kaldırdım.

"İçinde kurutulmuş yosun var." dedim kocaman gülümseyerek. Hala dediklerimi kavrayamamış gibi yüzüme bakmaya devam etti. Ne varsa artık yüzümde bu kadar, bakmaya doyamadı(!).

"Ama şimdi öylece..."

"Hadi, bir misafirden bir şey olmaz."

Bu sefer kıyafetinin kolunu tuttum ve sanki kirli bir şey tutuyormuş gibi çekiştirdim.

"Ay tutuşa bak." dedi yüzünü ekşiterek. "İnsan da çöp tutuyor sanır."

"Söylenme," dedim, bir süre çekiştirdikten sonra da tekrar yan yana yürümeye devam ettik.

"Hem yemeğini mahvetmiştim. Ödeşmiş oluruz."

"Ödeşmiş olmayız. Ben de sana öyle bir şey yapmalıyım ki nasıl olduğunu anlamalısın."

Gözlerimi kıstım.

"Aaa hayıır, sen yapmazsın değil mi? Yapma..."

Ona itiraz ederken aslında ne kadar da eğlendiğimin farkına varmıştım. Ses tonum bilhassa o yüzden daha inceydi ve daha sevimliydi. Çünkü bir insana ne kadar sevimli yaklaşırsan o insanın kalbindeki sevgiyi de ortaya çıkartırsın.

Tabii de benim gibi arkadaşsızlıktan bunalan bir kız için arkadaşlığın ilk başlangıcı... Onu daha çok tanımak istemem benim mi suçum?

 

🌸

Tüm yolu birbirimizle atışarak gelsek de sonunda evimin o güllü kapısına gelmiştim. İçerdeki annem ve babamın mutlu yüzlerini görmek için sabırsızlanırken yanımdaki buz kütlesinin soğukluğunu hissedince yanımdakine döndüm.

Donghyun, kaskatı kesilmiş bir şekilde yanımda öylece duruyordu.

Koluna dokunarak onu sarsmaya çalıştım.

"Sen iyi misin? Buz küpü gibi duruyorsun."

Yüzüne bakarak bir şeyler anlamaya çalıştım. Böyle yakından bakınca ve dikkatli bakınca aslında çok yakışıklı duruyordu. Keskin biten gözlerinin sert duran bakışları ve yüzünün sivriliği onu kendine has yapıyordu. Bir Koreli erkeğin bu kadar dikkat çekici duracağını hiç düşünmemiştim, biraz ilginç...

"Ya baban kızarsa." dedi aniden. Şaşkınlıkla gözlerimi kırparak yüzüne bakmaya devam ettim. "Ya annen kabul etmezse. Bir anda öyle gitmek... Keşke bir şeyler alsaydım elim boş geldi böyle." dedi heyecanlı şekilde. Dokunsam oturup ağlayacak gibi duruyordu.

Sanki cumhurbaşkanıyla görüşecek, bu ne heyecan?

"Saçmalama, annemle babam bu dünyadaki en tatlı iki insan. Hem biz yamyam değiliz."

"Heh?" dedi sanki dediğimi anlamamış gibi.

"Biz diyorum, insan yemeyiz diyorum. Hem onları çok seveceksin."

Uğraştırsa da sonunda ittirerek zorla soktum içeriye. Sanki sevgilimde, ailemle tanışacağı için heyecanlı... Dur bir saniye! Yoksa...!

Düşünemeden kapı açıldı ve annemin sesi duyuldu. "Minji, nerede kaldın? Seni merak ettim." O endişeli sesi duyunca yüzümde güller açtı sanki.

"Geldim anne." Ayakkabılarımı çıkartırken de arkamda duran Donghyun'a baktım. "Hem bir misafirde getirdim."

"Misafir mi?" diyerek annem yanıma geldi. O sırada Donghyun ellerini cebinden çıkartarak ondan beklemediğim performansla saygıyla eğilmeye başladı. Bir anda melek gibi bir çocuk oldu. Bu çocuğun böyle bir yüzü mü vardı yani?

Annemde onu görünce ilk önce bana bakarak gülümsedi, sonra da içeriye davet etti.

"Merhaba, ben..." dedi Donghyun mahcup bir şekilde. İçeriye girmeden önce onu durdurdum.

"Ayakkabılarını çıkartmadan girme, yoksa tüm yerleri temizlemek zorunda kalırız." dedim gülümseyerek. Babamın ilk buraya geldiğinde bana söylediği şey aklımı süpürüp geçti. Şimdi düşündüm de o anların üzerinden bayağı zaman geçmiş gibiydi.

"Tamam," diyerek ayakkabılarını çıkarttı ve önüne koyduğum terlikleri giydi. Terliklerde bir farklılık vardı. O da rengi pembe ve kalpliydi. Kocaman gülümseyerek ona baktım, o da anlaşılmaz bir yüzle bana baktı.

"Şey bize çok misafir gelmez de..."

Dudaklarını birbirine bastırarak başıyla onayladı. Yüzündeki anlıyorum ifadesi beni bir nebze de olsa rahatlatmıştı.

Hatırladığım kadarıyla Minji'nin hayatında annesinden ve babasından başka kimse yoktu. Akrabaları bile yoktu. Ayça'yı zaten hiç söylemek istemiyorum çünkü onun hayatı başlı başına bir karmaşaydı. Şimdi düşününce iki hayata sahip olmak çok zordu. Çünkü üzülecek iki hayatım vardı ve ikisinde de beni avutacak çok az şey vardı. Bu da iki katı üzüntü demekti.

Onu içeriye davet ettiğim anda sanki sırtıma bomba bırakılmışta patlamasını izleyen birinin varlığını hissetmiştim. Ama asıl bomba benim sırtım değildi. Asıl bomba banyodan çıkan babamdı. Gözleri ikimizin arasında o kadar hızlı gezmişti ki yüzündeki şaşkınlık ve öfke tohumları çoktan çimlenmeye başlamıştı.

Acaba Donghyun'u buraya getirmekle büyük bir hata mı yapmıştım?

Galiba babam bu gece en büyük savaşlarından birini verecekti.

🌸

Bir bölümün daha sonuna geldik. Acaba Minji Donghyun'u eve getirmekle hata mı yaptı? 🙈

 

Loading...
0%