Yeni Üyelik
32.
Bölüm

🌸29.Bölüm🌸

@alfaedam

🌸

Gece, en güzel ne zaman olurdu biliyor musunuz, ay karanlığı aydınlatmaya başladığında.

Ve ilk kez bir yıldız ortaya çıktığında kararan havanın o kadar da korkutucu olmadığı görürsünüz.

Benim hayatımda da koca bir karanlık vardı, bazı zamanlar o karanlık büyüdü, bazı zamanlarda da o karanlık küçüldü ama hiçbir zaman silinmedi. Şimdi o karanlığa baktığımda artık bir aya ve yıldızlara sahiptim. Artık o karanlık korkutucu değildi. Artık o karanlık, seyirlik bir manzaraydı.

Önceden korkularımın varlığını hayatımdaki karanlık insanlara bağlar ve ardıma bakmadan koşmak isterdim. Ayça olarak tek yanlışımdı buydu. Savaşmak yerine kaçmayı tercih etmek...

Beni sevmeyen, beni hor gören insanlara karşı bir kere bile sesimi yükseltmedim. Sesimin duyulması için yüksek sesle konuşmadım. Sadece sustum, sonra da beni binadan aşağıya atmalarına izin verdim. Aslında en başta o binaya ben çıkmadım. Beni oraya onlar çıkarttı. Ve en sonunda da beni aşağıya ittiler.

Aşağıya ittikleri için onlara lanet mi okumam lazım yoksa teşekkür mü etmem lazım bilmiyorum ama karşımdaki adam bana bu gözlerle bakarken, ona hissettiğim sevgi duygusu anında kabarıp tüm bedenimi sarıyordu. Hani derlerdi ya kızların ilk aşkı babaları olur diye. İşte benim gerçekten de ilk aşkım babamdı.

O Minji'nin babası olsa dahi...

"Babacığım." dedim kocaman sırıtarak. Onunda gözleri bana döndü ve yüzündeki o gülümsemenin belirişini izledim. Bu adam gerçekten bu kadar yakışıklı ve göz kamaştırıcı mıydı? Annemin çok şanslı olduğunu düşünmeden edemiyorum.

"Kim Minji," dedi, sesindeki hafif sertlik ve hafif yumuşaklıkla birlikte.

Aha! Tam adımı söyledi. Bu demek oluyordu ki bir problem vardı.

"Misafirimiz kim?"

Ellerimi önümde kavuşturarak, "Şey, baba..." diyemeden lafımı kesti babam.

"A, bu geçen evin önünde notları almaya gelen çocuk değil mi?"

Parmağını kaldırarak çocuğu gösterdi. Donghyun kaskatı kesildi. Sonra da hızlı bir şekilde eğilerek selam verdi. Onun bu kedi hali nedense çok hoşuma gitmişti.

"Evet baba, ama bu sefer ben eve davet ettim."

"Ne?" dedi çekik gözleri kısılırken. Düz bir çizgi halini aldığında onun görmediğini düşünmeye başladım. "Neden? Yoksa siz..." Parmağı ikimizin arasında gezdi.

Utancımı nereye saklıyorduk, çünkü ben bu saatten sonra saklanacak yer bulamayacağım bari en azından utancımı saklayayım, değil mi?

"Hayır!" dedim aniden. Aynı şekilde Donghyun da itiraz etti. Hatta birbirimizden birer adım bile uzaklaştık.

"Uğraşma çocuklarla." dedi annem mutfaktan beri. Sonra da bize doğru gelerek elimdeki poşetleri aldı. "Minji misafir getirmiş, hoş geldin?"

Donghyun, daha önce görmediğim bir gülümseme eklemişti yüzüne. Gülümsemesi sıcacık ve anlayışlıydı. Annemin de onu çağırdığım için mutlu olacağını düşünmemiştim.

Şimdi ise babamın yan bakışlarıyla salona doğru gidişini izliyordum. Komik olansa gözünü hiçbir şekilde ondan ayırmadan ilerlemesiydi. Sanki düşmanına bakıyormuş gibiydi. Komik ama bir o kadar da korumacı.

İçeriye geçtiğimizde ve anneme yemekleri masaya koymaya yardım ettiğimde Donghyun'da bir köşede oturmuş masum bir çocuk gibi bir sağa bir sola bakıyordu. Onun ilgili bakışlarını izlerken attığım gülümseme bendeki farklı şeyleri ortaya çıkarttı. Bunlardan biri de şu an nedense çok mutlu olmamdı. Sebebini bilmiyorum ama demek istediğim; eve ilk defa bir arkadaşım geliyordu ve benim görevim de onu en iyi şekilde ağırlamaktı.

"Ona bakarken gülümsemen çok güzel bir şey. Ama baban görürse kızabilir."

Kendime gelip anneme döndüğümde elindeki tabaklarla birlikte beni izlediğini yeni fark etmiştim.

"Anne," dedim sırtımı tezgâha yaslarken. "Eve ilk defa bir arkadaşım geliyor, değil mi?"

Annemin o anda bana bakan gülümsemesinde bir azalma görüldü. Sonra tekrardan toparladı kendini.

"Evet, öyle oldu."

"Anne, bir şey soracağım. Bu biraz komik olacak ama senin arkadaşların var mıydı?"

Annem biraz duraksasa da düşünceli bir şekilde 'var' dercesine başını salladı.

"Peki onlarla neler yapıyordunuz?"

"Şey," dedi yüzünü düşerken. "Birlikte takılırdık. Bir şeyler yer ve içerdik. Bazen farklı eğlenceli şeyler yapardık." Durakladı ve gözlerini kaldırdı.

"Hatırlamıyorum, çok uzun zaman oldu."

Yüzünün donukluğunu ve boşluğa baktığını görünce onu üzdüğümün farkına vararak dudaklarımı büzdüm.

"Özür dilerim anne. Sadece daha önce hiç samimi bir arkadaşım olmamıştı. Sadece Donghyun'da değil Ryu Jae-seon, Jung Soo-oh ve Koo Shin-Joo'da var. Onlarla nasıl takılacağımı bilmediğim için sordum."

Annem kaşlarını kaldırarak bana baktı.

"Bunlar sanki bana kız isimleri değillermiş gibi geldi?"

"Evet, hepsi erkek. Kızlar beni çekemiyorlar da ben de erkeklerle takılıyorum." dedim bir parça yemek çalarken. Ağzıma attığım sırada annemin öldürücü bakışlarına yakalandım. Öyle bir bakıyordu ki, kendime 'Kaç Minji, yoksa başına bir bela gelecek' dedim bir an.

"Sen ciddi anlamda çok değiştin, yok yok. Sen benim dayağımı daha önce hiç yemedin." dedi. Onun benimle şakalaştığını anlamak için yeterince büyüktüm.

"Canım annem, sen zahmet etme ben tabakları taşırım." diyerek elinden aldım ve hızlı adımlarla masaya doğru ilerledim. Yer masasına yerleştirirken göz ucuyla babama baktım. Bacak bacak üstüne atarak televizyona bakıyormuş numarasına çaktırmadan Donghyun'a bakıyordu.

"Evet, babacığım." dedim babama doğru ilerlerken. "Bu Donghyun, bu kadar sessiz olmasına bakma normalde çok girişken ve konuşkandır."

Donghyun, gözlerini pörtleterek bana baktı. Bu sessiz haliyle uğraşmasam olmazdı.

"Önceden söylediğim gibi kendisi benden sonra geldi okula ve adaptasyon sürecini diğerleriyle birlikte geçirdik. İlk günden beri arkadaşım yani." Ellerimi birbirine kavuşturarak babamın bana dikkatli bakışlarını süzdüm.

Onu sevdirecek bir şey bul... Lanet olsun, onu o kadar iyi tanımıyorum ki!

"Şey onu markette noodle yerken gördüm ve yemeği benim yüzümden birazcık mahvoldu." diyerek parmaklarımla az işareti yaptım. Eğer olayı betimlemezsem babamın hatırladığım diğer halini görebilirdim.

"O yüzden hem özür için hem de annemin yemeklerini tatsın diye onu çağırdım. Kızmadın değil mi babacığım?"

Donghyun, kısık gözlerle bana bakıyordu. Bir işaret bekliyordu. Sonra gözlerimdeki o değişimi görünce ayağa kalktı.

"Evet, isterseniz hemen gidebilirim hiç sıkıntı yok." Ama ben ellerimi birbirine sürterek dudaklarımı büzdüm.

"Ama gitmesin baba, lütfen kalsın." Sonra da köpek bakışları ekledim yüzüme. Sevimli ve yalvaran...

Arkamda duran Donghyun'a gizlice aferin işareti yaptıktan sonra çaktırmadan anneme baktım. Elini ağzına götürmüş gülmemek için kendini zor tutuyordu. Biliyordu babamı ikna etmek için küçük çaplı bir oyun oynadığımı. Çünkü Minji'nin anı arşivinde gördüğüm kadarıyla babam kızına asla kıyamıyordu. Bu da benim işime gelirdi.

Bir süre babamın dudağının köşesini ısırıp, gözlerini de kendine has düşüncelere boğulmuş bakışını izledim. Gülümseyince oluşan minik gamzesinden, şaşırınca irileşen gözlerine kadar gerçek Minji sayesinde babamın tüm hareketlerini ezberlemiştim. Şu anda ikna olmasına rağmen zoru oynadığına yemin edebilirdim. Zaten buna da gerek kalmadan o belli belirsiz olan gamzesini görmüştüm.

"Tabii, misafire her zaman yerimiz var kızım. Hem nerede görülmüş misafiri yollamak. Tabii ki de bizimle birlikte yiyebilir. Hem karımın yemeklerini herkes bilmeli."

İşte! Sonunda!

Olduğum yerde heyecanla sıçrarken ani bir sevinçle sarılmak için Donghyun'a döndüğümde bir anda durdurdum kendimi.

'Hop!' dedim içimden. Ne oluyor sana Ayji? Sakin! Kime sarılıyorsun sen! Kendine gel.

Yönümü, "Ben en iyisi anneme yardım edeyim." diyerek mutfağa çevirdim. İkisinin garip bakışlarını umursamadan tabiri caizse götüm götüm mutfağa oradan da lavaboya ilerledim. Bu aptallığımı sabunla yıkamam gerekiyordu çünkü.

🌸

 

Masayı kurup birlikte yemek yemeğe başladığımız anda dopdolu masaya gözlerimi gezdirdim. Annem yine doldurmuştu masayı. Ne yemem gerek diye düşünürken farkında olmadan yutkundum. Sonra da alt dudağımı yalayarak Kimbap'a uzandım. İlk açılışı onunla yaptım çünkü en sevdiklerimden biri buydu. Anneme her akşam yaptırır, yemekten de hiç bıkmazdım. Şimdi de mutlu mutlu çiğniyordum ki Donghyun'un garip bakışlarını üzerimde hissettim.

"Kendine yemek mi seçiyorsun yoksa..."

"Başlangıç yemeğimi seçiyorum. Hepsi çok güzel olduğu için hangisinden başlayacağımı bilemiyorum, okey!"

"Okey!" dedi gözlerini pörtletirken. Elimdeki çubukları birbirine vurdum.

"Hem daha hiçbirini denemedin bile." Pirinç lapasını önüne koydum. "Bunun üzerine etleri koy, sonra da sosu dökünce çok lezzetli oluyor." diyerek tek tek yerleştirdim. Sonra bir anda bir şey fark ettim.

Annemle, babamı...

Gözlerim o kadar ağır bir şekilde annemle babama döndü ki kendimi bir anda utanç çukurunun içinde buldum. Bu onlar için yeni bir şeydi, ama biz diğerleriyle birlikte hep böyle yemek yerdik. Onlar benimle paylaşır ben de onlarla yemeklerimi paylaşırdım. Yemek konusunda ne ara bu kadar samimi olduk bilmiyorum ama böyle yemek yemeği seviyordum.

Daha çok onlardan öğrendim diyebilirdim bu olayı, çünkü onlar küçüklükten beri kardeş gibi yaşadıkları için yemekleri paylaştırarak yiyorlardı. Hatta yemek yemeği o kadar çok seviyorlardı ki Soo-oh her öğlen vaktinde yemekler hakkında bilgiler veriyordu. Bu yüzden bu samimi yemek yeme olayını çok seviyordum.

"Şey," dedim babamın ağzından düşen kaşığa bakarken. Galiba, gittikçe beni yanlış anlıyorlardı. Benim onunla aramda bir şey olduğunu düşüneceklerdi. "Baba, sende ister misin?"

Babamın yüzündeki bakış ve gözlerindeki hayret odanın etrafında dolanıp tam karşımda durdu. O an anneme dönüp baktığı gözlerini 'vay be' dercesine salladıktan sonra kaşığı yeniden eline alarak masaya koydu.

"Kızım sonunda benim yerime birini bulmuş, vay beh!"

Annem koluna dirsek attı. Ancak babam başını sallamaya devam etti. Sonra da yüzü ağlamaklı bir ifadeye bürünerek anneme döndü.

"Gördün mü Min Seo? Kızıma doyamadan evden gidecek."

O an sol tarafımdaki kulağıma sert bir öksürük sesi geldi. O kadar gürleşti ki öksürük ona döndüğümde utançtan kızardığını fark ettim. Gerçekten onu eve davet etmek en büyük hataydı.

"Baba ya!" dedim kaşlarımı çatarken. Neden böyle yapıyorlardı ki? Normalde böyle yapmazlardı. Çok utandım şu an. "Anne, babama bir şey de!"

"Hyo-Sun," dedi hafifçe koluna dokunarak. Bu beni bile ikna etmedi.

"Anladım ben, anladım. Babana bile böyle davranmıyorsun."

"Ama o benim arkadaşım, hem misafir o, misafir. Bana sen öğretmiştin misafiri iyi ağırlamamız gerek diye. Şimdi niye onun yanında böyle tuhaf konuşuyorsun."

Kaşlarımı çattım ve pirinç lapasını önüme çekerek kızgın kızgın yemeğe başladım.

"Doğru, benim kızıma her şeyi ben öğrettim. Daha şu kadarcıktı," dedi eliyle belli bir mesafeyi gösterirken. "O boyla ben ona boks yapmayı öğrettim."

Bir anda gözlerim babama döndü.

Boks?

Bir anı elimden tutarak beni karşıladı. Daha dört yaşındaydım, üzerimde renkli puantiyeli lila bir elbise vardı. Saçlarım iki yandan bağlanmış ve kirazlı tokalardan takılmıştı. Bahçede renkli balonlar etrafında koşarken annem masayı kuruyor, babam da benimle oyun oynuyordu. Kahkaha sesleri ve ortama renk katan cıvıl cıvıl kuşların sesleri zihnimde yankılanıyordu.

En sonunda babamla karşı karşıya geldiğimde bana bazı teknikler gösteriyordu. Yumruklarıyla bana vurmuş gibi yapıyordu ama ben, bana vurmadığını biliyordum. Aynı şekilde bende ona öyle yapıyordum. O da beni kahkaha yağmuruna tutmak için kendisini bir sağa bir sola atarak, vurulmuş taklidi yapıyordu. O kadar güzel bir görüntüydü ki...

Ama sonra bir şey daha fark ettim. O muhteşem anı zihnimde yankılansa da aslında o anı benim değildi. Benim anım olmasını çok isterdim ama işte, değildi.

O gerçek Minji'nin anısıydı. Babasına gülümseyen ve kahkaha atan kızı gördükçe neden kahrolduğumu bilmiyordum ama içimde kopan fırtınayı sustururcasına çubukları köşeye bıraktım.

Acaba ben, böyle Minji'nin hayatını pervasızca yaşarken o neredeydi? Hala daha içimde miydi, yoksa çok uzaklarda mıydı? Onu merak ediyordum ve ondan özür dilemek istiyordum. Onun hayatını çaldığım için...

"Minji iyi misin?" dedi annem benim yüzümü saran hüznü fark edercesine. Gözlerimi kaldırarak sanki hiç üzülmemişim gibi kocaman sırıttım.

"Tabii ki de iyiyim annem. Hadi yiyelim."

Sağ tarafımda oturan Donghyun'nun gözlerini hissedince üzerimde hafifçe o tarafa dönüp omzuna vurdum.

"Hadi yesene!" dedim. İçimdeki gizlediğim şeyleri onlara anlatamazdım. Anlatsam da benim deli olduğumu düşünürlerdi. Kimse bana inanmazdı. Bu yüzden sustum ve sıcacık yuvamı kollarımın arasına sardım.

Ne kadar kendi hayatımda yaşamasam da bu hayatı yaşamalıydım. İkinci şansımı avuçlarımdan kaçırmamalıydım. Bu benim son şansımdı.

🌸

Yemeği bitirdikten sonra bir süre daha Donghyun bizimle kaldı. Sonra da artık eve gitmesi gerektiğini söyleyerek dışarıya çıktı. Bende icap gereği ona eşlik etmeliydim. Bu yüzden üzerime hırkamı aldım ve onu takip ettim.

Şimdi ise ikimizde bulutlu gökyüzünde karanlık parkta yavaş adımlarla yürüyorduk.

Gece etraf çok sessiz oluyordu. Sanki tüm insanlık bir anda yeryüzünden silinmiş gibi. Ama biliyordum uzakta parlayan evlerde kendi hayatlarını yaşayan insanların var olduğunu. Bazıları aileleriyle birlikte televizyon izlerken bazıları da sevgilileriyle birlikte vakit geçiyordu.

Ama ben de güzel havanın tadını çıkartıyordum, değil mi?

"Ah..." dedim soğuk havayı içime çekerken. "Hava çok güzel."

Donghyun'da benimle birlikte havaya baktı.

"Güzel mi?" Bulutlu havanın verdiği buhranı sevmemiş olacak ki yüzünü ekşitti. "Buz gibi."

"Bir şeyi de bozmasan olmaz, değil mi?"

Donghyun, bir çise gibi düşürdüğü bakışlarıyla birlikte uzaklara daldı. Onunla karşılaştığımdan beri yüzü düşük ve düşünceliydi. Alışkın değildim onun bu karalar bağlamış haline. Nedense o gıcık Donghyun'u özlemiştim.

"Hey, ne düşünüyorsun?" dedim ellerimi pantolonumun arka cebine sokarken. Aklından geçenleri merak ediyordum.

İlk önce başını eğdi, sonra da bana döndü.

"Annenin yemeklerini. Gerçekten çok lezzetlilerdi."

"Değil mi?" dedim heyecanla olduğum yerde sıçrarken. Yüzüme eklediğim o sevinç gülümseyişini ona çekinmeden gösterdim. "Sana demiştim annem çok güzel yemek yapar diye."

Sonra duraksayarak kendimi toparlamaya çalıştım. Babasıyla kavga etmiş bir çocuğu nasıl tekrar güldüreceğimi bilmiyordum ama en azından onu iyi bir ruh haline sokmalıydım.

"Hey, neden bu kadar sinir bozucusun sen?"

Donghyun, aniden irileştirdiği gözlerle bana baktı.

"Ne yaptım ben? Bi-bir şey mi yaptım durduk yere?" Parmağımı ona doğru uzattım.

"Neredeyse iki saat boyunca hiçbir şekilde beni kızdırmadın ve sana sinirlenmemi sağlamadın. Neden böyle davranıyorsun?"

Burnuna doğru uzattığım parmağımla ona daha da yaklaştım.

"Sana boks yaparım yoksa!" diyerek burnunun ucuna kadar geldim. Bir müddet şaşkın sözlerle baktı. Sonra gözlerini üst üste kırptıktan sonra parmağımı köşeye ittirmeye çalıştı.

"Bu da ne?" dedi gözlerini kısarak.

Tam bana kızdığını hissettiğim sırada tam tersini yaparak gülümsedi. İşte şimdi bende rahat bir şekilde gülebilirdim.

"İşte böyle."

Ondan uzaklaştım ve yoluma tekrar devam ettim. Bir yandan da düşünüyordum. Babasına bir sebepten dolayı çok kızgındı bunu biliyordum ama neden mutsuz olduğunu anlayamıyordum. Kızgınlıkla mutsuzluk bambaşka şeylerdi. Kızgınlık geçiciydi, mutsuzluk ise uzun süreli ve bir zaman sonra da acı verici olabiliyordu.

"Babana neden kızgın olduğunu bilmiyorum ama," dedim adımlarımı izlerken. "Eminim halledersin."

Ritmik bir şekilde ilerleyen ayaklarımı izlerken tekrardan gözlerimi gökyüzüne kaldırdım ve bana huzur veren şeyleri düşündüm.

"Sadece sana şunu söylemek istiyorum; hayat birine kızgın kalmak için çok kısa. Hatta o kişi sana işkence etse bile..."

İçimdeki karanlık günleri hatırladığımda Ayça olarak yaşadığım parçalanmaları yüreğimin gizli bölgelerinde hissettim. Hayatımı mahveden adama karşı hissettiğim nefret benim hayatımı elimden aldı. Şimdi düşününce çok kıymeti bir hayatımız vardı. Hem Minji'nin hem de benim. Yaşamak güzeldi. Hangi hayatta olursa olsun güzeldi.

Kiraz çiçeklerinin altında annesini arayan Ayça için bile güzeldi.

O yüzden tekrar Donghyun'a döndüm.

"Ne olursa olsun hayat çok güzel Donghyun. Bulutlu bir gökyüzüne sahip olsak bile."

Donghyun'da bana döndü. Gözlerinde akmayan yaşları gördüğümde aslında onu paramparça ettiğimi anladım. Kanadı kırık bir kuşun kanadını iyileştiririm sandım ama, sanırım bu göründüğü kadar kolay değildi.

"Biliyorum," dedi başını ağır ağır sallarken. "Bunu en baştan beri biliyorum." Dolu gözlerinin ardında güçlü duran sesiyle konuştu.

"Teşekkür ederim," Gülümsedi. "Hem annenin yemekleri için hem de beni buraya kadar yolcu ettiğin için."

Bende gülümsedim.

"Rica ederim. Benim artık gitme vaktim geldi." Elimi uzattım. "O zaman yarın okulda görüşürüz, arkadaşım."

Elime baktı uzun uzun. Sonra da cebinden elini çıkartarak elimi tuttu. Benim soğuk parmaklarıma karşın onunkiler sıcacıktı. Umarım bugünden sonra kalbi de sıcacık olur.

Keşke çevremdeki herkesin kalbi sıcacık olsa. Bundan başka hiçbir şey istemem...

🌸

Güzel bir bölümün daha sonuna geldik. Umarım beğenirsiniz. Diğer bölümlerde görüşmek üzere...

Loading...
0%