@alfaedam
|
🌸 Hayatın anlamı sanki yok gibiydi. Hatta hayat başsız bir askerdi ve namluyu nereye doğrultuyorsa orayı vuruyordu. Hayat beni vurmuştu. Hem de defalarca... Hatta beni delik deşik etmişti. Benim yaşadığım ev bu evin aksine iki katıydı. Odam merdivenlerden çıkınca karşıda kalır ve büyük bir odaya açılırdı. Merdivenlerden inince de direk annemin odasına gidilirdi. Diğer büyük odalarda ne olurdu bilmezdim. Bana zaten çok korkunç gelirdi o odalar. Bir gün sıkıntıyla uyanıp elimdeki bebeğimle birlikte annemin yanına gitmek istedim. Nerden bilebilirdim ki onunla son gecemin olabileceğini. Küçük habersiz bir çocuktum sadece. Annesine muhtaç olan küçük bir çocuk... Minik adımlarım merdivenin sonuna geldiğinde iki adamın kapıdan koşarak çıktığını gördüm. Ne olduğuna anlam veremeden annemin açık kapısından beri içeriyi izlemeye başladım. Bir adam hüzünlü bir şekilde başında bekliyordu. Onun babam olmasını istemiştim ama babam değildi. Başka bir adamdı ve ben o adamı on sekiz yaşımda tanıyacaktım. Gözlerim anneme kayarken onunda son kez bana baktığını gördüm. Gülümsedi. O kadar hüzünlü güldü ki onun aslında beni terk ettiğini sadece gözleri kapandığında anlayabildim. Gülümsemesi son dolunay gibiydi, hatta ağaçta kalan son kiraz çiçeği gibiydi. Güldü ve sonra her şeyi terk etti. Kiraz çiçeğinin aynı ağacı terk etmesi gibi. Aynı ayın gökyüzünü terk edip yerini karanlığa bırakması gibi. O zaman annem ağacı terk etmedi ama beni terk edip gitti. Yalnız kaldığımı o zamana kadar hissetmemiştim. Hani o gözler kapandı ya benim kalbimde o gözlerle birlikte kapandı. Bir daha atmadı. Taşlaştı ve dondu. O ölürken ben de öldüm. Yok oldum... Üzerimden aniden kalkan yorgan ile gözüme giren güneş ışığı, sanki beni kör edercesine saldırınca bana bu ıstırabı yapanı görmek için bir süre beklemek zorunda kaldım. Gözlerim kendine gelince öfkeyle bana bakan ve bu durumu anlamaya çalışan kadını gördüm. Elini beline koymuş, tek kaşını kaldırmış beni süzüyordu. 'Ne var?' dercesine başını salladım. Bunu gördü. Bu sefer tek kaşı değil ikisi birden kalktı. "Neden hala yataktasın Minji? İki gündür yataktasın. Hastaneden çıktıktan sonra hiç düzgün şeyler yemedin ve okula gitmen gerek." Sorgulayıcı sesi kulaklarımda yankılanınca oflayarak tekrar sıcak yorganı yüzüme doğru çektim. Yataktan kalkmak istemiyordum. Yemek yemek istemiyordum. Okula gitmek, işte onu hiç istemiyordum. Tanımadığım bir yerde tanımadığım insanlarla aynı sınıfı paylaşmak mı? Lütfen bu kızı burada ölüme terk edin. Bu hareketimi beğenmeyen Min Seo daha yorgan yüzüme değmeden havada tuttu ve beni bileğimden yakaladığı gibi yataktan çekti. Gücüne karşı çıkamadım. Sadece ne yaptığını incelemeye koyuldum. Beni çekti ve gardırobun önüne getirdi. "Hadi gidiyoruz. Bu böyle olmayacak." dedi dolabın kapağını açarken. "Yataktan kalkmıyorsun, konuşmuyorsun, hiçbir şey yapmıyorsun." Bir kıyafet çıkartıp yatağın üzerine bıraktı. "Doktorlar düzelecek dedi ama bu gidişle düzelemeden açlıktan gideceksin." Bu sefer bir pantolon çıkarttı ve yatağın üzerine koydu. "Artık burnuma kadar geldi. Falcıya gideceğiz." "Ne?" dedim aniden şaşkınlıkla. İnce ve güzel kaşlarını kaldırarak bana döndü. "Evet, sayende fala inanmayan ben falcıya gidiyor, küçük hanım!" dedi kinayeyle. Kollarımı bağladım. "Ben falcıya falan gitmem." Güldü. "Falcı lafını duyunca ne de güzel konuşuyorsun böyle. Hayır canım. Burada son sözü anneler söyler." Yüzümü buruşturarak ona tepkimi koymaya çalıştım. Annem olsaydı belki, ama o benim annem değildi. "Gelmeyeceğim." "Geleceksin! Bu kadar! Gyeong Teyzen iyi bir falcı bulduğunu söyledi. Bu falcı tüm sorunları çözüyormuş. Senin bu yaptığın canıma tak ettiği için son çare seni falcıya götürüyorum. Bu yüzden ağzından başka bir itiraz duymayacağım, küçük hanım!" diyerek odadan çıktı. Arkasından bakakaldım. O kim oluyordu da bana emir verebiliyordu. Kafayı yiyeceğim ya! Nerelere düştüm ben! Ayaklarımı öfkeyle yere vurarak sertçe yatağa oturdum. Ama farkında olmadan giyinmeye başlamıştım bile. Bu kadın hem nasıl ben istemediğim halde benim üzerimde üstünlük kurabiliyordu anlayamıyorum ya! Az önce giymeyeceğim diye direttiğim kıyafetleri üstüme geçirirken de bunu düşünmeden edemiyordum. Hem falcı mı? Hangi çağda yaşıyoruz biz, milattan öncesinde mi? Üzerime giydiğim tişört ve çıkardığı mavi kot ceketle birlikte pantolonu da giyince tam oldum. Saçlarımda salık kaldı. Zaten pek bir şey yapacak halim yoktu. O ne verdiyse onları giydim. Son olarak çorapları giyip çantamı da alarak çıktım odadan dışarıya. Adımımı odadan dışarıya atar atmaz beni kapıda beklediğini gördüm. Bu işte gerçekten de ciddiydi. Acaba bundan kocasının da haberi var mıydı? Yavaş adımlarla yanına geldiğimde düşen başımı bile kaldıramayacak kadar yorgun hissediyordum. Beyaz ayakkabılarımı giyerken de bu durum devam ediyordu. Neden beni yataktan kaldırdı ki? Ben ne güzel o yatakta ölümü bekleyecektim. "Hadi küçük hanım. Gidelim bakalım." dedi elini uzatırken. O güzel parmaklı elini öfkeyle reddettim. "Gerek yok, ben kalkarım." Derin bir nefes alıp verdiğini duydum ama aldırış etmedim. Bir hışımla kalktım, önden nereye gideceğimi bilmeden bahçeden dışarıya çıktım. Bu kadının bana böyle davranmasından nefret etmeye başlayacağımı hiç düşünmezdim. Her ona baktığımda yatakta ölen annem aklıma geliyor, geldikçe de çıldıracak gibi oluyordum. Benim annem ölmüştü. O benim annem asla olamazdı. "Bu tarafa," değince yanlış yola gittiğimi anladım. Yavaşça ona doğru dönerek yüzüyle karşı karşıya geldim. Gözlerindeki o hayal kırıklığı içimi titretse de çatık kaşlarımdan ödün vermeyecek kadar aptaldım. Yine sabır dilenircesine nefes aldığını gördüm. Sonra benden bakışlarını çekip önden ilerlemeye başladı. "Bana karşı neden böylesin?" Ağzımı açmak istedim ama bir tortu nefesimle birlikte ağzımı tuttu. Ona bu hayatta acı çektiğimi ve onun da acılarıma tuzla biberi olduğunu söyleyemezdim. Kendisi farkında değildi ama ben onun kızı değildim. Hiç de olmayacaktım. Benim annem beni bıraktı. Gülümsemesi bir daha geri gelmeyecek şekilde soldu, gitti. Ama bu kadın güzel gülüyordu. Bu da beni yaralıyordu. Belki kimse annem gibi gülemeyecek diye düşünüyordum, ama bu kadın onunki kadar eşsiz gülüyordu. Bu kadının o güzel gülümsemesinden nefret ediyorum. Annem gibi güzel gülmesinden nefret ediyorum. Bu yüzden sana böyleyim, bu yüzden sana bakmak istemiyorum. Başımı bir hışımla başka yöne çevirerek ona bakmamaya başladım. Baktıkça yaralanıyordum, baktıkça acı çekiyordum. Çekmeyecektim. Uzun süre sessiz kaldıktan sonra bir dükkânın önünde durunca ben de durdum. Dışarıdan sade sıradan bir yer gibi duruyordu. Ancak içeriye girince öyle olmadığını ikimiz de anladık. İçerisi sanki küçük çini bibloları dünyasıydı. Birbirinden renkli ve güzel biblolar insanı hayrete düşürecek kadar muhteşem görünüyorlardı. Küçük Çin fenerleri kırmızı bir görüntü sunuyor, minik heykeller sanki yeni bir dünyaya keşfe çıkıyormuşuz gibi hissettiriyordu. Sadece bunlar yoktu; birçok tütsü ve anlamını bilmediğim birçok nesne de vardı burada. Ama en çok dikkatimi çeken kiraz çiçekleriyle dolu olan minik ağaçlardı. Yutkundum, bu sonbaharda bu kadar canlı kiraz çiçekleri beklemiyordum. Adım atarak bir ağacın önünde durunca bir koridor düştü aklıma. Kiraz çiçeklerinin olabildiğince çok olduğu bir koridor. Sonra bir kiraz çiçeğinin kesilip kuruduğunu gördüm. Nefesimi tutarak arkamdaki kadına baktım. Ona kötü davrandığımın farkındaydım ama sanki tek medet isteyeceğim oymuş gibi gözlerinin içine baktım. O da bana anlamsızca bakmaya devam etti. Bizim bu uzun bakışmamız başka birinin seslenmesiyle son bulurken gözler bu sefer sesin sahibine döndü. "Merhaba, ne arzu edersiniz?" Kadın geleneksel kıyafetlerle bir kasanın arkasından bize bakıyordu. O ne zamandır oradaydı fark edememiştik. Min Seo resepsiyondaki kadına doğru ilerlerken yüzüne yine o nazik gülümsemesini takınmıştı. "Merhaba," dedi hafifçe eğilirken. "Biz falcı bir kadın için gelmiştik, bize burayı tarif ettiler ama..." Onlar sohbet ederlerken benim dikkatim tekrardan kiraz çiçeklerinin olduğu ağaca kaydı. Yaprakları dehşete düşürecek kadar canlıydı ve hiçbir taç yaprakta yerinden ayrılmıyordu. Gerçek mi yoksa yapma bir çiçek mi olduğunu dokunarak test edeceğim sırada tanımadığım kadının bana seslenmesiyle elim havada kaldı. Başımı ondan tarafa çevirdiğimde aşırı makyajlı yüzünde bir gülümseme belirdi. "Sen Kim Minji olmalısın. O da seni bekliyordu." dedi. Gözlerimi Min Seo'dan tarafa çevirdiğimde gözlerini büyüterek başını salladı. Onun ismimi söylemediğini anladığımda içime bastıramadığım bir korku girdi. Kapıya doğru ilerlerken de gözlerim hala Min Seo'daydı. Sanırım ben bir gerçeğe doğru yol alıyordum. 🌸
Evet, bir bölümünde sonuna geldik. Umarım keyif alıyorsunuzdur. Diğer bölümde bazı gerçekleri öğreneceğiz. Takipte kalın. |
0% |