@alfaedam
|
🌸 Bir oyunun içinde olduğumu düşündüğüm zamanların hepsi aslında bunların gerçek olduğunu öğrendiğim anla birlikte bitmişti. Kendimi beyaz bir elbisenin içinde kiraz çiçeklerinin ortasında yalnız başıma buldum. Rüzgâr hafifçe esiyor ve saçlarımı havalandırıyordu. Beni yeni bir yerin girişine hazırlıyordu. Ama ben o girişe hiçbir zaman giremeyecektim. Üstüme kara topraklar atılacaktı ve ben o toprakların altında çürüyecektim. Ya da kader beni yok etmek için arkamda bekliyor olacaktı. Hiçbir zaman nefes alamayacağımı düşündüğüm birçok olay oldu hayatımda. Yalnız kalan bir evladın sığınağı annesiyken evlatsız kalan bir annenin sığınağı neresiydi? Evlat acısı diğer acılara kıyasla daha ağır olur derlerdi. Belki de bu yüzden çok ağlardı şehit aileleri. Belki de bu yüzdendi ondan önce ölen evladını mezara koyamaması. Belki de bu yüzdendi. Son kez arkamda endişe ve korku dolu gözlerle bana bakan kadına döndüm. Bu kadın benim annem olmayabilirdi ama o Minji'nin annesiydi. Ve kızı için endişelenmesi en doğal hakkıydı. Kapının kolunu tutarken de gözlerimi ayırmadım ondan. İçeri girip son ana kadar kapıyı kapatmadan izledim. Sonra da kapı kapandı. Aramızdaki mesafelere doğru... Ben kimdim? Ben Ayça Öztürk'tüm. Annem, sayılı zenginlerin arasında bulunan bir adamın kızıydı. Babam, hırslı bir adamın kalpsiz oğluydu. İkisi birbirini sevmedi. Bu yüzden babamda beni sevmedi. Annem öldüğünde sığınmam gereken limanım oydu. Ancak kendimi yalnızlığın limanına sığınırken buldum. Üzerimde de kara bulutlar vardı ve her nefes almaya çalıştıkça da üzerime yağmurlar yağdırırdı. Ben okula giden yalnız bir kızdım. Okuldan dönen yalnız bir kız. Her sabah kahvaltı masasına tek başına oturan, her akşam yatakta annesini sayıklayarak uyuyan, her bahar annesi gelecek diye kiraz ağacının altında bekleyen o yalnız kız... Ve o kaderi kabullenmiş bir şekilde binanın tepesine çıkan kız, şimdi de yeni bir kaderi kabullenmek için bilmediği bir odaya giriyordu. Evet, karşımda duran o kırışıklı yüzü yaşanmışlıklarla dolu olan, mavi gözlü yaşlı kadın kaderimin yeni yolu için beni burada bekliyordu. Her şey zihnimde bir bomba etkisi yaratırken oturan yeni anılar ruhumda depremler yaratıyorlardı. O depremlerse beni yeryüzünden siliyordu. "Sorumluluğu almalısın!" Başıma inen değnek zihnimi aydınlattı. Sonra binanın üzerinde bana bakan bir çift yaşlı mavi göz gördüm. Gülümsedi ve beni davet etti. O soğuk ellerin izi tenimde yankılandı. Zihnime düşen anların ardından da hararetlenen gözlerimle karşımdaki kadına baktım. "Sen!" dedim öfkeyle birkaç adım atarak. "Beni sen attın binadan aşağıya." Her şey yavaş yavaş zihnime yerleşiyordu. Kadın gülümsedi. Oysa onun öfkeden başka bir şey bilmediğini düşünürdüm. "İyi düşün." dedi ihtiyar, kaşları havaya kalkarken. Çekik gözleri şimdi daha belirgindi. Ama bariz mavi gözleri insanı kendine çekmek için bir yol arıyordu. Saçları bembeyaz, gür ve düşük bir topuz şeklinde toplanmıştı. Üzerine giydiği hanbokla kültürlü birine benziyordu. "Düşündüm, hem de gözlerimi ilk açtığım andan beri. Ne yaptın bana? Neden bu bedende bu hiç bilmediğim yerdeyim ben? Neden?" "Bilmem, neden buradasın?" Arkasında döndü ve eline küçük bir bahçe sulama kabını aldı. Yavaşça arkasında boy boy dizilen küçük kiraz çiçeği ağaçlarını sulamaya başladı. İlk defa bu kadar küçük kiraz çiçeği ağaçları görüyordum. Yutkundum. "Bunun cevabını senin vermen gerekirdi." Yavaşça sulamaya devam etti. "Bunun cevabını bildiğin için sana verecek cevabım yok." Dişlerimi sıktım. Ne kadar sinir bozucu bir ihtiyardı bu böyle. "Sorumluluğunu almalısın..." Tam devamını getirecektim ki lafı ağzımdan çekti attı. "Heh! Gerçekten de cevabını almışsın." "Neyin sorumluluğu? Ve hayır almadım. Bana her şeyi bir an önce açıklarsan iyi olur, yoksa..." "Ne yaparsın?" dedi yüzünü ağır ağır bana doğru döndürürken. Bu hareketi o kadar ürkünç geldi ki olduğum yerde titredim. Bu kadın normal bir kadın değildi, bunu da çok iyi bir şekilde hissettiriyordu. Elindeki küçük suluğu bıraktı, bana doğru yürüdü. Aramızdaki masanın dibine geldi ve durdu. Mavi gözlerine sıcak bir bakış eklerken elini kaldırdı. İki parmağıyla beni yanına çağırdı usul usul. Tedirgin bakışlarımın altında belki bana bir cevap verir diye yakınlaştım yaşlı kadına. Bu yakınlığım yetmemişti. 'Biraz daha gel' dedi hareketleriyle. Yaklaştım ve o an ne olacağından habersiz onun gözlerinin içine baktım. Tam o anda oldu her şey. Alnıma avucunun içiyle öyle kuvvetli bir şekilde vurdu ki geriye doğru savruldum, ama düşmedim. Bir süre tek ayağım yerde tek ayağım havada, tam arafta kaldım. Sanki bir tarafım düşüyordu, bir tarafımda havada savruluyordu. O an bir anı patladı kafamda. Benim anım değildi. Genç bir kadın bahçede pembe gülleri buduyordu. Adım attım ve koşarak bağırdım. Hayır, bu ben değildim, bu Minji'ydi. Benim küçüklüğümdeki gibiydi. Minik ayaklarıyla koştu ve "Anne!" diye bağırarak kadının bacaklarına sarıldı. Benim aynı kiraz ağacının altında bekleyen anneme sarılışım gibi. Sımsıkı, hiç bırakmayacakmış gibi. "Bir sakuranın sırrını bilir misin?" dedi yaşlı kadın ben anıların arasında büyük bir savaş verirken. Sakura meyvesiz kiraz çiçeğiydi. Bunu herkes bilirdi. Bu bir sır bile değildi. "Bir sakura kiraz ağacının yansımasıdır. Açar ama meyve vermez." Başka bir anının kapısı açılarak beni içeriye davet etti. Minji yedi yaşındaydı. Odasının kapısını açıyordu ve ağlayan annesini, ona destek olmaya çalışan babasını görüyordu. Babası kollarının arasındaki annesine "Geçecek," diyordu. "Biz kızımızın yanında olursak o da bizim yanımızda olacak." Sanki buna kendisini de inandırmaya çalışıyordu. O gün Minji'nin kalp hastalığını öğrenmişlerdi. Aynı gün benim annem ölmüştü. "Neden beş taç yaprağı var bunu bilir misin?" Başka bir anının kapısı çalarken, ihtiyar konuşmasına devam ediyordu. "Çünkü ikisi giderken üçü yas tutar. Sonra onlarda huzura kavuşur." Yatakta yatıyordu Minji. On beş yaşına yeni basmıştı. Hastanede, serum bağlı kolunda, vücudunda bir sürü kablo vardı. Haykırıyordu annesine, "Yaşamak istemiyorum. Böyle yaşamak istemiyorum." Benim gibi... "Artık o üç yaprağın huzura kavuşma vakti gelmedi mi?" Geldi mi? O üç yaprak sonunda huzura kavuşmalı mı? Peki biz huzura kavuşunca her şey güzel olacak mıydı? Bir kapı daha açıldı benim önümde. Gitmek istemedim çünkü o gün Minji'nin kalbi hayata karşı durmuştu. Annesi haykırıyor babası bir köşede gözyaşı döküyordu. Gözümden bir damla yaş aktı, yanağımdan keder havuzuma doğru döküldü. "Lütfen kızımı almayın benden. Lütfen..." Ellerini birbirine birleştirip odanın kapısına doğru diz çöktü. Ellerini birbirine sürterken yalvarmaya devam etti. "Lütfen kızıma ikinci bir şans verin. Onu bana geri verin." Zaman durdu. Hayat durdu. Kiraz çiçekleri açmayı bıraktı. Ve o anda her şey yerine oturdu. Biri evladını kaybetmiş acılı bir anneydi. Diğeri annesini kaybetmiş acılı bir kızdı. İkimizin hayatı da birbirimizin yansımasıydı. İkimiz de sadece ikinci bir şans istemiştik. Sadece ikinci bir şans... Tekrar nefes almak için. Tekrar yaşamak için... "İkinci bir şans istemedin mi?" dedi yaşlı kadın. İstedim. Hem de çok istedim. "O zaman al sana ikinci şans..." Teşekkürler... "Ama bu ikinci şans sadece senin değil." Biliyorum, bu şans hem benim hem Minji'nin hem de Min Seo'nun şansı... Bu bizim son şansımız. "Bir şey daha..." dedi kadın uyarıcı tonda. "Senin olmayan canı almanın laneti geçmişini geleceğini, yaşadığın her anı hatırlamak. Bu can hiçbir zaman sana ait olmadı. Olmayacakta..." Sonra her şey bulanıklaştı. Bir tek ben ve kaderimin çizdiği yol kaldı. 🌸 Herkese merhaba... Birkaç şey aydınlandı ve hüzünlü sahneler yavaştan yerini neşeli sahnelere bırakacak. Umarım beğeniyorsunuzdur. Güzel yorumlarınızı beklerim. |
0% |