@alfaedam
|
Altı ay, sekiz gün… Gelen giden kimse yok. Sadece ben ve sinir bozucu bir şekilde damlayan suyun sesi vardı. Yoğun rutubet kokusu odanın tüm köşelerine bulaşmış, aylardır oksijensiz ve temiz havasız kalan ciğerlerimi mahvetmek üzereydi. Karanlığın üzerime vurguladığı baskıyı saymıyordum bile. Sanki bu karanlık; ruhumu, ruhumun sahip olduğu bedenimi ve içimde az da olsa bulunan insanlığımı yok ediyordu. Tek bir ışık kaynağı vardı, o da bana eziyet çektirmek için bırakılan ızgaradan gelen güneş ışığıydı. Onun haricinde hiçbir şey yoktu. Hiçbir şey… Ellerimdeki zincirleri gevşetmek istercesine hareket ettirdiğimde bileklerimde tarif edilemez bir acı oldu. Küçük bir çığlık attıktan sonra bir daha hareket etmeyeceğime söz vererek kendimi yine aynı konuma soktum. Bir gram su yoktu. Bir gram yemek yoktu. Açtım. Çok açtım ve çok susamıştım. Kendimi nasıl bu duruma soktuğumu sorgularken bana bunları yapanları tek tek öldüreceğim diye içimden yemin ettim ve ben, yani Mira Ravonoski dediğim her yeminimin arkasındayımdır. Kurumuş dudaklarımı yalamaya çalışarak az da olsa susuzluğumu azaltmaya çalıştım ama nafileydi. Ölecektim burada! Tek başıma! Yalnız… “Susadım.” diye mırıldandım. Ama sesimi ben bile zor duymuştum. Ağlayacak gözyaşım bile kalmamıştı. “Lanet olsun! Susadım!” dedim şansımı tekrar deneyerek. Çok susadım! Benim hatamdı. Buraya düşüp aç ve susuz kalmak benim suçumdu. Asla açıklık vermemem gerekiyordu. Ah! Nerede görülmüştü benim bir açıklık verdiğim. Ama küçük bir dikkatsizlik beni bu hale soktu. Sadece tek bir söz yetmişti. Sadece tek bir söz benim sonumu buraya getirmeye yetmişti. Kafamı geriye atarak gözlerimi kapattım ve karanlığa alışmış bedenimle birlikte gözlerimi uykunun kollarına bıraktım. Burada çıkamadığım bir gece daha geçiriyordum. Altı ay geçmişti ve sadece hayatta kalabileceğim kadar su ve yemek veriyorlardı. İki gündür de gelmemişlerdi. Güçlü iradem sayesinde iki gün dayanabilirdim ama üçüncü gün, işte o gün son günüm olabilirdi. Bu yüzden ne olursa olsun buradan kurtulmalıydım. Karanlığın en koyu anında kapının açılmasıyla birlikte gözlerimi araladım. Buğulu gözlerim kendine gelirken gelen kişinin sürekli buraya gelen adamdan farklı biri olduğunu fark ettim. Daha iri yarı ama bir o kadar da aptal gibi duruyordu. Biraz kendimi toparlayarak başımı sağa sola çevirdim. “Hiç gelmeyeceksiniz sanmıştım.” dedim mırıldanarak. İri yarı adam mırıltıma homurtuyla cevap verdi. Belli ki buraya gelen adamın köpeklerinden biriydi. Sesi bile köpek gibi çıkıyordu. “Hıh!” dedim omzumu silkerek. “Önceki senden daha eğlenceliydi.” Adam, sesini çıkartmadan elinde olan şişedeki suyu paslı bir tasa döktü. Sonra da kafesin altından beri bana doğru fırlattı. Yarısı dökülse de sonuçta su suydu. Bana doğru gelen tası görmemle birlikte elimdeki zincirleri umursamadan suyun önüne atladım ve sanki suyla ilk defa karşılaşıyormuşçasına kana kana içtim. Yetti mi? Tabii ki de hayır! “Biraz daha!” dedim nefes nefese. Başını olumsuz yönde sallayıp bir avuç küflü ekmeği bana doğru fırlattı. Ekmeği gözüm görmedi bile… “Hadi, biraz daha su!” Önden zincirlenmiş ellerimi kaldırınca zincirler yine o gürültülü sesleri çıkarttı. “Lütfen, yalvarırım…” Bu adam yeniydi. Belki benim bu halime acırdı. Ancak adamın gözlerinin çıplak vücudumda gezdiğini görünce onun sebebinin başka olduğunu anlamıştım. Beni ilk başta böyle çırılçıplak soyarak atmışlardı. Altı ay boyunca da burada böyle kalmıştım. Şimdi ise beni isteyen ve bu halimden etkilenen biri vardı. Bu durum beni hafifçe gülümsetti. “Ödemesini yaparsam bana su verir misin?” Adam, bir müddet sadece suratıma baktı. Sonra da sırıtarak belinde sallanan anahtarları eline aldı. Tıngırdayan anahtarların sesinin beni bu kadar heyecanlandıracağını düşünmemiştim. Hayatımda birçok heyecan verici şey olmuştu ama ilk defa anahtar sesi duyuyorum diye içimi delice bir heyecan kaplamıştı. Şaşkın bir ifadeyle adamın buraya gelmesini bekledim. Sadece bir gram su için şu yaptıklarına bak diyeceksiniz? O su benim için o kadar değerliydi ki şu anda, para ilk defa değersiz kalmıştı. Düşünebiliyor musunuz? Adamın kapıyı açışı sanki yıllarca sürmüş gibi hissettirdikten sonra aylardır duymadığım o kilit sesini duymamla birlikte korkarak geriye doğru attım kendimi. Tası elime alarak avını bekleyen bir avcı gibi onu beklemeye başladım. Adamın ağır adımları bana doğru geliyordu. Kendimi sanki korkak bir kızmışım gibi saklayarak gözlerimi kapattım. Bir, iki, üç... Diye içimden sayarken omzuma dokunmasıyla birlikte gözlerimi açtım ve yanan gözlerimin kırmızılığını hissederek adamın kafasına paslı tası geçirdim. Ne olduğunu anlayamayan adam geri doğru sendeleyince ayağa kalktığım gibi yine aynı kuvvetle fazlalıklarına vurdum. Bu sefer de sanki incilerini kaybetmiş bir deniz kızı gibi inlemeye başladı. Elimdeki zincirleri onun aldığı darbelerden yararlanarak boynuna geçirmeye çalıştım ama iri cüssesi bu fikrimi alaşağı etti. Zincirli ellerimi tuttuğu gibi beni demir parmaklıklara fırlattı. Acıyla inledikten sonra yere düştüm ve öfkeli gözlerimi o deve doğrulttum. Eğer bir aslanı deviremiyorsan kuyruğuna bas demişler. Benim daha iyi bir fikrim vardı ama. Eğer kuyruğuna basamıyorsan devir ve yok et. Aniden sıçrayıp güçlü bir şekilde dizine tekmeyi attığım an, yere çökmesi bir oldu. O güçlü ve iri yarı olabilirdi ama ben de hızlıydım. Bu her zaman benim avantajım olmuştu. Şimdi de bunu çok iyi kullanabiliyordum. Düşer düşmez hemen üzerine atladım ve zincirleri bile umursamadan bacaklarımı boynuna doladım. İlk başta bana vurarak sarsmaya çalıştı ama daha çok sıktım. Bu sefer de nefes almak için bacaklarıma saldırdı. Tırnaklarıyla defalarca çizmeye çalıştı ama biliyordum. O çizikler eninde sonunda iyileşeceklerdi ama ben, son nefesini verene kadar adamın boğazını sıkmaya devam etmekten vazgeçmeyecektim. Çünkü onlar beni aylarca ölüme baş başa bıraktılar. Burada az kalsın ölecektim ben! Ölmeyi hak ediyorlardı. Ben henüz ölmeyecektim. Çünkü yapmam gereken işlerim vardı. Daha beni buraya atanlardan hesap soracaktım. Üsteki metal parmaklıklara tutunarak baldırımda çırpınan adamın boynuna sertçe asıldım. Kıtlama duymamla birlikte adamın vücudumu yırtan parmakları boşaldı ve yere doğru devrildi. Sanki içimdeki öfkem son bulurmuşçasına kükredim. Boşlukta yayılan kükrememi içimden attıktan sonra iri cüsseyi yere bıraktım. Dev bir kütük gibi yıkılan cesedin yere düşüş sesini duymamla birlikte parmaklarımı parmaklıklardan ayırarak yere atladım. Sonra da bana az önce sapıkça bakan adamın açık gözlerine tiksintiyle baktım. “Sana biraz daha su ver, dedim. Versen ne olurdu ki sanki!” Omzumu silkerek dışarıdaki suya koşmaya çalıştım ama zincirler beni sadece belli bir noktaya kadar götürebiliyordu. Geri dönerek bu sefer adamın üzerini aramaya başladım. Sağ cebinde bulduğum anahtarla zincirleri çözdüm. Ah, özgürlük! Bir daha asla o zincirleri bana geçiremezlerdi artık. Bu kurdu çoktan ormana saldınız bile, ezikler! Zincirden kurtulur kurtulmaz suyu kafama diktim. Suyun tadı o kadar güzeldi ki! Sanki suyun tadında sarhoş olmuştum. Boğazımdan aşağıya akarak giden suyun içime verdiği ferahlığı anlatamazdım şu an. Şimdi susuz kalan insanların halini çok iyi anlayabiliyordum. Bu şey ihtiyacımız olana kadar umursamadan harcadığımız, ihtiyacımız olduğunda da altından en değerli olandı. Bu yaşam kaynağıydı. Tamam, su hakkında bu kadar konuşmak yeterli! Biraz da buradan nasıl çıkacağımız hakkında konuşalım. Sarsak adımlarla birlikte ölü adamın bulunduğu yere doğru gittiğimde son yudumla birlikte düşünmeye başladım. Kapıda bundan yüzlercesi vardı. Her iri adam için yüz kurt adam gücünde olmam gerekiyordu ki az önce yüzde on kalan gücümü bu adamda kullandım. Şimdi ise cesedine bakıyordum. Ne ironi ki hayatım hep cesetlere bakarak geçiyordu. Bazen saatlerce başında boş boş oturur bazen de onlar için dua ederdim. Ama bazıları için cehennem hep açıktı. Onları da böyle çürümeye terk eder defolup giderdim. Bu adama da öyle yapacaktım. Tabii ilk önce o üzerindeki çirkin ceketini almak zorundaydım. Çünkü dışarıda çıplak dolaşamazdım. Ceketi zor bir uğraşla çıkarttıktan sonra üzerime giydim, etrafıma genişçe bakarak az da olsun görebilen gözlerle çıkış yolu aradım. Altı aydır buradan çıkma planları yaparak bu süreci geçirmiştim ve şimdi ilk gördüğüm hedefe doğru yürüyordum. Şu bana eziyet çektiren ve çıkış olarak görebildiğim o tek yere. Yani yukarıya doğru çıkışın olduğuna inandığım ızgaralıklara… Izgaralıkları ittirmeye çalıştım ilk önce, ama alçıyla yapıştırılmışlardı. Bu yüzden en güçlü gücümü kullanarak çekmeye başladım. Zaman kavramını yitirmiştim, fakat ızgaranın ilerisinde olmayan ışıktan havanın gece olduğunu tahmin edebiliyordum. En azından gündüz gözüyle kaçmayacaktım, bu iyiye işaretti. Yakalanmadan önce düzenli bir hayatım vardı desem biraz yalan söylemiş olurdum, çünkü asla düzenli bir hayata sahip değildim, olmamıştım da. Kendimi bildim bileli avcılık yapıyordum. Bu avcılık işi basit bir geyik avı değildi. Bu daha çok insan avı gibiydi. Ya da kurt. Bilmiyorum, bildiğim tek bir şey var gerçekten de parayla insan avlıyordum. Izgaraya insan üstü bir güç uygulayarak tüm gücümle kendime doğru çekip duvardan patlayarak koparttım. Güçlü bir ses çıktı ortaya. Bu da birazdan burası insanlarla dolacak demekti. Hemen kendimi oradan dışarıya atmaya çalıştım. Zayıf ve muhteşem olduğum için hızlıca geçtim oradan ve kendimi bir kanalizasyon boşluğunda buldum. Demek ışık buradan geliyordu. Burası bir sığınak değildi, burası bir bok çukuruydu. Şimdi havasızlığın ve kokunun sebebini anlamıştım işte. Bununla birlikte damlayan suyun sesini de... Benim gibi ışığı olan birine böyle bir yeri layık gördüklerine inanamıyorum. Bir mahzene bile razıydım. Karşıya sıçrayarak açık olan boşluğa doğru tırmanmaya başladım. Uzun bir tırmanmanın ardından açtığım kapaktan kendimi dışarıya attım. Temiz havanın ciğerlerime dolmasıyla birlikte sonunda özgürlüğümün tadına vardığımı hissettim. Karanlık, hayatım boyunca benimle olmuştu. Hiçbir zaman mutlu bir hayat yaşayamayan yalnız bir kurttum. Avcı olmayı da ben seçmiştim. Çünkü almam gereken bir intikamım vardı. Her şeyden çok istediğim bir intikamdı bu. Ancak yıllardır hiçbir şekilde bir ilerleme kaydedememiştim. Yıllarca dönüşemeyen bir kurt olarak kalmıştım ve bunun en büyük suçlusu o karanlık cellattı. Yıllar önce neden aileme bulaştı bilmiyordum ama ömrümü onu arayarak geçirecektim bu gidişle. Geçenlerde aldığım bir haberle beni bir mekâna çağırmışlardı. Söylenenlere göre o karanlık cellat oradaymış, ancak gittiğimde bir pusuyla karşılaştım. Meğerse beni yakalamak için uydurdukları bir yalanmış. Bu yalana kandığıma inanamıyorum. O kadar aptalım ki... Asfalt yolda çıplak ayaklarla yürümeye başladım. Hava karanlıktı, sokaklar bomboştu. Kimsecikler yoktu burada. Sadece ben ve gece vardı. Avcılık yaptığım sürede birçok kötü iş yapmıştım. On altı yaşıma kadar bir sığınakta avcılık eğitimi aldım. Benim için çok şahane anılar değildi o zamanlar. Bu yüzden onları unutmaya çalışarak on altı yaşımdan sonrasını serbest avcılık yaparak geçirdim. Ama sadece avcılık yaparak da geçinmiyorum. Mideme açlıktan kramplar girince elimi karnıma getirerek yürümeye devam ettim. Asfalt yolun sonu gözükmüyordu. Çok da sorun değildi. Eve gidene kadar hiç durmadan yürürdüm ben. Bu yaşıma kadar kendim yürümüştüm zaten. Kendi ayaklarımın üzerinde durmuş ve beni yıldırana kadar hiçbir işimi de yarım bırakmamıştım. Birçok düşmanım vardı, az sayıda da dostum. Yani anlayacağınız çevrede popüler biriydim. Pençelerimden çok silahlarım konuşur, hayatımda doğruluktan çok para yer ederdi. Ben buydum işe. Mira Ravanoski. Azılı bir suçlu, paralı katil ve sürtük… Uzun yürüyüşün ardından sonunda şehir merkezine giriş yapmıştım. Artık yoldan arabalar geçiyor, insanlar tek tük de olsa kendini gösteriyordu. Eğer gerçek bir kurt olsaydım ormanda av yapar kurt gibi gezerdim. Ama sıradan bir şey olduğum için yürümeli ve eve ulaşana kadar da durmamalıydım. Bir dükkânın yanından geçerken kendi halimi gördüm. Saçlarım cadı gibi olmuş, yüzüm çamurlu ve kir içindeydi. Çıplak vücudum çok zayıflamış, üzerimdeki cekette üzerime aşırı büyük gelmişti. Bazı yerlerimde de kan vardı. En önemlisi de artık eskisi kadar muhteşem değildim. Ne hale düştüğüme bakarken yanımdan geçen insanların fısıldaştığını duydum. Evet, sokakta yaşayan bir evsiz gibi duruyordum. Lanet olsun! Neyse ki, insanları umursayan bir tip değilim. Kendi halime tiksintiyle baktıktan sonra ilerlemek için hareketlenmiştim ki yoğun köfte ve patates cipsi kokusu gelince yakınlarda restoran olduğunu fark ettim. Koku, sanki ilahi bir ruh dokunuyormuş gibi beni kendine çekiyordu. Adımlarım istemsizce restoranın karşısına gelince ellerimi ceketin cebine sokarak dışarıdan içeriyi izlemeye başladım. Eşsiz hamburgerin kokusu burnumda tütüyordu. Oysa çok hamburger seven biri değildim. Ama altı ay boyunca küflü ekmek yiyerek karnını doyurunca şu anda hamburger bana cennetten bahşedilen bir nimet gibi gözüküyordu. Gözlerim masada oturan aileye kayınca küçük kızın hamburgeri yiyişini izlemeye başladım. Küçük ağzıyla kocaman ısırık almaya çalışıyordu. Isırırken ağzına hardal bulaşıyor, köftesi dışarı fırlıyordu. Dudaklarımı yalayarak kedinin ciğere baktığı gibi bakmaya devam ettim. Aşırı açtım, aşırı yemek istiyordum. Ama onu alacak paraya sahip değildim şu an. Deli bakışlarımı fark eden kız benimle göz göze gelince suratını ekşiterek yanında oturan adama gösterdi. Adam da bana dönünce arkamı döndüm. Açım diye de onların yemeklerini çalacak değildim. Mira Ravonoski bu kadar küçük değil! Saçlarımı savurarak adım attığım anda arkamdan küçük kız çocuğu sesi duyunca o tarafa dönerek sesin sahibine baktım. Bu o kız değildi ama onun karşısında oturan kızın daha küçüğüydü. “Bir dakika,” dedi gözleri buz mavisiydi ama karanlıktan dolayı laciverte dönüşmüştü. “Aç mısın?” Elindeki hiç açılmamış hamburger paketini bana uzattı. “Seni camdan bakarken gördüm ve babama alması için yalvardım.” Yaşına göre fazla bilmişti. Bilmiş çocuklardan nefret ederdim. “Gerek yok.” dedim ve tekrar adım atınca yine sesini duydu. “Lütfen,” Bu sefer yakınıma geldi. “Al!” Elime sıkıştırdı. Kendimi şu anda gerçekten de evsiz gibi hissediyordum. “Teşekkürler.” dedim ve paketi açar açmaz kocaman bir ısırık aldım. Lanet olsun! Bu şey bu kadar lezzetli miydi ya? “Gerçekten çok açmışsın.” Başımı onu onaylarcasına sallarken yemeye de devam ettim. “Altı ay boyunca doğru düzgün bir şey yemedim.” “Belli oluyor.” dedi kız. “Neden çıplaksın?” diye sordu sevimli bir şekilde. O diyene kadar çıplak olduğumu unutmuştum. “Sanırım kıyafetlerimi çaldılar.” “Kıyafetlerini mi? Çok kötü.” “Hım,” dedim dişlerimin arasına giren köfteyi temizlerken. “Normalde çocuk sevmem ama seni sevdim.” Kıza baktım tekrar. Saçları sarıydı ve minnacıktı. “Kaç yaşındasın?” Kız sanki bunu bekliyormuşçasına cevapladı. “Altı.” O an yutkunmak bana zor gelmişti. Elimdeki hamburgerin son parçasına baktım, sonra da küçük kıza. “Ailen?” “Annem yok ama babam ve ablam var. Oradalar…” diyerek restoranın içinde oturan adamla kızı gösterdi. İçimde kavrulan yaraya baktım, sonra da geçmişimin tozlu sayfalarına. Hepsi şu anda bana saldırıyordu. Ama yine aynı şekilde duvarlar kuracaktım kendime. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi yoluma devam edecektim. Geçmiş çok canımı yakıyordu. Bu yüzden geçmişten nefret ediyordum. “Onların yanına gitmelisin artık. Hem yabancılarla konuşma. Yabancılar kötüdür.” “Sende yabancısın. Ama kötü değilsin.” Arkamı döndüm ve paketi çöpe atarak son kez kıza bir bakış attım. “Sen öyle san.” Sonra da hiç arkama bakmadan yoluma devam ettim. Küçük bir çocuğun boyundan büyük laflar etmesi benim sinirimi bozmuştu. Parmaklarımı pis saçlarıma getirerek geriye doğru attım. En azından yardımseverdi. Bana hamburger vermişti ve bu iyiliği kolay kolay unutacağımı sanmıyordum. Yemek yiyince gelen mutlulukla birlikte daha da hızlanmaya başladım. Bu gidişle saatler sonra eve varacaktım. Telefonum olsaydı şimdiye çoktan beni alacak birilerini bulmuştum. Şu an gerçekten sinir krizi geçirmek üzereydim. Acaba o yere geri mi dönsem? Hah, bu saatten sonra geriye dönsem beni direkt öldürürler. Zaten oraya neden geri döneyim ki? Tamam, intikam alacağım ama şimdi değil. Önce sıcak bir banyo yapmam lazım, sonra da manikür ve pedikür yaptırmam lazım, tırnaklarım çok kötü. Tabi, saç ve makyajı da unutamam. Çünkü o muhteşem ve güzel halime geri dönmeliyim. Eğer muhteşem olmazsam müşteri de bulamam. Çıplak ayaklarım asfalt yolda ilerlerken nerede olduğumu sorgulamaya başladım. Burayı tanımıyordum. Kasaba gibi bir yere benziyordu. Kalabalık değildi ama insan yaşadığını her şekilde anlayabiliyordunuz. Bazen büyük ağaç topluluklarına denk geliyordum bazen de küçük ahşap evlere. En önemlisi de her türlü dükkâna sahipti. Hem ormana yakın olması sebebiyle hem de güzel olması sebebiyle buradan bir ev almak isterim doğrusu. Küçük bir ev, sıcak bir yuva... Ama benim gibi belalı biri küçük ve sıcak bir yuvada ne kadar yaşayabilir ki? Yoğun bir alkol kokusu almamla birlikte düşüncelerimden sıyrılarak önüme baktım. Az ileride küçük bir tekel bayi vardı. Oradan da insanlar çıkıyordu. İçmeyi severdim ancak böyle yerlerden alışveriş yapmayı sevmezdim. Çünkü buradaki içkiler kalitesiz ve iğrençti. O yeri geçip karanlığın içine doğru adımladığım sırada arkamda adım sesleri belirdi. Kendi kendilerine gürültü yapan insanlar ve onların dayanılmaz sesleri sanki kulaklarıma işkence ediyordu. Uzun zamandır bu kadar gürültüye maruz kalmamıştım ben. Dört duvarın arasında kalırken, oradaki maksimum ses zincirlerimin çıkarttığı sesti. Bu yüzden kulaklarım aşırı hassastı. Belki birkaç saat sonra düzelirdi ama şimdi dayanacak tahammülüm yoktu. “Kapayın çenenizi aptallar!” dedim sertçe. O gürültücü insanlara döndüğümde sadece üç kişinin olduğunu gördüm. O kadar gürültü onlardan mı çıkıyordu? Sessizlik olduğunda tekrar yürümeye başlamıştım ki, “Vay, vay, vay…” diyerek arkamdan birinin bana nidalar çektiğini duyunca öfkeli bir iç çektim. Çünkü birazdan yine bir insanı katledebilirdim. “Kimler varmış burada bakalım?” “Üstelik çıplakta.” Sonra aniden dibimde bittiler. Buram buram alkol kokuyorlardı. O ekşi ve tiksindirici koku burnumun direğini kırmıştı. “Bu gece bize eşlik eder misiniz küçük hanım?” Küçük hanım? Eşlik etme? “Gidin başımdan, bugün kimseyle uğraşacak havamda değilim.” Evet, gerçekten değildim. Yorgundum ve birazcık da havamda değildim. Normalde olsa onlarla uğraşırdım ama bugün sadece eve gitmek istiyordum. “Öyle mi?” Kolunu omzuma atarak bilmem neresinden bıçak çıkartarak gırtlağıma uzattı. “Ya bizimle arabaya binersin ya da o ince ve güzel gırtlağını keserim.” Bir elindeki bıçağa bir de adama baktım. O kim oluyordu da bıçak çekerek beni tehdit edebiliyordu? Ya o arabaya binmezsem ne olacak? Dur bir saniye! Araba mı dedi? Tek kaşımı kaldırarak adama baktım. Yüzüme de seksi bir gülümseme ekleyip bıçağı gösterdim. “Buna hiç gerek yok. Sizle gelmek isterim tabii. Sizinle çok eğleneceğimi düşünüyorum.” Sarhoş adamlardan diğeri şaşkınca suratıma bakıp kocaman bir kahkaha attı. Sonra da elindeki poşetleri göstererek alkol şişelerini tıngırdattı. “Bu gece çok eğlenceli olacak.” dedi. Evet, evet. Lütfen arabaya gidelim artık. Ayaklarım şişti. “Önden buyurun beyler.” Dediğimi yaparak iki adam önden gitti, diğeri kolunu omzumdan çekmeyip benimle yürümeye devam etti. Sakince onlara ayak uydurdum. Bir müddet sonra gri bir spor arabanın önüne geldik. Sağıma ve soluma baktım. Karanlık sokakta bizden başka kimse yoktu. Bir anda olduğum yerde durup başımı aşağıya indirdim. Saçlarım yüzüme değdi, rüzgâr tenimi okşadı. Üzerimdeki ceketin çıplak bedenimi sarmalamadığı yerlerde hafif bir üşüme oldu. Sonra da rüzgâr benden tarafa oldu ve karanlıkla bütünleşerek oradakileri pençesine düşündü. Güçlü bir nefes alarak gülmeye başladım. Adamların şaşkın sesleri kulağıma değdi. “Size bir şey söyleyeceğim.” dedim kahkahalarımın arasından. Yüzümü gökyüzüne çevirdim. Gözlerim kapalıydı. Dağınık saçlarım yanaklarımdan kurtularak geriye doğru savruldular ve o anda gözlerimi açtım. “Şimdi s*çtınız işte…” Sürüsüz bir kurtsan ve bir Omega’ysan gözlerin farklı renklerde ortaya çıkabilirdi. Hatta bazıları çift renk bile olurdu. Ben de yalnız bir kurttum ve bir sürüm yoktu. Ancak gözlerim alfaların gözleri gibiydi. Kırmızıydı. Bunu hiç sorgulamamış ve hiç araştırma yapmamıştım. Zaten bunca zaman kurt olmak içinde ekstra bir çabaya girmemiştim. Gözüm gibi baktığım silahlarım vardı. Adları Hansel ve Gretel’di. Hansel saldırgan ve hızlı, Gretel ise güçlü ve öldürücüydü. Onlarsız hayat benim için çekilmez olurdu. Ancak şu anda onlar yanımda değildi. Sadece ben ve pençelerim vardı. Tek güvenebileceğim silahım bunlardı. Sivrileşen pençelerim kendini gösterdiğinde artık vakit gelmişti. Hızlı bir şekilde ilk önce kolunu omzuma atan adamı devirdim. Diğerleri de bana bıçak çekince aynı şekilde onlara da saldırdım. Her şey hızlı ve kusursuzdu. Ardından anahtarı da alarak gri spor arabanın farlarını yaktım ve oradan olabildiğince hızlı bir şekilde uzaklaştım. Yüzümdeki mutluluk ve onca yolu yürümeyeceğim için, içimde biriken çocuksu sevinçle birlikte dikiz aynasından yansıyan görüntüme baktım. Ah, bu gülümsemeyi özleyeceğime kesinlikle inanmıyordum. Bunca gerçekleşen olaylardan sonra şimdi böyle bir zafer, bir ödülü hak ediyordum. Eve gidince ilk önce lavanta kokusunun buram buram koktuğu, içinde özel köpüklerin olduğu bir küvet hazırlayacağım. Sonra da güzel bir yemekle kendimi şımartıp en pahalı kıyafetlerimi giyeceğim. “Bunu hak ettin Mira, zorlu bir dönemdi. Ama sonunda sona erdi.” dedim düşüncelerimi desteklercesine. Şu anda rahat davranıyordum ama aslında demir parmaklıklar, işkenceler ve zincirler beni mahvetmişti. Sanki hala daha bileğimde o zincirlerin ağırlığını taşıyordum. Sanki hala daha bedenim taş zemindeydi ve ben hala daha o bok çukurunda duruyordum. Böyle düşününce istemsizce titredim. Bir daha asla böyle bir şey yaşamak istemiyorum. Uzun bir süre yolda düşünceler içerisinde ilerledikten sonra tanıdık binaları görmemle birlikte içimi başka bir mutluluk kapladı. Sonunda evimin yoluna gelebilmiştim. Bir süre sonra da apartmanımı gördüm. Ama galiba bu evde son gecem olacaktı. Çünkü ifşa olmuştum, burada kalmak için bir nedenim kalmamıştı artık. Aslında şöyle bir geçmişime bakarsam ben hiçbir yerde uzun kalmamıştım. Seçtiğim yol yüzünden sürekli kaçış ve arayış içindeydim. Bir süre sonra da artık bir ev değil günümü geçirebilecek bir yer aramaya koyuldum. Bazı insanların hayatları muhteşemdi. Benim hayatım ise bu muhteşemliklerden arta kalan çöplerden başka bir şey değildi. Zihnimdeki karışık düşünceleri arabayı park etmemle birlikte bir kenara fırlatıp arabadan indim. Arabanın anahtarını arabada bırakarak yolun karşına doğru yürümeye başladım. Kirli saçlarımı savururken yaşadığım lüks binanın dışına göz gezdirdim. Burada bir hafta bile doğru dürüst kalamamıştım. Şimdi verdiğim paralara acıyordum işte. Cam kapıyı ittirerek içeriye girdim ve lüks lobide çıplak ayaklarımla ilerlemeye başladım. Normalde kalabalık olan lobide benden ve resepsiyondaki çocuktan başka kimse yoktu. Bu benim için güzel bir fırsattı. Çünkü o zengin ve gösteriş meraklısı insanların beni bu halde görmesine izin veremezdim. Ne olursa olsun benim de bir saygınlığım vardı burada. Bir grup gereksizlerin ezici bakışlarına maruz kalmaya katlanamazdım. Üzerimdeki ceketin fermuarını yüzüme kadar çektikten sonra kendimi gizleyerek resepsiyona ilerledim. Uyuklayan resepsiyon çıplak ayaklarımın sesini duyunca aniden gözlerini açtı ve benimle göz göze geldi. Yüzündeki ekşilik sebebiyle uykusunun beni görmesiyle birlikte açıldığını fark etmiştim. Şimdi ise bana aşağılayıcı gözlerle bakıyordu. Şuna bak! Maaşını benim ödediğimden haberi yoktu galiba. "Sen de kimsin?!" Aşağılayıcı gözleri çıplak bacaklarımda durdu. "Buraya evsizleri almıyoruz. Defol buradan!" "Komik," dedim aynı onun gibi bakarak. "Bunu burada uyuyan biri söylüyor, kim evsiz gibi duruyor acaba?" "Ne saçmalıyorsun sen? Kimse görmeden git buradan!" "Evet, evsiz olsaydım giderdim ama..." daha fazla bunu sürdürmemek için yüzümü gömdüğüm yerden çıkardım ve karşımdakine bunalmışçasına gülümsedim. "Evim en üst katta. Kral dairesi. Yani seni kovdurtmadan önce bana anahtarımı verirsen çok mutlu olurum." Genç beni görünce aniden gözleri irileşti ve ayağa kalkarak mahcup bir şekilde boynunu büktü. "Mira Hanım ben..." "Uzatma! Seninle uğraşamayacak kadar yorgunum zaten." Sıkıntılı bir nefes aldım. Elimi anahtarımı istercesine uzattım. Çocuk başını kaldırdı ve hızlı bir şekilde emanet ettiğim anahtarımı almak için aşağıya doru eğildi. "Üzgünüm Mira Hanım. Altı aydır yoktunuz. Ve halinizi böyle görünce..." "Halimden sana ne! Sen sadece işini yap!" Çocuk elime anahtarları bırakırken morarmış bileklerimi görünce durakladı. Gözleri bir yüzümde bir bileklerimde gezdi. Sonra da usulca anahtarı avcuma bıraktı. Umursamaz bir şekilde anahtarı alarak ceketin cebine koydum ve kahverengi saçlarımı savurarak arkamı döndüm. Eminim benim bu halimi görünce neler yaşadığımı çok merak ederek bana acımıştır. Ki bende asansörün aynasından kendime bakarken öyle düşünüyordum. Acınacak haldeydim. Başımı aynaya yasladım. Hepsini yok edeceğim. Hepsini yok edip boyunlarına ip dolayarak sallandıracağım. Beni bu hale soktukları için daha beterini yapmalıydım ama şimdilik içimdeki öfkeyi durdurmalıydım. Çünkü sıcak su dolu küvetim beni bekliyordu. Asansörün kapısı ağır ağır açıldı, sanki bir ömür sürmüş gibi gelen uzun koridoru geçtikten sonra sonunda evimin kapısını görmüştüm işte. Anahtarı kapının deliğine sokarak kapıyı açtım ve bıraktığım gibi duran eve göz gezdirdim. Burada olmak bana imkansızmış geliyordu birkaç gün önce. Ölmeyeceğimi biliyordum ama sanki ömrümü o berbat yerde geçireceğimi sanmıştım. Sonunda tutsaklık bitmişti. Artık özgürdüm. Ama bu özgürlüğün bedeli yeni başlıyordu. Altı aydır hiçbir şekilde ortalarda yoktum ve kesinlikle benim çok sadık (!) arabulucum benim yerime kimseyi bulmamıştır. O yüzden her şeyi kontrol etmeliydim. Tabii ilk önce tekrar ilk günkü kadar seksi ve göz alıcı olmalıydım. Saatler sonra kendime geldiğimde karanlık odamın boşluğuna doğru ilerlerken bulmuştum kendimi. Banyomu yapıp tekrar kendime çeki düzen vermiş, yemek yiyip biraz dinlenmiştim. Şimdi ise yalnızlığımı izliyordum. Sahi ben ne kadar süre yalnızdım?... Kırmızı şarabımı kadehe doldurduktan sonra elime aldım. Hafifçe bardağı çevirirken uzaktaki manzarayı izlemeye koyuldum. Şehrin ışıkları ne kadar canlıydı. Karanlığı delip geçen umut ışıkları gibiydi. Her bir ışığın içinde bambaşka hayatlar, yuvalar, aileler vardı. Hepsinin kendine ait bir hayatı vardı. Benim hayatımda buydu. Şaşalı gözüken ama içi bomboş olan bir hayat. Ama bunu ben seçmiştim, değil mi? Sonucuna razı olmalıydım. Dolapta yedek telefonlarımdan birini açtıktan kısa bir süre sonra arayan kişinin melodisi, benim düşüncelerimin ortasında sarsıtıcı bir şekilde ortaya çıkınca tüm şarabı bir yudumda içtim. Ardından telefona doğru bir göz attım. Arayan kişi beni şaşırtmamıştı. Bardağı masaya bırakırken kırmızı saten geceliğimin düşen omzunu kaldırarak bir süre telefonunun çalmasını dinledim. Tam kapanacağına yakın açtım. Karşı tarafta o soytarı sayılamayacak kadar tuhaf ve gıcık sesiyle konuşarak benim keyif gecemin içine etti. “Mira! Benim en sevgili avcım.” “Ne istiyorsun?” dedim derin nefes alırken. Karşı taraf sesinin modunu aniden değiştirdi. “Nerelerdeydin? Sesin hiç iyi gelmiyor.” Nefesimi sıkıntıyla geri verirken kendimi yatağa atmayı da ihmal etmedim. “Bu seni ilgilendirmez.” “Mira, Mira, Mira… Ortağız değil mi? Ortağımın derdi benim de derdim.” Yalancı bir kahkaha attım. “Komiksin, bunu altı ay sonra söylemen cidden komik. Bana doğruyu söyle yeni avcın seni terk mi etti?” “Şey…” dedi, lafı dolandırmaya çalıştığını anlamıştım. “Bilirsin ki kimse senin gibi olamaz Mira. Yarın yanıma gel, muhteşem bir iş buldum.” “Yarın olmaz…” diye hemen itiraz ettim. Yarın için büyük bir planım vardı. Bunu onunda bildiğine emindim. “Yarın önemli bir işim var. Sonra konuşalım.” dedim ve cevap vermesini beklemeden direkt suratına kapattım. Evet, düşündüğüm gibi yarın benim için büyük bir gündü. Telefonumu tekrar kapatırken hafifçe gülümsedim ve içimdeki heyecanla birlikte gözlerimi kapattım. Çünkü yarın intikamımın tatlı günüydü. Bana işkence edenlere verdiğim sözü tutmalıydım. Özellikle de bir Ravanoski’ye yanlış yapılmayacağını bilmeliydiler. “Sizi mahvedeceğim…” . Herkese merhaba. Umarım beğenmissinizdir. Yeni bölüm yakında gelecek.. |
0% |