Yeni Üyelik
4.
Bölüm

Ebediyetten Fâniliğe - 3

@allev

Tarih: 20 Ağustos 637, saat: 01:34. Konum: Yine ormanın derinliklerinde, bilinmeyen bir yerde. Rüyam bir kez daha geriye sarılmıştı. O kızın demirle yere bir şeyler çizdiği ana dönmüştüm. Hâlâ neden üçüncü kez buraya geldiğim ve beni buraya getiren kişiler hakkında bir fikrim yoktu. En son o kıza yaklaşarak doğru bir karar verdiğimi düşünmüştüm, fakat yanılmış mıydım? Yanıldığımı düşünmüyordum çünkü bir şeyler öğrenmiştim. Yeniden Doğuş… Bu sefer de bir şeyler öğrenebileceğimi düşünerek ona doğru yaklaşmaya başladım. Fakat bir sorunla karşılaşmıştım. Molozların arasında ne kadar ilerlesem de ona bir türlü yaklaşamıyordum.

Kaç dakika boyunca uğraştığımı bilmiyorum, fakat artık hava kararmıştı. Güneş yerini küçük kardeşi Ay'a bırakıp gitmişti. Ayrıca esen rüzgâr soğuklaşmaya başlamış, vücudum titremeye başlamıştı. Üzerimdeki garip kıyafet hiç de yardımcı olmuyordu. İlk rüyamdan beri bu kıyafeti üzerimde taşıyordum. İnce, uzun ve tozla kaplı bir kaban gibiydi. Kafamda da bu kıyafete ait bir kapüşon vardı. Herhangi bir şekilde kıyafeti üzerimden atamıyordum. Garipti.

Durdum, kafamı gökyüzüne kaldırıp az önce kurduğum cümlelerin saçmalığını düşündüm. Bu kadar toz bulutunun ardında Güneş bile görünmezken, Ay ile Güneş'in yer değişimini görmek nasıl mümkün olabilirdi? Anlaşılıyordu, ama ne anlamı vardı ki? Bu iğrenç dünya en başında neden bu hale gelmişti ki? Bütün sorularım, o kızın bir anda yerinden kalkıp kolumu hızla tutmasıyla cevabını bulmuştu. Olmayan yüzüyle bana bakarken, bir anda oluşan ağzından şu sözler dökülmüştü:
“Senin eserin.”
Benim eserimdi.

Kendimi yattığım yerde titrerken buldum. Az önce gördüğüm şeylere dair bir anlam çıkarmaya çalışıyordum. İrkilmiştim. Korkuyordum. Benim eserim miydi gerçekten? O kıyamet sahnesini ben mi gerçekleştirmiştim? Bu nasıl mümkün olabilirdi ki? Ben… Ben kimdim? Neydim? Neden bu rüyaları görüyordum? Bütün bunlardan ne anlamam gerekiyordu? Ellerimi bir anda başıma götürdüm ve gözlerime doğru biraz bastırdım. Bu, düşüncelerimi biraz olsun toparlamamı ve kendime gelmemi sağlamıştı. Sakinleşince, Güneş'in küçük kardeşi Ay'a bakarak bedenimi kaldırdım ve gözlerim o küçük zavallı kuşu aradı.

Kuş etrafta görünmüyordu. Güneş artık yoktu ve Ay da yeterince ışık vermediği için onu aramak mantıklı görünmüyordu. Onun yerine kendi problemlerime odaklanmalıydım. Titreyen bedenime bir çözüm bulmam gerekiyordu çünkü hiç iyi hissetmiyordum. Ateşin iyi geldiğini öğrenmiştim, bu yüzden bir ateş yakmaya çalışmak mantıklı bir çözüm olabilirdi. Ancak ateşi nasıl yakacağımı bilmiyordum. Arşiv'de yaptığım kısa bir araştırmayla birkaç fikir edinmiştim. Birkaç düzine dal, kuru ot ve kıvılcım için belli özellikte taşlara ihtiyacım vardı. Çevremde geniş bir tarama yapabilsem işim kolaylaşabilirdi. Analiz’in sunduğu kombinasyonları deneyebilirdim. Fakat kombinasyonlar hakkında biraz daha araştırma yaptığım halde ne yazık ki hiçbir şey bulamadım. Sanırım ateş yakma fikri şimdilik suya düşmüştü.

İlerlemek ve sığınabileceğim bir yer bulmaktan başka çarem yoktu. Bedenim sadece üşüme ve titreme belirtileri gösteriyordu. Bu durumun devam etmesi halinde nelerle karşılaşacağımı kestiremiyordum. Bilgimin olmayışı beni tehlikeye sokuyordu, ancak yapabileceğim bir şey yoktu. Nehri tekrar bulmayı planladım. Öğrendiğim kadarıyla, nehirlerin başlangıç noktası olan pınarlarda sıcak bir yer bulmak mümkündü. Çeşitli canlılar o bölgeleri yerleşme bölgesi olarak tercih ederlerdi. Bu bilgi insanlar için de geçerliydi. Onlarla tekrar karşılaşmak istemesem de başka seçeneğim kalmamıştı.

Ne kadar ilerlemem gerektiğine veya yaptığım şeyin doğruluğuna dair en ufak bir fikrim yoktu. Titreyerek ilerlediğim sulak arazide sakinleşmeme rağmen, rüyadaki söz zihnimi kurcalamaya devam ediyordu. Senin eserin... Ancak şu an bulunduğum dünya, rüyamdakinden tamamen farklıydı. Eğer o dünyada yaşananların sebebi bensem, bu dünya nasıl açıklanabilirdi?

Duruma mantıklı bir açıdan yaklaşmaya çalışırken, ormandaki cırcır böcekleri de bana ayak uyduruyor gibiydi. Açıkçası, bu hayvanların çıkardığı seslerle ilk defa karşılaşıyordum. Arşiv'e erişim kazandıktan sonra, etraftaki rastgele incelemelerimden birinde onlarla karşılaşmıştım. Geceleri ses çıkardıklarını da o zaman öğrenmiştim. Arşiv, çıkardıkları bu sesin dinlendirici bir etkisi olduğunu söylüyordu. Başta bunun pek mantıklı olmadığını düşünmüş, hatta saçma bulmuştum. Şimdi ise bu sesin düşüncelerimi kolayca toparlamamı sağladığını fark ediyordum. Yanılmıştım. Peki rüyam hakkında da yanılamaz mıydım?

Rüyalar her zaman gerçekleri yansıtmayabilirdi. Yanılmış olabilirdim. Şu an bu konuyu daha fazla düşünerek kendimi yormamam gerektiğini biliyordum. Bedenim ağırlaşıyor, ayaklarım yavaşlıyordu. Belirsiz zamanlı bir rüyadansa şu ana odaklanmalıydım. İş ciddiye biniyordu. Tökezlemeye başlamıştım. Bedenim durduğunda bana ne olacağını düşünmek bile istemiyordum. Uzun zaman sonra elime geçen bu fırsatı kaybedemezdim. Karanlıkta görmek zor olsa da yola devam etmeliydim. Bütün gücümü bu amaç doğrultusunda kullanmam gerekiyordu.

Nehrin kenarından zar zor ilerlemeye çalıştığım sırada, yanımdaki ormanın içinde ışıklar olduğunu fark ettim. Gittikçe sayısı artan ve büyüyen ışıklar tehlikenin yaklaştığını gösteriyordu. Bunun iyiye işaret olmadığı belliydi. Beni bulmuşlar mıydı? Hiç beklemeden cevabımı ayağımın ucuna düşen yanan bir okla almıştım. Durdum, ağaçların arasından yaklaşan insanlara dönerek yüzlerindeki çirkin ifadeleri incelemeye başladım. Niyetleri yüzlerinden anlaşılıyordu. Gücümü ayakta kalmak için harcamam gerekiyordu ama önüme çıkan bu engelle mücadele etmem gerektiğini biliyordum. Ben hazırdım. Zayıf bir görüntü vermeye devam ederek onları kandırabilirdim, bu yüzden duruşumu bozmadım. Önüme baktığımda, oku fırlatan ve benimle konuşmaya hazırlanan kişinin kendinden emin, hantal yürüyüşünü gördüm:

“Bizi çok uğraştırıyorsun, zıpır kız.”

Ağzını geniş bir şekilde yayarak konuşan bu insan bana ne demişti? Kız mı? Beni bir insanla karıştırıyor olmalıydı. Belki de görünüşüm bir insana benzediği içindi. Bana dişi bir insan olarak hitap etmişti. Bu konuda henüz tam bir fikre sahip olmasam da bunun detaylarını düşünecek vaktim yoktu. Yanındaki okçu bana bakarak cevap verircesine bir şeyler sordu:

“O nehri nasıl geçtin? Gerçekten zıplamadın değil mi?”

Diğer gevşek ağızlı cevap verip kendi aralarında birkaç cümle konuştular:

“İmkânsız. Haura bile gelse bunu beceremez.”

“Sen Azize’ye nasıl hakaret edersin? Bre densiz!”

“Aland, kes sesini! Herkes ne kadar dinine bağlı olduğunu biliyor.”

Bu konuşmalar üzerine diğer insanlar, ormandaki cırcır böceklerinin sesini bastıracak şiddette kahkahalar atmaya başladı. Bu kadar komik olanın ne olduğunu anlamamıştım. Sesleri birkaç saniye sonra kesildiğinde, adam bana dönüp tekrar konuşmaya başladı:

“Şimdi seninle ne yapacağımızı konuşalım, çünkü pek hareket edecek halin kalmamış gibi görünüyor. Zaten bu saatte ve bu halde, senin gibi genç bir kadın için ormanda başıboş dolaşmak pek kolay olmasa gerek.”

Bu sözleri söylerken sağ elindeki kısa bıçağı fırlatıp tutuyor, sol eliyle ise çenesini ve başını arada ovuşturarak düşünüyormuş gibi davranıyordu. Bedeni oldukça büyüktü. Üzerindeki kıyafet, bedenini o kadar sıkı sarıyordu ki, neredeyse hareket edecek yer kalmamıştı. Ağzıyla burnu arasındaki kalın ve kara bir pala bıyık, adam konuştukça aşağı yukarı hareket ediyordu. Onunla bir mücadeleye girsem, indireceğim darbelerin hiçbir etkisi olmaz gibiydi. Fakat insanların ne kadar kırılgan olduğunu biliyordum. Benim için bir problem değildi. Oyalanarak bana düşünme fırsatı vermişler ve şansımı artırmamı sağlamışlardı. Sadece nasıl bir hamle yapacaklarını merak ettiğimden bekliyordum. Söylediklerinden belki bir şeyler öğrenebilirdim:

“Ama sen hiç konuşmuyorsun. Yoksa korkudan dilini mi yuttun? Korkma küçük hanım, seni yemeyiz. Sadece kullanırız.”

Bu sözün üzerine kalabalık yine şiddetli bir kahkaha patlattı. O anda, hepsinin ağzının suyunun aktığını fark ettim. İnsanların o iğrençliği, başka hiçbir şeye benzemezdi. İnsan olsaydım bile, onların bu hali yüzünden insanlığımdan vazgeçerdim. Sanırım yeterince tolerans göstermiştim. Artık harekete geçip onlara derslerini verme zamanı gelmişti.

Yerde hala yanmakta olan oku Hız komutuyla, onlar daha ne olduğunu fark etmeden, aşağılayıcı konuşan gevşek ağızlıya doğru fırlattım ve alnının tam ortasından vurdum. Hepsi, afallamış bir şekilde, devasa cüsseli adamın yere yıkılışını izliyordu. Böyle bir hareketi hiçbiri beklemiyordu. Kendi aralarında “Az önce ne oldu?” ve “O mu yaptı?” gibi sorular sorarak olayı anlamlandırmaya çalışıyorlardı. Ama benim bekleyecek zamanım yoktu.

Hız komutu hala aktifken oku fırlatan cılız insana doğru koştum ve bir saniyede başını bedeninden ayırdım. İnsanların şaşkınlığı azalmaya, yerini korku ve adrenalin karışımına bırakırken, çoktan beş kişiyi daha indirmiştim. Neler olduğunu anlamıyor olmaları işlerimi kolaylaştırmıştı. Artık hepsi sabit birer hedef haline gelmişti. Elbette bunda Hız komutunun da büyük payı vardı. Fiziksel hızım üst seviyelere ulaştığı için onların hareketleri bana durağan geliyordu. Ormanın karanlığını aydınlatan meşaleler, her saniye birer birer sönmeye devam etti.

Orman, Ay’ın ışığı altında yeniden karanlığa bürünmüş ve etrafta ayakta tek bir insan bile kalmamıştı. Hepsini ortadan kaldırmayı başarmıştım, ama yorgun düştüğüm her halimden belliydi. Gözlerim karanlıkta etrafı seçemiyordu, bulanıklaşmaya başlamıştı. Bedenimde bir boşluk varmış gibi hissediyordum; aynı zamanda sanki bir bıçak karnımı deşiyordu. Kollarım ve bacaklarımda güç kalmamıştı. Kontrolsüzce dizlerimin üstüne düştüm. Başım yere çarpmasın diye kollarımı zemine dayayıp, başımı kaldırmaya çalıştım. Saçlarım az önceki mücadeleden ötürü suya girmişçesine ıslaktı. Ay’ın ışığı altında parlayarak gözlerimi kamaştırıyordu. Nefesim hızlanmıştı, ama ilerlemem gerektiğini biliyordum. Devam etmek zorundaydım. O pınara ulaşmalı ve kendimi kurtarmalıydım. Benim için kimse gelmeyecekti. Yalnızdım. Gelecek olan varsa, sadece beni öldürmeye gelen bu aşağılık insanlardı.

Birkaç dakika boyunca nefesimin düzene girmesini ve enerjimin yenilenmesini bekledim. Az önceki mücadelede bedenim ısınmıştı fakat şimdi yeniden üşümeye başlayınca bedenimi yavaşça kaldırarak ilerlemeye başladım. Suyun kenarındaki sulak araziye ulaşmam bir dakikamı almıştı. Aslında o kadar uzak sayılmazdım. Bu, ne kadar bitkin olduğumun bir kanıtıydı. Düşüncelerimi bile toparlamakta zorlanıyordum. Bacaklarım istemese de ilerlemeye devam ediyordu, ben ise onları kontrol edebildiğimi sanıyordum. Sulak arazide ilerlerken dengemi kaybetme ihtimalini düşünmemiştim ve korktuğum şey gerçekleşmişti. Suyun tabanındaki çamur ve dengesiz toprağa yaptığım yanlış bir hamleyle kontrolümü kaybettim ve bacaklarım beni nehrin soğuk sularına sürükledi. Hedefime tam tersi yönde akıntıya kapılmam çok sürmedi. Zemindeki sert ve sivri kayalar bedenime ağır darbeler vurarak suda hareket etmemi iyice zorlaştırdı. Zaten bedenimi su yüzeyinde tutmak zor bir işti, ancak bu olaylar beni tamamen berbat bir duruma sokmuştu. Nefes almakta zorlanmaya başladıktan sonra pek bir şey hatırlamıyorum.

Loading...
0%