@allev
|
Tarih: 23 Eylül 637, saat: 09:41. Konum: İnsanlara ait, garip bir yapının içi. Havanın o iğrenç, pis kokusu burnuma gelmişti. Rüyada olduğumu fark etmem uzun sürmedi. Gözlerimi açtığımda, saatte elli kilometre hızla esen rüzgârın etkisini hissettim. Rüzgârın taşıdığı toz bulutları, uzandığım yerden saçlarımı savuruyordu. Daha önce gördüğüm enkazlardan şimdi eser yoktu. Yerdeki kumlar, şiddetli esen tozlu rüzgâr ve fırtınadan sonra gökyüzünde beliren güneşin küçük sarı dairesi dışında görülecek bir şey yoktu. Bedenimi kaldırmaya çalıştım, ancak sağ bacağım hareket etmiyordu. Ellerimi kullanarak doğrulmak istedim. Çevrede görecek bir şey yoktu ama daha fazla yatmak bana dayanılmaz geliyordu. Belimi doğrulttuğumda bir ses duydum. Sanki derin bir vadideymişim gibi, ses çevredeki duvarlardan yankılanarak, gecikmeli ve net olmayan bir şekilde geliyordu. Bu yüzden sesin bana ne iletmeye çalıştığını anlamamıştım. Çok geçmeden ses bozuldu ve rüzgâr şiddetini artırdı. Rüzgârın uğultusu o kadar şiddetliydi ki kulaklarım sağır olacak gibi olmuş, istemsizce onları kapatmaya çalışmıştım. Gözlerime toz dolmaya başlayınca şiddetli bir acı hissettim. Bu acıyla birlikte görüşüm kesilmiş ve gözümün önünden sadece o belirli sayılar bir film şeridi gibi geçmişti. Derin bir nefes alıp gözlerimi açtığımda, insanlara ait garip bir yapının içinde olduğumu fark ettim. Nefesimi düzene sokmaya çalışırken ağaç parçalarıyla kaplı bir tavana bakıyordum. Ağaç gövdelerini budayıp sırayla dizerek bir tavan oluşturmuşlardı. İnsanlara ait bu yapı tarzı, en son neler yaşadığımı hatırlamamı sağlamıştı. Bilincim kapanmadan önce birtakım insanlarla karşılaşmıştım, sonra... Sonrası neden yoktu? Hatırladığımı sanıyordum, fakat zihnimde buna dair en ufak bir iz bile yoktu. Neler oluyordu? Bu normal değildi. Bir anlık endişeyle bedenimi doğrultmaya çalıştığım sırada sağ bacağımın kaskatı kesildiğini hissettim ve büyük bir acıyla kontrolsüzce yüksek sesler çıkardım. Bağırmıştım. Sesim tıpkı bir insan sesine benziyordu. Acı yavaş yavaş geçmeye başlayınca kendimi toparladım ve bacağıma bakmak için üzerime örtülmüş olan beyaz örtüye bir hamle yaptım. Örtüyü hiddetle üzerimden fırlattığımda gördüğüm manzara beni şoka uğratmıştı. Bacağım bir çeşit materyalle sarılıydı. Birkaç dal parçasıyla tutturulmuş ve sıkıca bağlanmıştı. Bu işlemin hareket etmemem için yapıldığını anlamıştım. Çünkü bacağımı hareket ettirmeye çalıştığımda dayanılmaz bir acıya sebep oluyordu. Tabii bedenimdeki tek yabancı şey bu değildi. Üzerimde, beyaz renkte, bedenimin dörtte üçünü salaş bir şekilde saran, yumuşak ve rahat hissettiren bir kıyafet vardı. Ayrıca bedenimin çeşitli bölgeleri de bacağımdakiyle aynı materyalle sarılmıştı. Sarılı olan yerler acıyordu. Bazılarında acı daha fazlaydı. Son olarak bir şey dikkatimi çekmişti. Metal nesneler, sağ bacağım da dahil olmak üzere kollarım ve bacaklarımın bileklerinde takılıydı. Bu metal nesnelerin ucunda, alanın köşelerine doğru uzanan zincirler vardı. Bu tekniğe zincirleme deniyordu. Bu, eğer hareket edebilseydim bile ne kadar kısıtlandığımın göstergesiydi. İnsanlar beni tutsak mı etmişti? Benden ne istiyor olabilirlerdi ki? Ayrıca bedenimdeki yaralara bazı tedavi yöntemleri uygulamışlardı. Açıkçası tedavi edilmiş gibi duruyordum. Kafamda dolaşan birçok soru vardı. Üzerinde bulunduğum oldukça rahat olan yatakla bileklerimi saran rahatsız edici metal zincirler büyük bir tezatlıktı. Bu tezatlığa bir anlam aramak şu an boşa çaba harcamak olabilirdi. Bu yüzden edinebildiğim bilgileri gözden geçirmeye karar verdim. Yattığım yerden başımı biraz doğrultarak bulunduğum alanın içini incelemeye başladım. Alanda çeşitli eşyalar vardı: Bir dolap, raflar, birkaç hayvan derisinden yapılmış halı, yiyecek ve içecek tüketmek için kullanılan nesneler... Hepsi de ulaşabileceğim mesafenin dışındaydı. Çevreme daha dikkatli bakınca, bulunduğum alanın bir insan evi olduğunu anlamıştım. Burasının bir ev olduğuna dair izlenimimi, yattığım yere göre sağ çaprazda, beş metre mesafede duran tahta kapı ve yanındaki iki büyük pencere destekliyordu. Tam o anda kapının önünde bir gölge belirdi. Ayakları, kapının hemen altından görünüyordu. Birisi benim için gelmişti. Gözlerimi kapatıp bilincimin kapalı olduğunu taklit etmeye karar verdim. Benim için bir planları varsa duyabilirdim. İnsanlar aptal varlıklardı. Elbette konuşacaklardı. Böylece gözlerimi kapatarak içeri giren insanın ayak seslerinin bana yaklaşmasına kulak verdim. Hemen sağımdaki oturağı kullanmak istemiş olmalıydı; sesler bunu destekliyordu. Bir süre sessizlikten sonra bedenimde bazı temaslar hissetmeye başladım. Çoğunlukla bedenimin sarılı bölgelerine olan bu temasların hemen ardına bir insanın konuşmaya başladığını işittim: “Daha ne kadar uyumayı düşünüyorsun acaba?” Sessiz ve anlaşılması güç olsa da ne demek istediğini kavrayabilecek kadar yakınımdaydı. Tuzağıma düşmüştü. Uyuduğumu sanıyordu. Muhtemelen birazdan hayat hikayesini de anlatırdı. Bana bilincimin kapalı olduğu süre boyunca yaşananlara dair bilgiler vereceğine emindim. Sakince ve sabırla bedenime temas etmesine izin vermeye devam ettim. O da kendi kendine konuşmaya devam etti: “Ah… Neden ona bu kadar çok benziyorsun?” O mu? O da kimdi? Bu cümleyi duyduktan sonra gözlerimi açmamak için kendimi zor tutmuştum. Fazlasıyla meraklanmıştım fakat belli etmemem gerekiyordu. Dinlemeye devam ettim: “Aynı onun gibi Bembeyaz saçların var. Yüzün de aynı onu andırıyor.” Sesi biraz titremeye başlamıştı. Bedenime dokunmayı bırakmıştı. Son kez sessizce bir şey söyledi: “Bu, galiba benim kefaretim.” Ardından ayaklandığını işittim. Sanırım gidecekti. Kapının sesini duyana kadar gözlerimi açmadım. Çıkınca, gözlerimi açıp dediklerine anlam vermeye çalıştım. Bu insan her kimse bedenimdeki yaraları tedavi eden kişiydi. Bu netti. Peki, bedenimi zincirlerle kısıtlayan kişi kimdi? Kapı şiddetle açılınca gözlerimi hızla tekrar kapatmış ve cevabımı birazdan alacağımı tahmin etmiştim. Alana giriş yapan birden fazla ayak sesi geldi. Aynı zamanda bir kadın ve erkeğin konuşmalarını işitiyordum. Kadın, erkeğe bir konuda itiraz ediyordu: “Torsten, lütfen beni dinle. Ondan bir zarar gelmez. Zincirlerini çözün, lütfen.” “Olmaz Malle! O, iki adamıma saldırdı.” “Kendini tehlikede hissettiği için saldırmış olamaz mı? Günlerdir Koca Meşe Ormanı’nda dolaşıyor olmalı. Çok yara almış.” “Onun, Alphia’dan kaçırılmış bir cariye veya bir köle olmadığını nereden biliyorsun? Eşkıyalardan bazılarının cesetleri, köyün yakınındaki nehir kıyısında bulundu. Onları katletmiş olamaz mı? Ayrıca Alphia halkı hakkında birçok inanış var. Sen de biliyorsun.” Kadın çok kısa, sadece bir saniye kadar, sessiz kaldıktan sonra devam etti: “Öyle olsa bile onların elinden kurtulmuş olması gayet iyi bir şey değil mi?” “Saçmalamayı kes Malle. Onu Şövalyelere teslim edeceğiz.” Kadının sesi, az önce alana gelip yaralarımı kontrol ve tedavi eden kişinin sesine benziyordu. Demek adı Malle’ydi. Fakat Torsten’i sevmemiştim. Hakkımda söyledikleri kısmen doğru olsa da üslubu hoşuma gitmemişti. Duyduğum göre zincirleri taktıran oydu. Şövalyeler diye birilerinden ve Alphia adında bir memleketten bahsetmişti. Bu konular hakkında bir fikrim olmasa da şu an tek yapmam gereken gözlerimi kapalı tutmaktı. Gözlerimi açmam ve uyanık olduğumu belli etmem sıkıntı yaratabilirdi. O sırada aklıma bir soru gelmişti. Neden yanıma gelip bu konuşmayı yapma gereği duymuşlardı ki? Bu soruyu düşünür düşünmez cevabımı aldım: “Kilitlerle oynanmamış. Her şey yerli yerinde görünüyor, Torsten.” Ses, odadaki başka birinden gelmişti. Kendime gelip kaçmaya çalışmadığımı kontrol etmek istemişlerdi. Gayet mantıklı bir hareketti. Benden bu kadar korkuyor olmaları işime yarayabilirdi. Torsten ve adamları, zincirlerin kontrolünü tamamladıktan hemen sonra alandan çıkmış ve Malle’nin kendi kendine konuşmalarını duymaya başlamıştım: “Ne kadar da inatçısın Torsten. Fakat ona zarar vermenize izin vermeyeceğim. Benim gözetimimdeyken olmaz.” Bu insan beni düşmanı olarak görmüyordu. Beni korumaya çalışıyordu. Davranışı mantıksızdı. Zaten insanların mantıksız hareketler yapması oldukça normaldi. Peki, onu kullanmalı mıydım? Bu şekilde devam edersem, tek başıma bir sonuca varmam ne kadar sürecekti, bilmiyordum. Fakat onu kullanırsam, üçüncü kuralı ihlal etmiş olacaktım. Bunun pahasına yapılması gereken bir eylem miydi? Bilmiyordum. “O yaşayamadı belki, ama sen yaşayacaksın. Seni yaşatacağım. Önünde uzun bir hayat olacak.” Malle yanıma kadar gelmiş ve bu sözleri söylemişti. Garip bir şekilde bu sözler, tanıdık gelmişti. Birisi bana bu sözlerin bir benzerini söylemişti sanki. Geçmişime ait bir şeyi mi hatırlamıştım yoksa? Saçlarımı okşamaya başlamıştı. Kendimi birkaç saniyeliğine fazla rahat bırakmış olmalıyım ki bu eylemden keyif almıştım. Bir insanın iğrenç ellerinden gelen şefkate ihtiyacım yoktu. Onlar, onlar! “Hey, sen iyi misin? Titremeye başladın. Ateşin de çıkıyor. Neler oluyor böyle? ” Muhtemelen bahsettiği semptomlar düşüncelerimin bedenime yansımasıydı çünkü artık dayanamamıştım. Hiddetle gözlerimi açarak bütün bedenimi hareket ettirmeye çalıştım. Bunun üzerine zincirlerin sıkıca beni engellemesiyle ağzımdan çıkan ürkütücü ses, alanı inletmişti: “O pis ellerini üzerimden çek seni insan biti!” Malle adlı kadın, benden ürkmüş olmalı ki hemen elini kaldırarak geriye çekildi ve oturduğu sandalyeyi devirdi. Sandalyenin yere düşmesiyle çıkan ses, ani hareketlerimle yankılanan zincirlerin gürültüsü tarafından bastırılmıştı. Malle’nin gözlerinde derin bir endişe sezdim. Gözlerimi ona dikmiş, sert sert bakmaya devam ettim. İçimde birikmiş tüm kin ve nefreti kusacak gibiydim. Bir yandan da Arşiv Komutları’yla zincirleri kırıp kıramayacağımı düşünüyordum. Bileklerimdekiler sorun yaratmıyordu ama yaralı bacağımdaki ve boynumdaki zincirler en rahatsız edici olanlardı. Boynumdaki zincir, neredeyse nefes almamı engelleyecek kadar sıkıydı ve acı veriyordu. Bu acıdan kurtulmak için Arşiv Komut İstemi'ni açmaya çalıştım ama başarısız oldum. Yoksa zincirlendiğim için bu işlevimi kaybetmiş olabilir miydim? Mantıksız bir gerekçeydi ancak imkânsız diyemiyordum. Bilmediğim bu dünya, daha önce görmediğim mekaniklere sahipti; bu yüzden olasılıklar fazlaydı. Ne yazık ki asıl büyük sorun bu değildi. Malle'nin şüpheci hareketleri dikkatimi çekmişti ve sorduğu beklenmedik bir soru adeta zihnime bir darbe indirdi: “Bir saniye, yoksa sen... Arşiv Büyüsü kullanabiliyor musun?” Dehşete düştüm. Arşiv’i nereden biliyordu? Bir insanın Arşiv Sistemi’ni bilmesi nasıl mümkün olabilirdi? Zincirlerin titreşme sesleri odada duyulmaya başlamıştı. Avcıyken av haline geldiğimi fark ettim. Tüm kontrol artık onun elindeydi. Nasıl bilebilirdi? Yutkundum ve boynumdaki zincirin baskısını hissettim. Panik yapmamalıydım. Bu insanın fazlasıyla bilgi sahibi olduğu açıktı. Eğer doğru hamleleri yaparsam onun eline düşmeyebilirdim. Sonuçta o da aptal bir insandan başka bir şey değildi. Böylece biraz sakinleşmeye başladım. Malle ise bu süreç boyunca düşünceli bir tavır takınıyor, bir cevap bekliyor gibiydi. Başını öne eğmiş, sol elini çenesine götürmüştü. Önemli bir şeyi çözmeye çalışıyormuş gibi gözüküyordu Biraz daha düşünürse bir şeyler bulabilirdi; bu yüzden dikkatini dağıtacak bir cevaba ihtiyacım vardı. Ayrıca bu cevap, benim sorularıma da bir köprü olmalıydı. Odağı kendimden ona çevirmeliydim. Onu soru bombardımanına tutmalıydım ki düşünmesine fırsat kalmasın. Az önce ne yaptığımı görmüştü, bu yüzden Arşiv'i kullanmaya çalıştığımdan muhtemelen emindi. Bu yüzden bilmiyormuş gibi yapamazdım. Başka bir yöntem denemeliydim. Bu gerçeği kabul ederek onun kim olduğunu öğrenmeliydim. Eğer gizlemeye çalışırsa kontrolü tekrar ele geçirebilirdim. Kalkmazsa da kim olduğunu ve nasıl bildiğini kolaylıkla öğrenebilirdim: “Sen kimsin?” Malle, gözlerini kaldırarak bana baktı ve şaşkınlıkla sorumu tekrarladı: “Kim miyim?” Başını yeniden eğip düşünmeye başlamıştı. Neden sorduğum soru için bu kadar aptalca davranıyordu? Bir insan olarak geri zekâlılığını anlayabilirdim ama bu derece bir aptallık fazlaydı. Onu daha fazla zorlayarak bu açığından faydalanabilirdim: “Zor bir soru sormadım.” Onu mümkün olduğunca aşağılamadan konuşmalıydım ki istediğim sonucu elde edebileyim. Ayrıca ciddi bir yüz ifadesine sahip olmalıydım. Yoksa bir anda her şey tersine dönebilirdi. Malle, yere düşen sandalyeyi kaldırıp bu kez benden daha uzağa oturdu. Dirseklerini bacaklarına dayayıp ellerini birleştirdi ve ağzını bu köprü gibi duran ellerinin üzerine koyarak cevap verdi: “Ben Malle, bu köyde bir şifacıyım. Fakat benim değil senin kim olduğun önemli. Bir Alphialı olarak Kome'de ne işin var ve neden o kadar kötü durumdaydın?” Planım tamamen paramparça olmuştu. Aradığım tüm açıkları sezmiş ve kapatmıştı. Üstelik bana sert bir soru yöneltmişti. Soğuk terler dökmeye başlamıştım. Karşımdaki insan, en zekilerinden biri miydi? Çok güçlüydü ancak pek hoşuma gitmese de hala kullanabileceğim bir yöntem vardı. Öncelikle, onlar az önce odaya girdiğinde bilincimin açık olduğunu fark etmemişlerdi. Bu yüzden Malle’nin gerçek duygu ve düşüncelerini biliyordum. Fakat o, bunları bildiğimi bilmiyor olmalıydı. Malle, konuşmaya devam etti: “Eşkıyalar tarafından esir mi alınmıştın veya bir soylunun elinden mi kaçtın? Buraların senin için tehlikeli olduğunu biliyorsun. Neden Amura topraklarına geldin?” Ben stratejik planlar yaparken, Malle'nin bunlara ne kadar gerek olmadığını bana gösterdiğini fark ettim. Beni tanıdığı falan yoktu. Sadece bir aptaldı. Beni önemseyecek kadar aptal… Ona gerçeklerin biraz değiştirilmiş halini söyleyerek bu baskıdan kurtulabilir ve onu istediğim gibi yönlendirebilirdim: “Ben… Bilmiyorum.” Malle, ciddi bir ifadeyle sordu: “Kim olduğunu bilmiyor musun?” Bu küçümseyici tavırlarına boyun eğmek zorunda kalmak beni içten içe yiyip bitiriyordu, ama planım için buna katlanmalıydım. Hafızamın olmadığı bir gerçekti. Bunu ona kanıtlayarak ondan faydalanabilirdim. Sonuçta beni önemsiyordu ve bu sorunu çözmek için elinden geleni yapacak gibiydi. Böylece hem hafıza sorunuma bir çözüm bulmuş olacaktım, hem de hafızam olmadığı için bana bu dünya hakkında bilmediğim şeyleri anlatacaktı. Bir taşla iki kuş. Ancak kendimi korumak için Üçüncü Kural’ı ihlal etmek içime sinmiyordu: “Hafızam… Bulanık. Hiçbir şey hatırlamıyorum.” Malle, bir an için irkilip geri çekildi ve fark ettirmemeye çalışarak kendi kendine ‘Yoksa o olabilir mi?’ diye fısıldadı. Neyden bahsettiğini anlamasam da bir anda yüz ifadesini ve duruşunu değiştirerek söylediklerime cevap verdi: “Ah, demek öyle. Nasıl bunu düşünemedim? Hatırladığın kadarını bana anlatır mısın?” Malle'ye, ormanda bir anda gözlerimi açtığımı, hiçbir şeyi hatırlamadığımı ve birkaç gün boyunca tek başıma dolaştığımı, dün gece ise eşkıyalarla karşılaşıp onlardan kurtulduğumu anlattım. Gereksiz detaya girmedim ve rüyalarımdan bahsetmedim. Benden fazla şüphelenmesini istemiyordum: “Hmm… Gerçekten de öncesine dair hiçbir şey hatırlamıyor musun? Böylesine bir hafıza kaybının ancak ve ancak güçlü bir büyü sonucu yapılabilir olduğunu düşünüyorum ama bu sefer de akla şu soru geliyor: sana bu kadar güçlü bir büyüyü kim yapmış olabilir?” Galiba az önce Arşiv Komutları’na da ‘Büyü’ diye hitap etmişti. Büyü, bildiğim kadarıyla gerçek olmayan, mistik bir güce verilen addı. Arşiv ise mutlak kesinlikken büyü ile bağdaştırılması mantıksızdı. Ancak bu insanların büyüye inanması, özellikle Arşiv Komutları’nı büyü olarak nitelendirmeleri şüphe uyandırıcıydı. Sonuç olarak söylediklerinde bir doğruluk payı olma ihtimali de vardı. Eğer birisi Arşiv Komutları’nda yüksek mertebeden izne sahipse muhtemelen anılarımla da oynayabilirdi. Bu mantıklı bir açıklamaydı. Garibime giden şey, bu ihtimali sıradan bir insanın biliyor olmasıydı. Malle, aptal gibi gözüken ama aslında oldukça zeki ve bilgili biri olabilir miydi? Bunu zamanla görecektim. Arşiv hakkında bir şeyler biliyordu. Bütün bu bilgileri ondan çekip koparmalıydım ama önce bir şeyi kesinleştirmeliydim: “Sen büyü kullanabiliyor musun?” Malle kısa bir kahkaha attıktan sonra cevap verdi: “Çok isterdim fakat ben Safkan değilim. Kullanamam. Her neyse. Artık uyandığına göre sana güzel bir yemek hazırlayalım, ne dersin? Kendini toparlamana yardımcı olur?” Bir cevap vermedim ve Malle neşeli bir ifadeyle odadan ayrıldı. Fakat numara yapıyordu, bunu sezebiliyordum. Az önceki şaşkınlıkları ve irkilmesi tehlikeliydi. Beni zincirleyenlere bir şey söylemeyecekti fakat kendisi daha tehlikeli birisi olabilirdi. Büyük bir kumara girmiş olduğumu düşündüm. Kazanıp kazanamayacağımdan emin olamıyordum. |
0% |