@allev
|
Tarih: 23 Eylül 637, saat: 11:03. Konum: Tutsak tutulduğum, insanlara ait oda. Malle’nin odadan ayrılmasının üzerinden tam olarak yarım saat geçmişti. Zincirlenmiş olmak ve özgürce hareket edememek iğrenç bir histi. Yattığım yatakta kısmen hareket edebiliyor olsam da bir metre bile uzaklaşamıyordum ve sürekli Malle’nin söylediklerini düşünüyordum. Anlık tepkilerinin arkasındaki anlamı bulmaya çalışıyordum. Elbette bulamıyordum. Yemek ile neyi kastetmişti acaba? Şu anda en yakın öğrenme ihtimalimin olduğu konu buydu. Yanımda kimse olmadığından Arşiv Sistemi’ne giriş yaparak yemekle ilgili bilgileri taramaya başladım. Canlıların yaşaması için gerekli olan temel bir ihtiyaç olduğunu öğrendim. Demek bana ihtiyacım olan bir şey getirecekti. Açıkçası yemek ifadesini araştırmaya başladıktan sonra içten içe arzuladığımı fark etmiştim. İhtiyacım olduğu belliydi. Beklemeye karar vermiş olsam da artık sıkılmıştım. Yapacak bir şeyler arıyordum; bir şeyler olmasını umuyordum. Sanki birileri isteğimi duymuş gibiydi, çünkü kapının arkasından tartışma sesleri gelmeye başladı: “Malle Hanım! Buna izin veremeyiz.” “O ne zamandır aç biliyor musun? Çekilin yolumdan!” “Onun uyandığını neden Torsten’a söylemediniz?” “Çok meraklıysan git kendin söyle, Adam!” Malle hızla odaya daldı, hemen arkasından iki kişi daha içeri girdi. Ellerinde uzun kılıçlar tutan bu iki yabancı, onlara dik dik bakmam yüzünden olsa gerek, korkmuş ifadelerle benden gözlerini ayıramıyordu. Yine de Adam, içgüdülerini bastırıp Malle ile konuşmaya devam etmeye çalıştı. O sırada Malle, getirdiği tepsiyi üzerindeki yemeklerle birlikte girişin yanındaki masaya koydu: “Malle Hanım? Güvende olduğumuza emin misiniz?” Malle hiddetli bir şekilde cevap verdi: “Onu bir av hayvanını bağlar gibi zincirlediğiniz için korkmanıza gerek var mı? Yoksa onu çözdüğümde size yapacaklarından mı korkuyorsunuz?” “Onu çözmek mi?” “Peki, ona nasıl yemek yedireceğim?” “Size izin veremem. Brayton! Hemen Torsten’a haber ver!” Adam’ın cüretkârlığına rağmen, Brayton tek bir kılını bile kıpırdatamamıştı Adam, Brayton’ın korkudan titrediğini görünce sinirle kendi alnına vurdu, sonra hızla dönüp onun alnına sert bir tokat attı. Brayton ancak o zaman kendine gelebildi. Adam, Brayton’a emri tekrar ettikten sonra onu göndermeye hazırlanırken, Malle aniden kapıyı çarptı ve belindeki kısa bıçağı ustaca çekti. Diğer iki yabancı insan da birden kılıçlarına davrandılar. Adam: “Ne yaptığını sanıyorsun? Bizle mücadele mi edeceksin?” Malle, soğukkanlı ve kendinden emin bir şekilde cevap verdi: “Gerekirse hastam için ölürüm ama onu yaşatırım. Bir Şifacı’nın yegâne gayesi budur.” Adam, derin bir iç çekip gözlerini devirdikten ve morali bozulmuş gibi bir ifade yaptıktan sonra kılıcını kınına geri sokarak devam etti: “Pekâlâ, onu çöz Brayton.” Brayton, güvensiz ve titrek bir sesle atıldı: “Ama Adam! Bunu yapamayız.” “Geveleme be! Benden daha mı iyi bileceksin? Malle dürüst bir insandır. Torsten’dansa ona güvenmeyi tercih ederim. Her ne kadar işim Torsten ile beraber bu köyü korumak olsa da...” Brayton, titreyen elleriyle cebinden anahtarları çıkardı ve zincirleri tek tek çözmeye başladı. Sol bacağımdaki zinciri çözerken acıya dayanamayarak yüksek bir çığlık attım. Brayton, korkudan kendini yere attı. Adam, kılıcına davranacak gibi oldu ancak Malle hızla araya girip yaralı olduğumu belirten kısa bir nutuk çekti. Ortam sakinleşti. Malle, anahtarları Brayton’ın elinden alıp kendisi zincirleri çözmeye devam etti. Sadece boynumdaki zincir kalmıştı. Gözlerimi ona dikmişken Malle, sakin bir şekilde ve acıtmadan son zinciri de çıkardı. Artık özgürdüm, ama sol bacağım hâlâ kötü durumdaydı. Hareket ettiremediğim için bir yere gitmek mümkün değildi. Bu yatağa mahkûm olduğum anlamına geliyordu. Bu durumdan memnun değildim, ama bacağımdaki acı yavaş yavaş geçiyordu. Nefesimi yeniden kontrol edebiliyordum. Neyse ki ellerim ve kollarım oldukça sağlamdı. Bu da gayet yeterliydi. Şimdi düşünmem gereken ise bu insanlarla ne yapmam gerektiğiydi. Düşüncelerimle meşgulken, üçü de adeta birer öğrenci gibi yan yana sıraya dizilmişti. Malle, isteği yerine geldiği için sevinen bir kızı; Adam, ciddi ve resmi tavırlarıyla oğlanı; Brayton ise beceriksiz, korkak bir çocuğu andırıyordu. Malle’ye bir şey yapmazdım, ama diğer ikisine güvenim yoktu. Onları ortadan kaldırmak mı? Hayır, bu çok fazla sorun yaratırdı. Her halükârda iyileşene kadar bu köyde kalmam gerekiyordu. Bu iki insanı kendi tarafıma çekebilirsem, bu planı başarabilirdim. Sonuçta bu Adam, Torsten ile aynı mevkideymiş gibi görünüyordu. Bu köyde kesinlikle söz sahibiydi. Malle düşüncelerimi kesip konuşmaya başladı: “Şimdi sizden bir şey isteyeceğim. Adam, Torsten’a lafını geçirebilirsin. Onun şövalyeleri çağırmasına engel olsan ve şu an hastamızın serbest olduğu gerçeğini saklasan yeterli.” “Ne demek istiyorsun, Malle? Sana güvendiğimi söyledim ama Torsten’a ihanet etmem.” “İhanet etmeni isteyen yok ki. Sadece onun iyileşmesini istiyorum. Zaten hareket edebilir hale geldiğinde onu Başkent’e götürürüz. Tedavisine orada devam edebilir. Köyden de uzaklaşmış olacak. Yani kısaca Torsten’ın endişelenmesi gereken bir şey yok.” Adam, sağ eliyle çenesindeki turuncu sakalları kazırken düşünceli bir ifadeye büründü ve o anda Malle’nin zeki bir insan olduğunu artık anladım. Tam da düşündüğüm ve istediğim şekilde konuşmuştu. Malle, benim gibi düşünebiliyordu ve bu özelliği işime yarayacaktı. Elbette bilmediğim birkaç şeyden de bahsetmişti. Özellikle bahsettiği başkente gitmek… Asıl amacı neydi, hâlâ kestiremiyordum, ama iyileştikten sonra gitmemde bir sakınca olmadığını düşünmüştüm. “Neyse! Çabuk çıkın, kapıda beklemeye devam edin. Yakalanmayalım. Hem yemek de soğuyor.” Malle, diğer ikisini odadan çıkardıktan sonra masayı yanıma çekti. Zorlukla kavrayabilmiş ama şaşırtıcı bir şekilde üstündeki hiçbir şeyi devirmemişti. Becerikliydi, ama bir türlü susmuyordu. Az önce içeri girdiklerinden beri tek bir kelime etmemiş olsam da bana durmadan bir şeyler anlatıyordu. Çenesi bir türlü durmuyordu: “Endişelenmene gerek yok. Sana bir şey yapamayacaklar. Benim yanımda güvende olacaksın.” Endişelendiğim yoktu. Malle’nin bu denli ilgi göstermesi ve önemsemesi beni tuhaf bir şekilde rahatsız ediyordu. Bir insan benden ne isteyebilirdi ki? Ona bir faydam dokunmazdı. Tek elde edeceği şey hüsrandı. Üçüncü kural… Bu bilgilerimin gerçekten doğru olup olmadığından emin değildim: “Neyi düşünüyorsun öyle kara kara? Yemeğin soğuyor.” Elindeki kaşığı çorbaya daldırıp, bir kısmını ağzıma doğru getiriyordu. Üzerinden dumanlar tütüyordu. Çorba sıcaktı ama içimde bir soğukluk hissediyordum. Bu yemeği kabul etmek istemedim. Elimin tersiyle Malle’nin elindeki kaşığa vurdum, kaşık yere düşüp birkaç kez takırtı ile yuvarlandı. Malle’nin yüzüne bakamıyordum, neden bakamadığımı bilmiyordum. Kendimden utandığımı düşündüm, belki de gerçekten hissediyordum. Ama emin değildim. Bir insandan gelen bu hissi kabul etmemem gerektiğini biliyordum: “Ah, böyle olmaz. Yemek yemen lazım ki vücudun daha hızlı toparlansın. Kaşığı böyle fırlatmamalısın.” Evet, biliyordum. Az önce tamamen mantıksız bir şey yapmıştım. Bana yardım etmeye çalışan birini terslemiştim. Neden böyleydim? Kimdim? Neden hiçbir şeyi hatırlayamıyordum? Bu soruların cevaplarını bir an önce öğrenmek istiyordum. O an yüzümde bir sıcaklık hissettim, ardından bir sıvı akışı... Kaşığın yere düşmesinin ardından kısa bir sessizlik olmuştu. Bu sessizliği hüzün dolu ince tınılar bozduğunda Malle endişelenmişti: “Hadi ama… Beni de ağlatacaksın.” Sesi titriyordu. Başımı kaldırıp onun yüzüne baktım. Burnu ve gözlerinin çevresi kızarmıştı. Masada duran lekeli sarı bir kumaşı aldı ve burnunu gözünü sildi. O an, sağ gözümden akan bir damla gözyaşının çeneme doğru süzüldüğünü hissettim. Ağlıyor muydum? Neden ağlıyordum ki? Mantıksızdı. Başımı yatağa çevirdim ve gözyaşlarımın örtüde bıraktığı izlere baktım. Fakat görüntü biraz bulanıktı. Saçlarım Malle’yi tekrar gizlemişti: “Biliyorum. Senin için zor.” Tek bir şeyi öğrenmek istiyordum. Başımı kaldırmadan ve Malle’ye bakmadan ‘Ben kimim?’ diye sordum. Malle, biraz sakinleşmiş olsa da hala titrek bir sesle cevap verdi: “Sen, çok önemli birisisin.” Avuç içini saçlarımın üzerinde hissettim. Nazikçe, yavaş hareketlerle okşuyordu: “Bütün zorluklara göğüs geren ve hayatta kalmayı başaran sensin. Bu yüzden, hayatını sonuna kadar yaşamayı hak ettin. Kimsenin bu hakkını elinden almasına izin vermeyeceğim.” Ah... Hep duymayı beklediğim şeyleri söylüyordu. Sözleri öylesine rahatlatıcıydı ki… Bir insan hakkında böyle hissetmek beni kendimden nefret ettirse de bu duygulara karşı koyamıyordum. Uzun zamandır aradığım, özlediğim bir histi. Yabancıydı ama aynı zamanda tanıdık: “Bir gün çok büyük şeyler başaracaksın. O zamana kadar hep yanında olacağım. Beni anlıyorsun, değil mi?” Evet, onu çok iyi anlıyordum. Başımı salladım. Malle, birkaç dakika daha saçımı okşadıktan sonra toparlandı ve getirdiği yemeklerle kapıya doğru ilerledi. Kapıdan çıkmadan önce arkasını döndü ve beni yatağıma iyice sarılmış halde görünce son bir şey söyledi. ‘Akşam sana tekrar yemek getireceğim,’ dedi. Böylece yine odada tek başıma kalmıştım. Yorgun hissediyordum, bu yüzden gözlerimi kapattım. Zihnimde zorlu bir savaş vermiştim. Artık dinlenmeye ihtiyacım vardı. Bu zihinsel galibiyetimin ödülü olarak, uyumayı hak ettiğimi düşündüm. |
0% |