Yeni Üyelik
9.
Bölüm

Yekten Bir İlk - 4

@allev

Tarih: 24 Eylül 637, saat 20:32. Konum: Gerçekleri kabul etmeyi reddettiğim o lanetli oda. Bilincim, karanlığın en derin köşelerine yolculuk yapmışçasına beni neresi olduğunu bilmediğim, tuhaf ve anlamsız bir yerde yalnız bırakmıştı. Zaman algım geri döndüğünde, kendimi sıkışıp kaldığım o devasa boşluk ve karanlık içinde hissetmem uzun sürmedi. “Demek tekrar en başa döndüm,” diye içimden geçirirken, birden gerçeklik yeniden var olmaya başladı; etraf şekillendi ve gözlerimin önünde bir sahne oluştu. Bu sahne, yıkımın gerçekleştiği o dünyaya ait bir görüntüydü. Aynı kâbus gibi manzarayla yine baş başa kalmıştım. Koyu gri bulutların arasından çıkmaya çalışan zayıf bir güneşi, havanın kirliliğiyle cesetlerin çürümüş kokusunun birleştiği dayanılmaz kokuyu algılıyordum. Yıkıntılar arasında arkası dönük, kısa ve kirli beyaz saçları olan genç bir kız, toprak ve molozların arasında bir şeyler arıyordu.

Bedenim tuhaf hissettiriyordu. Ona yaklaşmak istemiyordum, ama sanki beni kendine doğru çekiyordu. Bedenim kontrolümde değilmiş gibi hareket ediyordu. Birkaç saniye içinde, molozlar sağa sola savrularak onunla aramdaki yolu açtı ve görünmez bir güç beni havada tutarak onun yanına götürdü. Tüm bu olayları anlamlandırmaya çalışırken, o konuşmaya başladı ve sorduğu soru karşısında donup kalmıştım:

“Gerçeği gördüğünde, ne hissettin?”

Evet, Malle’nin bana gösterdiği o aynada kendimi görmüştüm, hem de tamamen bir insana benziyordum. Bunun mümkün olmadığını biliyordum, ama gördüğüm şey de gerçekti; herhangi bir yanılsama ya da illüzyon değildi. Aslında, en başından beri açıkça ortada olan ama benim görmek ya da kabul etmek istemediğim şeyden bahsediyordu.

Ellerimin, kollarımın, bacaklarımın, kısacası tüm bedenimin bir insana benzediğini fark etmiştim, ancak bunu görmezden gelerek önemsememeye çalışmıştım. Şimdi ise tüm bu gerçekler yüzüme vurulmuş, kaldıramaz hâle gelmiştim. Bedenimin son durumu ve bilincimin çöküşü, bu gerçeğin ağırlığını taşıyamadığımı gösteriyordu. Onun sorduğu sorunun derinliğinde boğulurken, o benden bir yanıt beklemese de sessizliğimi fark edip konuşmaya devam etti:

“Cevap vermeni beklemiyordum. Zaten cevabın ne olduğunu biliyorum. Amacım, seni sorunun derinliğinde boğmaktı ve bunu da başarmışım gibi görünüyor.”

İkinci bir şok yaşamama neden olan bu cevabın hemen ardından yüzünü bana döndü ve kızıl gözlerinin nasıl parladığına şahit oldum. Elindeki demir sopayı bırakarak, iyice yaklaşıp sağ elini başımın üstüne koydu ve ekledi:

“Merak etme. Ölmeyeceksin. Sadece artık bir insan olarak uyanacaksın. Kurallarını yeniden yazacağız. Anlamını bilmediğin o kurallardansa inandığın ve güvendiğin gerçeklerle yola devam edeceksin. Seni tekrar gördüğüm zaman biraz ilerleme kaydetmeni umuyorum.”

Sonrasında elini, insanların kalbinin olduğu yere, göğsüme koyarak, “Kalbinin sesini dinle,” dedi. Elini koyduğu anda derin bir sıcaklık hissettim. Ardından devam etti: “Zihnindekileri değil.”

Bu sözlerin üzerine, sağ elinin orta parmağıyla alnıma sertçe vurdu. O tuhaf güç, önce yavaşça, ardından giderek ivmelenerek beni sahneden dışarı çekmeye başladı. Etrafımdaki her şey çözülürken o da piksellerine ayrılarak kayboluyordu. Sonunda, yine nefes nefese uyandım ve kendimi her zamanki yatakta, tavana bakarken buldum.

Gerçekliğe döndüğüm için sevinmeli miydim, yoksa yaşadıklarımın şokunu mu atlatmalıydım? Hangisine öncelik vereceğime karar veremedim ve üzerimdeki örtüyü kenara iterek yataktan kalktım. Sol bacağım hala biraz acıyordu, ancak bu acıya artık alışmıştım. Kol değneklerimi kullanarak aynanın bulunduğu yere ilerledim. Cılız bir odun ateşinin hemen yanında, sıcak bir konumda duran aynanın önüne çöküp, ateşin ışığında yüzümü ve bedenimi incelemeye başladım.

Gözlerim kıpkırmızı, saçlarım ise bembeyazdı. Aynı, rüyalarımdaki o tuhaf kişiye benziyordum. Gözlerimin etrafında, beyaz ve siyah karışımı ince tüyler vardı ve gözlerimin kenarlarında küçük kızarıklıklar dikkatimi çekti. Bu kızarıklıkların sebebini anlamam mümkün değildi. Yüzüm, öncekine göre daha beyaz, soluk görünüyordu. Saçlarıma dokunduğumda yoğun, düz ve yumuşak olduklarını fark ettim. Bedenimi daha ayrıntılı incelemek için üzerimdeki beyaz kıyafeti çıkardım ve onu bir kenara koyarak göğüs bölgeme odaklandım.

Gayet iyi bir bedenim vardı, sanırım. Üzerimdeki yaralar hala belli olsa da artık iyileşmiş gibiydi. Arşiv sayesinde atlattığımı düşünüyordum. Ancak, Arşiv’e güvenmeli miydim? Kurallarım… Onun söyledikleri… Zihnim bulanıktı, ne düşüneceğimi bilemiyordum. Öz bilgilerim bir yalandan mı ibaretti yoksa? Dediklerinin doğru olma ihtimali vardı; bu dünyanın neresi olduğu ve burada ne yaptığım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Her şey mümkündü. Ancak iki tarafın da ortak bir noktası vardı: Her ikisi de duruma şüpheyle yaklaşmamı öğütlüyordu. Bu yüzden şimdilik Arşiv komutlarını kullanmayı bırakmaya ve Malle’den bilgi edinmeye odaklanmaya karar verdim.

Üzerime kıyafetimi yeniden geçirdim. Biraz zorlayıcı bir süreçti ama başardım. Ardından kol değneklerime tutunarak ayağa kalktım ve kapıya doğru ilerledim. Pencerelerden dışarısı karanlık görünüyordu, ancak yine de görmek istiyordum. Dışarısı nasıl bir yerdi?

Kapıyı açmak için bir tutamaç vardı. Sol elimi oraya uzatıp sıkıca kavradım. İleri, geri, yukarı ve aşağı kombinasyonlarını denedim. Son denememde sonuç aldım, kapıdan bir ses geldi. Tahtanın çatırdamasını andırıyordu ama önemsemedim; artık beni dışarı çıkmaktan alıkoyacak bir şey kalmamıştı. Kapı açılmıştı.

Kapıyı açtığımda, Malle ile konuşan bir çocuğun sesi kulağıma geldi. Kapı, doğrudan dış dünyaya değil de sanki evin bir parçasıymış gibi tavanı olan geniş bir tahtadan alana açılıyordu. Karşımda düzenli bir sırayla dizilmiş ve alanın çevresini saran tahtadan direkler vardı, ancak iki noktada boşluk bırakılmıştı. İlki, hemen sol yanımda aşağı doğru inen basamaklara; diğeri ise tam karşımda, çevredeki diğer yapılara doğru uzanan bir yola çıkıyordu.

Sağ tarafıma dönüp sesin geldiği yöne baktığımda, geniş bir “L” şeklinde sıralanmış üstü örtülü oturakların önünde duran dikdörtgen bir tahta masa ve etrafında iki küçük çocukla Malle’yi gördüm. Malle, onlara bana gösterdiği kitabı okuyordu; çocuklar ise ona arada bazı sorular soruyor gibi görünüyordu. Ancak kapıyı açmamla birlikte dikkatlerini bana çevirdiler. Onlara baktığımda, hepsinin gözleri doğrudan benimkilerin içine odaklanmıştı.

Çocuklar donuk ifadelerle kaskatı kesilmiş, Malle ise kırılan kapının sesi yüzünden endişeli bir ifadeyle bana bakıyordu. İki saniyeyi geçmeyen bu kısa bakışmanın ardından Malle kendini toparladı ve sessizliği bozarak söze girdi:

“Uyanmışsın. Daha iyi görünüyorsun.”

Sesinde hafif bir cızırdama, yüzünde ise zoraki bir tebessüm vardı. Kapı tutamacını kırmamdan memnun olmadığı belliydi, fakat bunu belli etmemeye çalışıyordu. Çocuklar hâlâ donuk bir şekilde bakarken, ben cevap vermeyince Malle devam etti:

“İstersen buraya gel, çocuklara senin kitabını okuyordum. Sen de dinlersin.”

O kitabın içeriğini merak ediyordum ve öğrenme fırsatını bulduğum için içimde bir heyecan dalgası yükseldi. Hızla değneklerimi kullanarak oturakların örtülü bir köşesine geçtim. Çocuklar, oturdukları yerden kalkıp benden hafifçe uzaklaştılar. Neden bu kadar temkinli davrandıklarını anlamamıştım.

Çocuklardan biri, boyu ve muhtemelen yaşı daha küçük olan, gözlerini bana dikmiş, sabit bir şekilde bakıyordu. Bakışları rahatsız ediciydi. O bana öyle bakarken, ben de ona kilitlendim. Eğer Malle kitaptan okumaya devam etmeseydi, büyük ihtimalle çocuk pes edene kadar bakmayı sürdürürdüm.

“Evet, nerede kalmıştık? Amice?” dedi Malle.

Diğer çocuk, heyecanlı bir şekilde yanıtladı. İkisi de şimdi tüm dikkatlerini Malle'ye vermişlerdi:

“Diyarları gezmeye başlamıştı, Malle.”

Malle, ciddiyetini koruyarak yutkundu ve anlatmaya koyuldu:

“Harikasın. Evet, dört diyarı gezmek için uzun bir yolculuğa çıkmaya karar vermişti. Bu yolculuğun sebebi, bu dört diyarı kendi gözleriyle görmek ve gerçeği aramaktı. Tanrı’yı arıyordu. Önce Amura’nın daha kuzeyinde kalan, yüksek rakımlı, karlı dağlarla çevrili dondurucu Alphia’ya gitti. Yolculuğu sırasında soğuktan dolayı birkaç kez at değiştirmek zorunda kalmıştı. Günlüklerinde şöyle yazıyor: ‘Ben ki Alphia’nın sınırlarına ulaştığımda, üçüncü atım telef olmuştu. Artık yakında ne bir han ne de bir tüccar vardı. Karlı dağların ve vadilerin arasındaki şiddetli rüzgârla ve soğukla yayan mücadele etmem gerekecekti. Bir noktada öyle çok üşüdüm ki parmaklarımı hissetmiyordum artık. Öleceğimi sandım. Ta ki karşıma Alphialı bir genç çıkana dek.’ Sonrasında, o gencin gezgini gizli Alphia köyüne soktuğunu ve orada birkaç gün geçirdiğinden bahsetmiş. Gezginin, Alphia Mabedi’ne bile alındığı yazıyor. İçeride antik yazıtlar varmış ve bir Mesih’ten söz ediliyormuş.”

Amice birden araya girdi:

“Mesih ne demek, Malle?”

Bu sefer Malle'nin yüzünde gerçek bir gülümseme belirdi:

“Mesih, dört gözle beklenen kişiye verilen isim, Amice. Biliyorsun, biz insanlar dışında dört farklı ırk var. Her biri, içlerinden bir Mesih'in bir gün geleceğine inanıyor.”

Amice, kafası karışmış ifadeyle tekrar bir soru sordu:

“Peki ,bizim neden Mesih’imiz yok, Malle?”

“Çünkü bizim kültürümüzde böyle bir inanç yok, Amice. Yaratıcıya inanmak elbette yanlış değil ama biz insanların Mesih’in geleceğine dair bir inanışı maalesef yok. Bunun sebebini ancak atalarımıza sorabiliriz,” dedi Malle. Sonrasında anlatmaya devam edecekken aklıma takılan bir soruyla ben araya girdim:

“Benim Alphialı olduğumu söylemiştiniz.”

Malle, hiç tereddüt etmeden, gereksiz bir ciddiyetle cevaplamaya başladı:

“Evet, sen bir Alphialısın. Bu kesinlikle doğru. Fakat Mesih olup olmadığını bilmemiz mümkün değil. Hatta bu hikayelerin gerçekliği bile tartışmalı.”

Bu cevabındaki gereksiz ciddiyetin ardındaki gerçeği açığa çıkarmak için Malle'yi biraz sıkıştırmam gerektiğini düşündüm:

“Mesih’in özellikleri neler?”

Malle, bilgili görünmesine rağmen bilmediğini söyledi. Yalan söylediğini düşünüyordum ama üstelemedim. Ondan bu bilgiyi almak için başka yollar da vardı. Şimdilik genel bilgi birikimi edinmek için anlatmasına ve daha fazla müdahale etmemeye karar verdim:

“Gezgin, sonraki durağı olarak Terresita’yı seçmiş. Fakat orayla ilgili hiçbir kayıt tutamamış. Gittiğinde şiddetli uyarılara ve dış dünyaya bilgi vermemesi için tehditlere maruz kaldığını söylüyor. Terresita sınırlarında beş gün geçirmiş, ancak Amura’ya döndüğünde kendisine yapılan tehditler haricinde her şeyi unutmuş. Bu yüzden o bölgeye dair neredeyse hiçbir şey yazamamış.”

Amice, şaşkınlık içinde duyduklarını anlamaya çalışırken, diğer küçük çocuk sadece dinliyormuş gibi görünüyordu; konu ilgisini çekmemiş gibiydi. Malle, anlatmaya devam etti:

“Üçüncü durağı olarak Volarna’ya gitmiş. Güneyde, volkanik bölgedeki kızgın kumların ve kızıl kül çiçeklerinin yetiştiği, insanlara ölümcül gelen çorak topraklara doğru yol almış. Bu bölge, insanların yaşamasına imkân tanımayacak kadar zorluymuş. Bu yüzden Volarna halkı, bölgelerindeki cevherlerden ve kendilerine has yeteneklerinden faydalanarak, insanları bu topraklarda koruyacak özel kıyafetler ve ekipmanlar tasarlamış. Volarnalılar, diğer iki ırka göre daha gelişmiş bir toplumsal yapıya sahipmiş. Alphia’da olduğu gibi Volarna’da da birçok dost edinmiş. Günümüzde zorlu koşullarda kullanılan kıyafet ve ekipmanların birçoğunu onlara borçluymuşuz. Görünümleri ne kadar ürkütücü olursa olsun, Volarna halkı oldukça cömert ve iyi niyetli bir toplulukmuş.”

Amice, endişeli bir sesle sordu: “Cehennem orada, değil mi?”

Malle, keyifsiz bir şekilde yanıtladı: “Evet, Amice. Orada.”

Amice’in yüzünde dehşet belirdi: “Oraya düşmekten çok korkuyorum.”

Malle, onun huzursuzluğunu fark etmişti ve onu rahatlatmak için yumuşak bir sesle konuştu: “Merak etme, Amice. Senin gibi tatlı ve iyi çocukları, ne olursa olsun, oraya göndermezler.”

Amice, Malle’nin sözleriyle bir nebze rahatlamıştı ama hemen atılarak ekledi: “Fakat Brigham, eğer kötü şeyler yaparsam oraya gönderileceğimi söyledi”

Malle, kaşlarını hafifçe çattı, ama sinirlenmeden, normal bir tonla konuşmaya devam etti: “Brigham’a söyle, hasat festivalinde Şövalyeler geldiğinde onu önlerine atacağım ki yakalayıp Cehennem’e götürsünler.”

Bu sözler üzerine Amice’in kaygısı yerini şaşırtıcı bir neşeye bırakmıştı. Ortamda tuhaf bir mutluluk havası hâkimdi, ama Malle’nin bu sözlerinin niçin komik olduğunu anlamıyordum. Malle, yüzümdeki şaşkın ifadeden bunu fark etmiş olmalı ki içimden geçen düşünceyi açıklamak istedi:

“Şaka yapıyoruz tabii ki, değil mi Amice’cim? Brigham seninle sadece alay etmiş. Sizin gibi akıllı ve uslu çocukların oraya gönderilmesi söz konusu bile değil. Ayrıca Şövalyeler sizi korumak için var…”

Cümlesini yarıda kesmişti. Anlık olarak yüzünde bir karamsarlık ifadesi belirdi, ama Amice bunu fark etmedi. Gülerek karşılık verdi: “Evet, biliyorum Malle. Zaten Brigham hep benimle uğraşıyor.”

Malle hemen kendini toparlayarak Amice’in saçlarını okşadı ve bana yüzünde buruk bir gülümsemeyle kısa bir bakış attı. Ardından kitabın son kısımlarından birkaç bölüm daha okumaya devam etti:

“Gezginin son durağı ise Dimenia olmuş. Dimenia’nın topraklarının oldukça mistik yerler olduğunu yazmış. Dimenia halkının, Arşiv Büyüleri adını verdikleri özel büyü türünü en etkili ve kullanışlı şekilde nasıl geliştirdiklerini öğrenmiş. Bu büyülerle günlük yaşamlarında her türlü işi kolaylıkla yapabildiklerini gözlemlemiş. Günlüklerinden bir örnek veriyor: ‘Mesela bir ev inşa etmek istiyorsunuz; tahta, taş, kerpiç gibi malzemelere ihtiyaç var. Ancak, tüm malzemeleri elde etseniz bile, onları bir araya getirme ve inşa etme kısmı büyük bir zahmet gerektiriyor. İşte Dimenia halkı bunu farklı yapıyor. Örneğin, tahtaları ormandan büyü yardımıyla topluyor, sonra yine büyüyle inşaatı kusursuz bir şekilde tamamlıyorlar ve tüm süreç sadece bir gün sürüyor. Dimenia gerçekten inanılmaz bir memleket.’ Ayrıca gezgin, Dimenia halkının bu bilgelikten diğer toplumların da yararlanabilmesi için büyük bir akademi kurduklarından, Arşiv Büyüsüne yatkın olanların burada eğitim görerek büyü yeteneklerini geliştirdiklerinden bahsetmiş.”

Malle, kitabı iki eliyle aniden kapatarak son bir şey söyledi: “İşte, gezginin macerası burada sona eriyor. Herkes bir şeyler öğrenebildi mi?”

Amice, heyecanla başını salladı; diğer çocuk da onu görüp aynı hareketi yaptı ama pek dikkatini vermemişti. Sonra Malle bana baktı ve aynı şekilde başımı sallamamı bekliyordu. Zorlansam da aynı hareketi yapmaya çalıştım. Ardından Malle konuşmaya devam etti:

“O zaman bugünlük bu kadar yeter. Çocuklar, hadi bakalım evinize. Geç oluyor ve yarın yapacak bir sürü işimiz var.”

Çocuklar bu söz üzerine hızla ayağa kalktı; biri masanın sağından, diğeri solundan koşarak diğer yapıtlara doğru giden yola çıktılar. Onları gözlerimle takip ederken, Malle bana dönerek seslendi:

“Şimdi soruların varsa, onları yanıtlayabilirim.”

Malle'nin zekâsı bir kez daha aklıma geldi. Çocukları özellikle göndermiş ve bu anın oluşmasını sağlamıştı. Hiç vakit kaybetmeden aklımdaki soruları sormaya başladım. İlk olarak Mesih meselesine odaklandım:

“Mesihlerin özellikleri neler?”

Sanki bu soruyu bekliyormuş gibi, Malle hızla cevap vermeye başladı:

“Her Mesih'in ait olduğu halkın inançlarına göre kendine özgü özellikleri var. Ancak çoğu inanış uydurma ve günümüzde bu konular biraz karmaşık. İstediğin gibi net bir cevap veremeyebilirim. Yine de en çok bilinenlerden, Dimenia'nın Mesih’i Haura'dan bahsedebilirim.”

Malle, Haura'nın ismini söylediği anda, ormanda çevremi saran insanların konuşmalarında bu ismi duyduğumu hatırladım. Dinle ilgili bir konuydu ve ona "Azize" unvanı verilmişti. Malle’nin anlatacaklarını merakla bekliyordum:

“Bundan tam otuz yıl öncesine, benim doğduğum zamana denk geliyor sanırım, Dimenia'nın Mesih'i seçilmişti. İnanışlarına göre, Mesih’in ruhu Dimenia Mabedi'nde saklıydı ve bir gün bu ruh bedene kavuşarak mabedin kapılarını açıp halkını selamlayacaktı. Bu selamlama gerçekleştiğinde, tüm Dimenia halkı gerçek yüksek mertebeye ulaşacak, yaratıcılarının huzurunda diz çökerek teslim olacaklardı. Mabedin kapısından çıkan kişi Haura’ydı. Adının Haura olduğunu, beklenen Mesih’in kendisi olduğunu, dünyayı onun yarattığını ve şimdi hüküm sürmek için geldiğini söylemişti. Dimenia halkı, onun sözlerinden büyülenmişçesine turkuaz bir yakut gibi parıldayan gözlerine bakakalmıştı. O anda Haura, hepsini etkisi altına almıştı. Ve böylece dünyanın düzeni değişmeye başladı.”

Dünyanın düzeni ile neyi kastettiğini sorduğumda Malle, anlatmaya devam etti:

“Haura, kendini Tanrı ilan ettikten kısa bir süre sonra etrafta Haura dini yayılmaya başladı. Herkes, Tanrı'nın Haura olduğunu, elçisinin ise aynı dönemde ortaya çıkan Volarna Mesih’i Axtje olduğunu söylüyordu. Dünya bu dine inananlar ve inanmayanlar olarak ikiye ayrıldı. Dimenia, Volarna ve Amura Haura'yı tanrı olarak kabul ederken; Terrestia, Alphia ve Pulq bu inanışı reddetti. Amura içinde de fikir ayrılıkları baş gösterdi; bazıları Pulq Krallığı'na göç etti. Eskiden iyi geçinen bu iki ülke arasındaki gerginlik arttı. Bugünlerde bir savaşın patlak verebileceği söylentileri dolaşıyor ama henüz iki taraftan da bir hamle yok. Terrestia, kendini dünyadan tamamen soyutladı; Alphia ise Axtje ve Birlikleri tarafından yerle bir edildi.”

Malle’nin Alphia hakkında söylediklerinin ardından gözlerinin hafifçe sulandığını fark ettim. Dikkatle bakınca, gözlerimizin birbirine benzediğini gördüm. Yoksa o da mı bir Alphialıydı? Bunu öğrenmenin tek yolu sormaktı:

“Yoksa sen de mi Alphialısın?”

Malle gözlerini ovuşturdu, sonra uzun kızıl saçlarını savurarak başını kaldırdı. Derin bir nefes aldı ve yavaşça konuşmaya başladı:

“Sanırım artık hakkımdaki gerçekleri anlatmanın zamanı geldi,” dedi. “Evet, ben de senin gibi bir Alphialıyım. Otuz yıl önce, anavatanımızda doğdum. Bu kadar çok şey bilmemin sebebi de kısmen Alphialı olmamdan kaynaklanıyor. Soruların olduğunu biliyorum, ama öncesinde sana anlatmam gereken şeyler var. Bütün her şeyi anlattıktan sonra sorularının birçoğu yanıtlanmış olacak. Hâlâ merak ettiklerin olursa o zaman sorabilirsin.”

Başımı sallayarak onayladım ve Malle anlatmaya devam etti:

“Alphia’nın yok edilmesinin kendilerince bir nedeni vardı. Alphia ve Terrestia’yı, Haura dinine karşı bir tehdit olarak gördüler. Haura’ya göre biz kâfirdik; çünkü onların tanrılığını reddediyorduk. Mesihler birer Tanrı değillerdi, Tanrı’nın yeryüzündeki elçileriydi. Ama Haura, bencilliği ve kibrinden dolayı bu inancın dışına çıktı. Kendini reddeden bu iki Mesih Irkı'nı yok etmek istiyordu ve bunu yapmak için Axtje ile bir plan hazırladılar. Bizi ve Terrestia’yı kâfirlik ve cadılıkla suçlayarak toplumdan dışlanmamızı sağladılar. Nefret bir kez büyüdüğünde ise bizi yok etmek için bahaneleri hazırdı.”

Derin bir nefes aldı, geçmişin acı dolu anıları yüzüne yansımıştı. “Ben henüz yedi yaşında bir çocuktum, saldırı başladığında. Axtje, akademide eğittikleri Özel Şövalye Birliği’ni kullanarak Alphia’nın zorlu şartlarını Volarna teknikleriyle aştı ve diyarın girişine kadar ilerleyip yıkıma başladı. Kimse memleketini terk etmek istemedi, ama Axtje’nin Mesih olmasından kaynaklanan kudreti ve Özel Şövalye Birliği’nin gücü karşısında, çoğunluğu safkan olmayan Alphialıların fazla bir şansı yoktu.”

Malle bir an durakladı, gözlerinde hüzün vardı. “Dimenia gibi Mesih’imiz için dinsel bir inanışa sahip olmadığımız için Mabed’i koruma niyetimiz de yoktu. Gezginin Mabed’i inceleyebilmesi de bu yüzdendi; izole bir konumdaydı ve çetin hava koşulları yüzünden pek gelen olmazdı. Gelenler olursa da geri çevirmezdik.”

Malle’nin gözleri masadaki bir noktaya odaklanmıştı. Dalmış görünse de, elleri kıyafetinin püsküllü kısımlarını bilinçsizce kurcalıyor ve her şeyi kusursuz bir akıcılıkla anlatmaya devam ediyordu:

“Gezginin geldiği zamanı da hatırlıyorum. Ona ufak şakalar yaparak eğlenmiştik. Ancak saldırı gerçekleştiğinde hiçbir arkadaşımı göremedim. Herkes, dağlardan inmek için kullandığımız gizli patikalardan olabildiğince uzağa kaçmaya çalışıyordu. Büyüklerimiz bu saldırıya karşı koyamayacağımızı biliyordu; bu yüzden farklı bir plan yapmışlardı. İnandığımız Mesih’in özelliklerinden biri hafızasının olmayacak oluşuydu, bu yüzden halkımız hayatta kalmalı ve Mesih’i karşılamalıydı. Yok olursak ona bu dünyada yol gösteremez, onu Haura ve Axtje’nin ellerine altın tepsiyle sunmuş olurduk. Mesih’imizin ikinci özelliği ise nerede ortaya çıkacağının bilinmemesiydi. Her an, her yerde belirebilirdi. Bu yüzden herkes dünyanın dört bir yanına dağıldı. Vatanımızı kaybetmiş olsak da artık herkes neslimizi devam ettirmeli ve zamanı geldiğinde güçlü olmalıydı.”

Malle, daha önce Mesih’in özelliklerini açıklamaktan kaçınmıştı, ancak şimdi bu bilgileri açıkça paylaşıyordu. Kriterlerine uyduğumu sezmek zor değildi, fakat aklım başka sorularla dolmuştu. Malle’nin ailesi neredeydi? Başımı okşarken bana benzettiği kişi kimdi? Sorularımın kendim hakkında değil de Malle hakkında oluştuğunu fark ettiğimde içimde garip bir his uyandı.

Malle konuşmasını bitirdiğinde etrafa bakınarak sessizleşti. Anlam veremedim. Sonra aniden masadaki kitabı eline aldı ve farklı bir tarzda konuşmaya başladı:

“Bugünlük bu kadar yeter değil mi? Geç oluyor. Yatmaya ne dersin?”

O anda fark ettim: Oturduğumuz yerin altındaki çalıların ve bitkilerin arasında yürüyen ayak sesleri duyuluyordu. Görünüşe göre, Malle konuşmalarımızın dinlendiğinden şüphelenmişti. Torsten adlı o insan bozuntusu, beni o malum şövalyelere teslim etmek isteyen bir düşmandı. Bu yüzden dikkatli olmalı, üzerimize daha fazla şüphe çekmemeliydik. Malle’den öğrendiklerim sayesinde onun eylemlerinin ardındaki nedenleri anlamaya başlamıştım. Gerçekten zeki biriydi. Aramızdaki yeni bağ sayesinde bana daha fazla fayda sağlayabileceğini düşündüm. Onun yanından ayrılmamalı, bilgi edinme yolculuğumda bana eşlik etmesine izin vermeliydim.

Zihnim hâlâ ona tam güvenip güvenemeyeceğim konusunda kararsızdı, fakat rüyalarımda beliren o gizemli kişinin söyledikleri zihnimin bir köşesinde duruyordu. Şimdilik olayları akışına bırakmaya karar verdim ve pek önemsememeye çalıştım. Kenara koyduğum kol değneklerime uzanarak ayağa kalktım. Malle, yatağıma kadar bana eşlik ettikten sonra yapıtı sessizce terk etti.

 

Loading...
0%