@allev
|
Tarih: 25 Eylül 637, saat 07:56. Konumum aynıydı. Her zamanki gibi gözlerimi yatakta açmıştım. Şu ana kadar her uyandığımda görüler görürdüm, fakat bu sefer hiçbir şey olmamıştı. Bugünün farklı geçeceği belliydi. O sırada Malle, elinde hasır bir sepetle odaya girip hemen konuşmaya başladı: “Çocuklar! Hadi bakalım, içeri gelin.” Malle'nin ardından Amice ve onun küçük kardeşi Brishen içeri girdiler. İsimlerini nereden bildiğimi düşündüysem de bir cevap bulamadım. Çocuklar evin içinde sağa sola bakınırken Malle, sepeti girişteki masaya bıraktıktan sonra yanıma gelerek üzerimdeki örtüyü kaldırdı ve konuşmaya başladı: “Şimdi bacağına bakalım. İyileşme hızına bakılırsa bugün artık değneksiz yürüyebilecek olmalısın.” Kol değnekleri işime yarasa da verimsizdi; onlardan kurtulmayı dört gözle bekliyordum. Malle’nin bacağımı incelemesine izin verdim: “Görünüşe göre haklıyım. Bacağın artık iyileşmiş görünüyor. Bu iyi haber.” Malle ellerimden tutarak beni doğrulttu ve bir yerimin acıyıp acımadığını sordu. Acımamıştı: “Harika! O zaman bugün bizimle köydeki hazırlıklara yardım etmek ister misin? Hasat Festivali yaklaşıyor ve çok yoğunuz.” ‘Hasat Festivali’nden bahsederken yüzüne şaşkın şaşkın baktığımı fark etti ve ekledi: “Şu an vaktimiz biraz kısıtlı, o yüzden istersen sana yolda anlatayım. Ne dersin?” Bu yerleşkeyi dışarıdan incelemek önceliklerimden biriydi, bu yüzden Malle’nin teklifini kabul ettim. Bölgede yaşanan olaylar hakkında bilgi edinmek ve çevreyi tanımak önemliydi. Ancak her şey hızla gelişiyordu. Az önce uyanmışken şimdi beş dakika içinde dışarı çıkmak üzere hazırlanıyordum. Malle, kollarımı ve bacaklarımı kapatacak beyaz, uzun bir kıyafet giydirdi. Yüzüm hariç hiçbir yerim açıkta değildi ve kıyafetin uzunluğu nedeniyle ellerimle ayaklarım içinde kayboluyordu. Ardından başıma, sepet dokusunda büyük, dairesel bir şapka yerleştirdi. Bugünün oldukça sıcak olduğunu, bir Alphialı olarak güneşten korunmam gerektiğini söyledi. Meğer daha önce çıplak halde ormanda dolaşırken bedenim yoğun güneş ışınlarına maruz kalmış, bu da vücudumda yaralara ve izlere neden olmuş. Bu bilgiyi edinmek iyi olmuştu. Muhtemelen hazırdım. Malle, odanın kapısını açıp çocuklara dışarı çıkmalarını söyledikten sonra ben de yavaş yavaş değneksiz şekilde kapıya doğru ilerledim. Hâlâ düzgün yürüyemiyor olsam da değneklerden kurtulmuş olmak beni mutlu ediyordu. Kapıya vardığımda Malle, bana bir çift ayaklık uzattı. Bu, insanların dışarıda ayaklarını korumak için giydikleri, her tarafı hayvan derisiyle kaplanmış, ayaklarımı tamamen saran özel bir giysiydi. Verandaya çıktığımızda –dün gece oturduğumuz yere bu isim veriliyordu– Malle ellerime birer beyaz eldiven geçirdi. Artık hazır olduğumu düşünüyordum, fakat son bir şey daha ekledi. Şapkanın gölgesinin ulaşamadığı boynumun açıkta kalan kısımlarını korumak için beyaz bir kumaş parçası daha taktı. Böylece güneşe karşı tamamen korunmuştum. Malle, ellerimden tutarak basamaklardan inmeme yardımcı oldu. Sonrasında çocuklarla beklememi söyleyip içeri giderek sepeti almaya gitti. Amice, Malle’yi beklerken bana dönüp içtenlikle fısıldadı: “Çok güzel görünüyorsun. Aynı bir gelin gibi… ” “Gelin” kelimesinin anlamını bilmiyordum, ama ikisinin de gözlerindeki parıltıyı fark etmek zor değildi. Hafif bir rüzgâr esmeye başladığında, kıyafetimin bacaklarıma değen kısmı, dirseklerimin altındaki kumaş ve şapkanın altından sarkan beyaz saçlarım rüzgârda dalgalandı. Bir an şapkamın başımdan uçacağını düşündüm; neyse ki rüzgâr o kadar kuvvetli değildi. Malle, bu ihtimali önceden düşünerek şapkanın iplerini çenemin altından bağlamıştı, böylece uçma ihtimali kalmamıştı. Bir süre sonra Malle, elinde koca sepetle yanımıza döndü ve birlikte yola koyulduk. Çocukların bana olan bakışları değişmeyince, Malle onlara ufak bir muziplikle utandırıcı bir soru yöneltti: “Ablanıza neden öyle bir prenses görmüş gibi bakıyorsunuz?” Amice, hemen atılarak cevap verdi: “Çünkü pamuktan bir prensese benziyor!” Brishen her zamanki gibi yalnızca ağzı açık bir şekilde bakmaya devam etti. Malle, onların bu ilgisini görünce gülümseyerek bana döndü ve fısıldadı: “Seni çok sevmişe benziyorlar. Onlara gülümsemeye ne dersin?” İnsan çocuklarına karşı gülümsemek… Bu eylemi nasıl yapacağımı bilmiyordum, fakat Malle, gözlerime bakarak bunun önemli ve gerekli olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Gülümseyebilirdim elbette, ama nasıl? Yüz ifadelerimi kontrol etmek, bu bedene sahip olduğumdan beri başaramadığım nadir şeylerden biriydi. Malle, o an fısıldayarak bana küçük bir tüyo verdi: “Sadece biraz dudaklarının kenarlarını yukarı kaldırmayı dene.” Malle’nin dediğini yaparak çocuklara baktım ve dudaklarımı hafifçe yukarı kaldırmaya çalıştım. O an çocukların gözlerindeki parıltı, sanki güneşin etrafa yaydığı aydınlığı bile geçmişti. Hoşnut sesler çıkararak güzel olduğumdan bahsetmeye devam ettiler – en azından Amice öyle yaptı. Ardından, yol kenarındaki çiçeklerin etrafında koşuşturup, oldukça eğlenceli bir sahne yarattılar. Keyif aldıkları her hâllerinden belliydi. Malle gülüyordu, çocuklar neşeyle hareket ediyordu. Herkes mutluydu. Muhtemelen benim de mutlu olmam gerekirdi. Ancak içimde tarifi zor bir burukluk vardı; buraya ait olmadığımı ve mutlu olmamam gerektiğini fısıldayan bir histi bu. Malle, yüzümdeki ifadeden bunu muhtemelen anlamıştı fakat çocukların yanında dile getirmek istemiyor olmalıydı. Her canlının yavrusu sevimliydi ve onların mutluluğunu bozmak büyük bir tabuydu. İnsanlar hakkındaki yargılarım ne olursa olsun, bu kuralı ben bile biliyor ve kabul ediyordum. Bu mutlu sahneye tam anlamıyla ortak olamadığım için gözlerimi başka yönlere çevirmeye karar verdim. Çiçek tarlalarıyla kaplı bu geniş düzlükte, etrafı renklendiren çiçek bahçelerine ve diğer yapılara odaklandım. Malle’nin evi yakınlarında çoğunlukla çiçek bahçeleri bulunuyordu. Renk renk, boy boy çiçekler geniş alanlara rastgele dizilmişti. Havanın sıcaklığı, bu çiçeklerin istediği gibiydi; yalnızca hafif bir rüzgâr esiyordu. Bazen bu rüzgâr çiçeklerin kopan yapraklarını savuruyor, etrafa hoş kokular yayıyordu. Daha uzakta, ağaçlık alanların başladığı, nispeten engebeli arazilerde birkaç yapı görünüyordu. Malle’nin evine en yakın olanlar bunlardı, ancak arada yine de hatırı sayılır bir mesafe vardı. Anlaşılan, Malle bu insan yerleşkesinde oldukça izole bir konumda yaşamayı tercih ediyordu. Malle, beline yaslayarak tuttuğu koca sepeti kavrayışını güncelleyerek yanıma gelmişti: “Bacağın nasıl? Herhangi bir ağrı veya sızı var mı?” Başımı sağa ve sola sallayarak hiçbir sorun olmadığını belirttim. Bu sırada sepetin içine ufak bir göz attım; toprakla doluydu. Toprakları ne için kullanacağını merak ederek hemen sordum. Malle, biraz şaşkın bir ifadeyle sepete bakıp yanıtladı: “Bu kendi bahçemde kullandığım bir toprak türü. Onu köydeki bir arkadaşıma götürüyorum. Festivalde çiçeklerin olabildiğince canlı ve güzel gözükmesi için kullanacak. Geçenlerde rica etmişti.” Anladığım kadarıyla bu festival gerçekten önemliydi. Festival hakkında daha fazla bilgi almak için merakla nasıl bir etkinlik olduğunu sordum. Bunun üzerine Malle, yolda ilerlerken festivalin detaylarını anlatmaya başladı: “Hasat Festivali’ni 1 Kasım’da kutlarız. Ülkenin her yanından insanlar gelir çünkü Kome, tarımın ve hayvancılığın en yoğun olduğu bölgedir. Bir köy olarak bilinse de bir kasaba kadar büyüktür... Festivale yüksek mevkilerden bile katılım olur; gösteriler ve eğlenceler düzenlenir. Ticaret de işin bir parçasıdır. Dünyanın dört bir yanından sadece Kome’de yetişen sebze ve meyveleri almak için birçok insan buraya gelir... Kome’nin nüfusu yaklaşık üç yüz civarındadır, ama bu dönemde günlük en az bin kişi köyü ziyaret eder. İşte bu yüzden böylesine bir telaş var. Yapılacak çok iş var ve sadece beş gün kaldı.” Bir anda çocuklar bağırarak ve koşarak yanımıza geldi. Amice, heyecanla Malle’ye seslendi: “Malle! Malle! Bulduk! Aradığın çiçekten bulduk!” Malle, bunu duyar duymaz elindeki toprak dolu sepeti bırakıp çocukların geldiği yöne doğru, sağ taraftaki hafif yüksek, çiçeklerle dolu tepeye koşmaya başladı. Bacağım tam iyileşmediği için ben yavaşça gittim. Tepeye ulaştığında Malle dizlerinin üstüne çökmüş, yakından bir çiçeği inceliyordu. Yanlarına vardığımda, Malle belindeki küçük bir küreği çıkarıp çiçeğin altına sapladı ve toprağıyla birlikte dikkatlice aldı. Çiçeği narin bir şekilde avucuna yerleştirdiğinde üçü de dikkatle çiçeğe bakıyordu. Yanlarına vardığımı fark eden Amice, bana şaşkın bir ifadeyle bakarak şunları söyledi: “Aynı ablaya benziyor. İnanılmaz.” Malle’nin gözleri dolmuştu; duygusallaştığını anlamak zor değildi. Amice ve Brishen’in başlarını okşadıktan ve ikisine de sevgi dolu birer öpücük kondurduktan sonra bana dönerek durumu açıklamaya başladı: “Bu çiçek, kırmızı benekli beyaz zambak çiçeği. Alphia'nın simgesi. Genellikle sadece Alphia’da, soğuk bölgelerde yetişir, ama görünüşe göre buraya kadar gelmiş. Muhtemelen bir tohum düşmüş ve çok düşük bir ihtimalle de olsa burada hayatta kalmayı başarmış. Fakat yapraklarına bakılırsa, burada pek iyi durumda değil, çevreye uyum sağlayamamış gibi. Bir zamanlar bir tüccarın eski Alphia topraklarından bu çiçeğin tohumlarını festivale getirdiğini duymuştum, ama o tüccarı bulamamıştım ve bunun bir yalan olduğunu sanıyordum. Meğer doğruymuş...” Amice’in sorduğu bir soru Malle’yi daha da duygulandırmıştı: “Başka bir adı olduğunu söylemiştin Malle, o neydi?” Malle bu soruya sessiz kaldı. Amice, düşünerek mırıldanmaya devam etti: “Viny… Livy… Neydi ya?” İlk defa Brishen'in sesini duydum. Yüksek sesle çiçeğin adını söyledi: “Lily!” Amice de Brishen’i onaylayarak bana çiçeğin diğer adının Lily olduğunu belirtti. Malle hâlâ sessizdi. Yavaşça ayağa kalktı, yere bıraktığı sepetini aldı. Biz de çocuklarla arkasından yürüdük ve bu sırada bana bundan sonra "Lily" diye hitap etmeye karar verdiler. Malle, aldığı çiçeği özenle sepetin içine yerleştirdi ve yola koyulduk. Gideceğimiz yere kadar tek bir kelime bile etmedi. Malle’nin bu tuhaf sessizliğini anlamlandırmaya çalışırken yol boyunca Amice’e sorular sordum. Lily isminin yaygın bir isim olduğunu söyledi. Aslında bu ismi kabul etmeden önce bir isme ihtiyaç duyduğumu bile fark etmemiştim. Fakat asıl düşündüğüm şey, bu ismin Alphia dışında Malle’yi derinden ilgilendiren bir anlam taşıyor olabileceğiydi. Köyün iç kesimlerine yaklaştıkça çevredeki evler ve insan sayısı artıyordu. Malle ve çocuklar, karşılaştığımız her kişiye selamlama dedikleri adeti yerine getiriyordu. Ellerini havaya kaldırıp sallayarak başladıkları bu hareketi, yüzlerinde bir gülümsemeyle tamamlıyorlardı. Neyse ki etraftaki insanların varlığı Malle’nin de yavaş yavaş kendine gelmesini sağlamıştı. Ancak insanlar selamlaştıktan sonra bana dönüp şaşkın ve meraklı bakışlarla süzülüyorlardı. Bir Alphialı olduğumdan hakkımda ne düşündüklerini anlamak zor değildi. Her göz göze geldiğim yüz, korku ve tiksintiyi gizlemeye çalışıyordu sanki. Bu tavırları, geçmişim hakkında beni rahatsız eden düşünceler uyandırsa da onların zihnindeki bulanık imgeleri çözmeye çalışmak gereksizdi. Hakkımda düşündükleri şeyler doğru olmak zorunda değildi. Bir süre sonra insanların yüzüne bakamaz hale gelmiştim; başımı eğerek, büyük şapkamın gölgesine sığınmayı seçtim. Rahatsız ediciydi; sesimi çıkarmamaya çalışıyordum çünkü kendimi tutmam gerektiğini biliyordum. Yolda ilerlerken düşüncelerim derinleşti. Şu an hissettiğim duygu neydi? Rahatsız edici, fakat karmaşık bir şey… Kendimi dışlanmış, topluma uymayan biri gibi hissediyordum. Bu da beni rahatsız ediyordu, ama sorun bende değil, insanların önyargılarındaydı. Bu saçmalıktan başka bir şey değildi. Dahası, ben de insanlara karşı önyargılı davranmıştım; onları aşağı gördüğüm olmuştu. Öyleyse düşüncelerimiz karşılıklıydı; belki de kendilerini şanslı saymalılardı. Tam o anda, önümde birden duran Malle’ye arkadan çarptım ve düşüncelerim yarıda kesildi. Çarpmanın etkisiyle başımdaki şapka düşecek gibi olmuştu, ama Malle hızla arkasını dönerek şapkayı tekrar başıma yerleştirdi. O sırada, Malle’nin konuştuğu kişiye baktım. Bana aynı bakışlarla, fakat bu sefer daha pervasız bir tavırla bakıyordu. Hislerini açıkça dile getirme cesaretini göstermişti: “Malle, o gerçekten Alphialılardan mı? Hani köylere inip insanları katleden, cesetleri ayinlerinde kullanan, aşağılık cadı topluluğundan biri mi?” Sözleri sinirlerimi yerinden oynatmıştı. Beni tanımıyordu, fakat buna rağmen bu kadar korkunç bir önyargıyı ifade edecek yetkiyi nereden buluyordu? Hayatı boyunca ilk defa bir Alphialı gördüğüne yemin edebilirdim. Gözlerimde yanma hissi belirdi; içimdeki nefret yükselmeye çalışıyordu. Tam o anda, Malle sağ eliyle omzuma dokunarak beni frenledi ve kadına sertçe yanıt vermeye başladı: “Evet, Alphialı, ama o da bir insan ve siz de bunu gayet iyi biliyorsunuz. Duyduğunuz şeylerin saçmalığını hiç sorguladınız mı? Kilisenin söylediklerini sorgusuz sualsiz kabul ediyorsunuz! Aklınızı kullanın biraz!” Malle, sözlerinin sonunda sesinin kontrolünü kaybetmeye başlamıştı ki o sırada Torsten ve adamları görüş alanımıza girdi. Bir yapıtın dibinde oturdukları yerden kalkarak yanımıza gelmeye başladılar. Uzaktan Torsten’in iğneleyici sesi duyuluyordu: “Aklını kullanması gereken sensin Malle! Nerede olduğunu unuttun galiba?” Torsten, iğrenç bir tavırla elini bana doğru uzatarak şapkamı kaldırmaya çalıştı. Bu hareketi gören Malle bir anda elindeki sepeti bıraktı, sol eliyle Torsten’in elini kavradı. Neyse ki çocuklar hızlı davranarak sepeti tuttu ve Malle’nin değer verdiği çiçeğe zarar gelmedi. Ardından, Malle öfkeyle Torsten’e döndü ve aralarında sert bir tartışma başladı: “Ne yaptığını sanıyorsun? Siz insanlığınızı evde bırakıp mı dışarı çıkıyorsunuz? Ona zarar vereceğini biliyorsun!” “Onun güneşe zaafı olduğunu herkes biliyor! Zaten bu yüzden hepsi ateşte yakılarak yok edildi! Güneş bile onları kavurmaya yetiyor!” “Ona elini sürmeyeceksin! Ben buna asla izin vermeyeceğim!” Torsten’in adamları etrafımızı sarmaya başlamıştı. Çocuklar, olaylar daha da kötüye gitmeden çiçeği alıp çoktan uzaklaşmışlardı. Akıllıca bir hareketti. Ancak biz o kadar şanslı görünmüyorduk. Torsten’e duyduğum tiksinti içimi kemiriyordu. Az önceki kadından daha çok bu adamı ellerimle parçalamayı tercih ederdim. Hem Malle’ye hakaret ediyor hem de beni aşağılıyordu. Gözlerimdeki yanma, öfkemin alevleri gibi şiddetlenmişti. Torsten bunu fark edince, acımasızca sözlerine devam etti: “Gözlerine bak Malle! Resmen beni deşecek gibi bakıyor! Zararsız olduğunu nasıl kanıtlayacaksın?” Sözleriyle boğulurken, Malle’ye çaresiz bir bakış attım. Malle’nin gözlerinde beliren endişeyi ve gergin kaşlarını gördüm; ikimiz de öfkemizi kontrol etmemiz gerektiğini biliyorduk, ama başaramıyorduk. Tam iki grup birbirine saldırmaya hazırlanırken, yaşlı bir adamın güçlü sesi tüm hareketleri durdurdu: “İkiniz de kesin sesinizi!” Elinde omzuna yaslanmış kocaman bir balta, diğer elinde ise neredeyse benim boyutlarımda bir av hayvanı taşıyan yaşlı adam, gür ve kalın sesiyle tüm dikkatleri üzerine çekmişti. İki metreyi aşan boyu, devasa cüssesi ve etkileyici sesiyle kalabalığa hâkim olmuştu. Herkes fısıldaşarak onun ismini mırıldanıyordu: Dustin. Torsten hafifçe geri çekilerek Dustin’e döndü ve onunla tartışmaya başladı: “Dustin! Sen bu işe karışma! Bu meselede yapabileceğin hiçbir şey yok!” Dustin, sinirli bir şekilde cevap verdi: “Senin çeneni kırarım Torsten! Benimle düzgün konuş! Bu köyün reisi oldun diye eski zavallılığını kaybetmedin, herkes bunu biliyor. Birkaç destekçi buldun diye ne bu kral havaları? Şimdi çek git önümden, yoksa vallahi baltamla kafanı gövdenden ayırırım!” Torsten, tam da Dustin'in tarif ettiği gibi, güçsüzleri ezmeye çalışan biriydi. Malle’nin kadın olmasından yararlanarak ona baskı kurmaya çalışmıştı, ancak şimdi büyük bir engelle karşılaşmıştı. Adamlarını topladı, usulca uzaklaşmaya başladı. Ancak giderken dönüp bir kez daha tehdit savurdu: “Sizle sonra hesaplaşacağız.” Sonrasında herkes harekete geçmiş, kimi işine koyulmuş, kimi ise yapıların içine girmişti. Dustin, yanımıza gelip Malle ile konuşmaya başladı. Av hayvanını yere bıraktıktan sonra baltasını bir eline almış, diğer elini de Malle’nin omzuna koymuştu. Sesi hala gürdü, ama nazik olmaya çalıştığı belliydi: “İyi misiniz? O alçak herif size zarar vermedi değil mi?” Malle sakin bir ses tonuyla cevapladı: “Evet Dustin, iyiyiz. Tam zamanında geldin diyebilirim. Lily'yi korumak için ne kadar ileri gidebileceğimden ben de emin değildim.” “Neyse ki size bir şey olmadı. Emekli olduğumdan beri böyle davranıyor, ama son zamanlarda iyice dengesizleşti. Bu tavırlarının bir nedeni olmalı, ama ne?” “Önemli değil Dustin. Bize yardımların için teşekkür ederiz. Her ne kadar aranızdaki bağ kıldan ince olsa da bir gün çözülecektir.” “Daha ne kadar böyle devam edecek, Malle? İnsan büyüdükçe akıllanır; benimki iyice geri zekalı oldu.” “Sen de haklısın.” Bu sırada Dustin, yerdeki sepeti fark etti. Malle'nin omzundan elini çekip sepete uzandı. Sepeti yerden kaldırarak içine ve etrafa saçılan bir parça toprağa göz attıktan sonra konuşmasına devam etti: “Bu, senden istediğim çiçek toprağı mı?” diye sordu. Malle, kendinden emin bir şekilde cevapladı: “Evet, kendi bahçemden senin için getirdim,” dedi. Dustin, hırıltılı bir kıkırdama eşliğinde, “Sanki senden istememişim gibi konuşuyorsun,” dedi. Malle de neşeli bir kıkırdamayla karşılık verdi. Dustin, teşekkür edercesine bir baş hareketi yaptı, sonra av hayvanını omzuna atarak boştaki eline sepeti aldı ve yoluna devam etti. Malle ise bana dönüp artık eve gitme vaktinin geldiğini söyledi. Dustin tuhaf biriydi. Karşılıksız yardım etmişti. Malle ile aralarında bir bağ olduğu açıktı, ama bu bağ neydi? Fiziksel gücü inanılmaz derecede fazlaydı; sıradan bir insanın böyle bir güce sahip olması imkansıza yakındı. Bir tesadüf olduğunu düşünmüyordum, mutlaka Arşiv ile bir bağlantısı vardı. Torsten ile de bir ilişkisi olduğu açıktı, ama bunu henüz tam çözemedim. Malle, sepeti verdikten sonra bir şeyi unuttuğunu fark etmiş gibi hızla bana dönüp, “Çiçek!” diye seslendi. Ona sakin olmasını, çocukların tartışma başlamadan hemen önce çiçeği alıp uzaklaştıklarını söylediğimde rahatladı. Elimi tutup eve gitme teklifini kibarca yineledi. Onun bu nazik davetini kabul ederken aklımda tek bir düşünce vardı: Bana “Lily” demişti. |
0% |