Yeni Üyelik
11.
Bölüm

Yekten Bir İlk - 6

@allev

Tarih: 26 Eylül 637, saat 10:02. Yatağımdan kalktım. Dün Malle’nin verdiği direktiflere uygun şekilde gerekli kıyafetleri giymiş, kahvaltımı etmiştim. Malle’nin neyle uğraştığını görmek için evin dışına yönelmek üzereydim ki, son anda durakladım. Şapkamı başıma geçirirken zihnimde beliren bir soru beni olduğum yere mıhlamıştı: Neden iki gündür rüya görmüyordum?

Gözlerimi her sabah normal bir insan gibi açıyordum. Ancak bu normallik hissi, zihnimin derinliklerinde beliren tuhaf bir ayrıntıyla gölgeleniyordu. Sayılar. Onları gördüğümden tam olarak emin değildim, ama bir şekilde hissettiğimi biliyordum. Sanki bilincim değil, bedenim onları hatırlıyordu. İçimde belirsiz bir huzursuzluk dalgası kabardı.

Kapıyı açarak dışarı adımımı attığımda, güneşin cüretkâr parlaklığıyla yüzleştim. Gözlerimi kısarak bu ani ışıkla baş etmeye çalıştım. Güneş, her zaman beni rahatsız etmişti. Ancak nedenini hiç sorgulamamıştım. Alphialı olmamın bir yan etkisi olduğunu kabul etmek işime geliyordu; sonuçta vücudumun güneşe zaafı vardı. Ama ya gerçek bundan daha karmaşıksa?

Bütün bu düşünceleri kenara itmeye çalışırken sol taraftan gelen eşeleme sesini duydum. Sesin kaynağına doğru yürümeye başladım. Ayaklarım tahtadan yapılmış basamakların üzerinde birer birer ilerlerken başka bir düşünce zihnime sızdı: Bu dünyaya ne kadar kolay uyum sağlamıştım.

Koca Meşe Ormanı’nda gözlerimi açtığım anı hatırladım. O gün ile bugünkü hâlim arasında, davranışlarımı tanınmaz hâle getiren bir değişim vardı. Şimdi kıyafetler giyiyor, yemek yiyor, uyuyor ve insanlar gibi yaşıyordum. Gün geçtikçe daha fazla insanlaşıyordum. Ama doğru bir yol muydu bu? Rüyamdaki kıza güvenerek doğru bir seçim mi yapmıştım? Bu sorular kafamın içinde dönerken adımlarım yavaşladı.

Basamakların sonuna geldiğimde burnuma güçlü bir toprak kokusu doldu. Kokunun geldiği yöne, sola doğru baktım. Dünkü küçük küreğiyle toprağı eşeleyen Malle’yi gördüm. O, dünkü bana benzettikleri çiçeğin etrafındaki toprağı düzenliyordu. Gözlerim, onun narin hareketlerini izlerken bu manzara aklımı bir süreliğine sakinleştirdi.

Malle başını kaldırdı ve beni gördüğünde yüzüne nazik bir tebessüm yerleşti. “Günaydın,” dedi yumuşak bir sesle.

Ben de gülümseyerek karşılık verdim. Malle’nin yüzünde bugün daha doğal bir sakinlik vardı. Hemen hâlimi hatırımı sordu. Ayağımı merak ediyordu. Düne kıyasla çok daha iyi hissettiğimi söyledim.

O tekrar küreğine yöneldi, ancak onun yüzünü incelemeye devam ettim. Dün çiçekle ilgilenirken yüzünde belli belirsiz bir üzüntü ifadesi vardı. Bugünse sanki bu duyguyu saklamak için çaba gösteriyordu. Bu değişimin nedenini anlamak istiyordum. “Bir sorun mu var?” diye sordum.

Malle kısa bir süre duraksadı. “Hayır, iyiyim,” dedi, ama sözleri kadar gözleri de onu ele veriyordu. Gözlerindeki o dalgınlık ve hafif üzüntü yalan söylüyormuş gibi bir his uyandırdı.

Bir süre sessizlik oldu. Malle küreğini yavaşça yere bıraktı, ellerini önlüğünün cebine soktu ve durduğu yerden bana döndü. Gözlerinde yeni bir ışık belirmişti. “Aslında,” dedi heyecanla, “dün sana bir şeyi eksik anlattığımı fark ettim. Hoş bir gelenek olduğu için şimdi sana bunun nasıl bir şey olduğunu anlatmak istiyorum. Dinlemek ister misin?”

Başımı salladığım anda gözleri parladı. Ellerini birbirine çırptı ve dizlerine hafifçe vurdu. “O zaman hemen anlatıyorum!” diye başladı.

“Hasat Festivali’nin zamanı, belirli bir ölçüte dayanır,” dedi Malle, heyecanı gözlerinden okunuyordu. “Bu ölçüt, ilk hasadın yapıldığı güne ithaf edilmiştir. Yani, ilk ürünün günü büyük önem taşır. Peki, bunu nasıl belirliyorlar, biliyor musun?”

Onun coşkusuna kapılarak sorusunu yanıtlamak yerine merakla yüzüne baktım. Malle bunu bir işaret saymış olacak ki hızla devam etti: “İlk Yaprağın Düşümü ile. Bu gelenek, köyümüzün atalarından kalma bir gelenektir.”

Dizlerinin üzerinde oturduğu yerden yavaşça ayağa kalktı. Elleriyle üzerindeki tozları silkelerken, cümlelerinin temposunu düşürmeden açıklamalarını sürdürüyordu. “Köy Meydanı’nda, dün gittiğimiz yerin biraz ilerisinde büyük bir meşe ağacı var. Bu ağacın kaç yaşında olduğunu kimse bilmiyor. Ama bir şey kesin: Köydeki herkesten, hatta belki de tarihin kendisinden bile daha yaşlı.”

Sesi, ağaca duyduğu saygıyı yansıtır şekilde alçalmıştı. Elindeki küreği yere bırakıp yakın çevredeki ağaçlardan birinden dökülmüş sarı bir yaprağı aldı ve parmaklarının arasında nazikçe tuttu. “Bu ağaç, sonbaharda ilk yaprağını döktüğünde herkes tarlalarını ve bahçelerini hasat etmeye başlar. Ancak bu olaydan önce bir işaret verir. Kome’deki bütün meşe ağaçları, bir hafta boyunca yapraklarını tamamen sarıya boyar. Ve yedinci günün sonunda, o ilk yaprak dökülür.”

Parmaklarının arasındaki yaprağı hafifçe sallayıp yere bıraktı. “Her yıl, o ilk yaprak hep meydandaki ağacın yaprağıdır. Köylüler bu ağacın topraklarımızı bereketle zenginleştirdiğine inanır. Ama yaprakları dökülmeye başladığında, verebileceği bereketin tükendiği düşünülür. İşte bu yüzden mahsulün en verimli hâliyle toplanması için bu ağacın ilk yaprağını dökmesini beklerler.”

Malle’nin heyecanına rağmen bu gelenek bana mantıksız gelmişti. Geleneklere, özellikle bu tür doğaüstü varsayımlara dayananlarına karşı hep bir mesafe hissederdim. Ve bu mesafe, insanlar arasındaki cehaletin tarih boyunca pek de değişmediğini fark ettikçe büyüyordu. Yine de bu düşüncelerimi ona söylemek istemedim. Bunun yerine başka bir soru sormayı seçtim: “Peki bu ilk yaprak ne zaman dökülüyor?”

Gözlerinde anlık bir merak belirdi. “Henüz düşmedi,” dedi. “Ama ilk sararan yaprağın üzerinden altı gün geçti. Bu, bugünün yedinci gün olduğu anlamına geliyor.” Hafifçe başını eğdi. “Yani, eğer tahminlerimiz doğruysa bugün o yaprak düşecek.”

Malle’nin bu inanışa duyduğu heyecan ve mutluluğu anlamaya çalışıyordum. Ona baktım ve gözlerindeki parlaklıktan etkilenerek bu mutluluğun kaynağını sordum: “Neden bu kadar mutlusun? Senin için bu kadar önemli mi?”

Sorumu duyan Malle duraksadı. Gözlerini kısarak ufka baktı ve yavaşça gülümsedi. “Bilmiyorum,” dedi, sesi yumuşak bir tınıyla doluydu. “Sadece şu an mutluyum. Ve bunu sana anlatmak, seni de mutlu etmek istedim.”

Bu cevabı garip bulmuştum. Ama onu sorgulamadım. Malle, bir şey söylemek istemediği zaman bunu saklamanın yollarını bulmuş biriydi. Bir süre sessizce durduk.

Malle, birden üzerindeki önlüğü çıkardı ve kürekle birlikte yere bıraktı. Ardından beklenmedik bir şekilde bana doğru yönelip boynuma sarıldı. Şaşkındım. Onu itip itmemek arasında tereddüt ederken, refleksle başımı eğerek şapkamın düşmesini önledim. Sarılışı titrek bir sıcaklıkla doluydu. O an, hafifçe kırılmış bir sesle konuşmaya başladı.

“Senin çiçeğin bu, biliyor musun? Senin.” Sözleri boğazına takılmış gibiydi. “Adı Lily. Onun da adı Lily’di. Tıpkı sana benziyordu. Bana benziyordu.”

Sesi titrediği anda omzuma birkaç damla gözyaşı düştü. Duraksadı ve hızla geri çekildi. Yüzünde beliren telaşla gözlerini sildi. “İçeri geçelim,” dedi alçak bir sesle, elleriyle yere eğilip küreğini aldı. Bu sırada elimi tuttu ve hafif bir çekişle beni verandaya yönlendirdi.

Eve girdiğimizde, ben olanlara bir anlam vermeye çalışarak yatağın üzerinde otururken, Malle dikkatlice malzemelerini aynanın yanındaki sandığa yerleştirdi. Ardından üzerindeki kirlenmiş yerleri bir kumaş yardımıyla temizledi. Sessizdi. Nihayet yanıma geldiğinde, inceleyici bir tavırla kıyafetlerime bakmaya başladı. Parmaklarıyla kıyafetimin oyalarını yavaşça seçerken, mırıldandığını fark ettim. Söylediklerini anlayamıyordum ama sesi yumuşak ve düşünceliydi.

Bir süre sonra, mırıldanmayı kesip kıyafetimde dolaşan ellerini geri çekti ve yüzüne düşen ciddiyetle konuşmaya başladı. “Seni dün üzdüysem özür dilerim,” dedi. “Senden bir süre uzak durduğum için…”

Sözlerinin devamını beklerken yüzüne baktım. Anlattıklarıyla daha fazlasını söylemek istediği açıktı. Derin bir nefes aldı, bakışlarını kısa bir an yere indirip, sonra gözlerimi yakaladı.

“Benim bir kardeşim vardı,” dedi nihayet. “Adı, tahmin edebileceğin gibi, Lily’di.” Sesi bir an kırıldı. Ancak devam etti. “Sana Haura ve Axtje’nin Alphia’yı ortadan kaldırma planını anlatmıştım, hatırlıyor musun?”

Başımı hafifçe sallayarak onayladım. Bunun üzerine, yüzündeki ifadesi derinleşti, acının gölgesi altına gizlenmiş gibi görünüyordu. Kısa bir duraksamadan sonra, gözlerini bir kez daha yere indirerek devam etti:

“Keşke sadece bununla kalsalardı. Dünyanın dört bir yanına dağılmış olanlarımızı tek tek bulup öldürdüler. Ama sadece öldürmekle yetinmediler.” Sesi titriyordu. “İşkence, şiddet, psikolojik taciz... İnsanlık dışı yöntemlerle süründürdüler. Yaptıklarını tarif etmek bile zor. Bir insanın bir başkasına yapabileceği en aşağılık yöntemlerle hayatlarımızı mahvettiler.”

Söyledikleri, zihnimde yankılanıyordu. Düşündüm. Haura bir tanrı mıydı? Hayır, sadece kibirli bir insandı. Bir şekilde güç elde etmiş ve bu gücü zulmetmek için kullanan biriydi. Aşağılık biriydi, başka bir şey değil. Bu gücün kaynağı büyük olasılıkla Arşiv'di. Belki de bir şekilde Kısıtlı Mod'u aşmıştı. Ancak bu detaylar Malle’nin acısının yanında şimdilik anlamsız kalıyordu.

O devam etti. Sesi daha derin ve titrek bir tona bürünmüştü. “Bir kış akşamıydı. Annem, babam, Lily ve ben… Koca Meşe Ormanı’nın yüksek kuzey cephesinde inşa ettiğimiz çiftlikte güzel bir akşam geçiriyorduk. Alphia’nın yok oluşunun üzerinden sadece birkaç ay geçmişti. Hayatlarımız yavaş yavaş normale dönüyordu. Camdan dışarıya, dünden beri aralıksız yağan kara bakıyor ve Lily ile sohbet ediyordum.”

Anılar zihnine bir sel gibi dolmuş olmalıydı, çünkü sesindeki tını aniden daha yumuşak bir hâl aldı. O anda yalnızca geçmişteydi. “O zamanlar on altı yaşındaydım, Lily ise sekiz yaşındaydı. Her zamanki basit oyunlarımızdan birini oynuyorduk: Kar durduğunda boyumuzun neresine geleceğini tahmin ediyorduk. Annemle babam ise sıcak birer çay hazırlamış, onca olayın ardından ilk kez huzurlu bir gece geçirmenin tadını çıkarıyorlardı.”

Kısa bir duraklama yaptı. Sesi alçaldı, gözleri boş bir noktaya sabitlendi. “O anlar, bir ailenin basit mutluluğuydu. Sıradan ama o kadar değerliydi ki…”

Devamını dinlemek istiyordum, ama onun bu kırılgan hâline herhangi bir müdahalede bulunmaktan çekindim. Yalnızca bekledim.

Malle derin bir nefes aldı ve ellerini dizlerinin üzerinde birleştirerek konuşmaya devam etti. Sesi, duygularını dizginlemeye çalıştığını açıkça belli ediyordu:

“O gece Lily çoktan uyumuştu. Ben ise esnemekten gözlerimden yaşlar geliyordu. Kışın tek ısı kaynağımız olan salondaki şöminenin yanında hep birlikte uyuyorduk. Annem ve babam birbirine sarılarak uyumuşlardı. O manzarayı görmek beni o kadar rahatlatmıştı ki… Ama susuzluk hissi tüm huzurumu bozdu.”

Bir an durdu, sanki o anın ayrıntıları zihnine daha da berrak bir şekilde gelmişti. Parmakları dizlerinde birbirine kenetlendi:

“Yavaşça ayağa kalktım ve camın yanındaki masanın üzerinde duran sürahiye yöneldim. Bardaklardan birini alıp su doldurdum. Suyu içerken gözüm dışarı kaydı. Karla kaplı ağaçların arasında bir karaltı gördüğümü sandım. İlk başta gözlerim beni yanıltıyor diye düşündüm, ama bardağı yavaşça masanın üzerine koyarken hareket ettiğini fark ettim. Evet, oradaydılar. Ay ışığının solgun ışığında karaltılar giderek netleşiyordu.”

Elleri titremeye başlamıştı. Gözleri uzaklara dalarken yüzündeki kaslar hafifçe seğirdi. Anlattıklarının ağırlığı omuzlarına çökmüş gibiydi:

“Hemen annem ve babama seslendim. İkisi de camın yanına geldi ve dışarı baktılar. Artık bir karaltı değil, birden fazla gölge vardı. Ağaçların arasında, karanlıkla örtünmüş bir grup insan hareket ediyordu. Annem panikleyerek babama döndü, ama babam benden hiç beklemediğim bir şekilde sakin kalmamı istedi.”

Malle’nin sesi kırılmaya başlamıştı. Kollarını hafifçe göğsünde birleştirip kendine sarıldı:

“Babam kolumu sıkıca tuttu. Yıllardır bize anlattığı ve tekrar tekrar hatırlattığı talimatları şimdi ilk kez ciddiyetle söyledi: ‘Lily’yi al ve hemen arka taraftaki atlardan birine bin. Sakın durma. Ormanın derinliklerine git ve arkana bakma.’”

Malle’nin sesi titredi. Gözleri dolmuştu ama anlatmayı bırakmadı:

“Annem sessizce ağlıyordu. Lily ise anlam verememiş bir şekilde annemin eteklerine tutunuyordu. Babamın gözlerindeki kararlılığı gördüğümde o an her şeyin ne kadar ciddi olduğunu anladım. Ablası olarak Lily’yi korumalıydım çünkü o da bir Alphialı safkandı. Annem gibi, saf bir soydandı. Tüm aldığım eğitimlerin sebebi de buydu. Babamın ve benim aksime, onun bu soydan gelen safkan özellikleri asla gizlenemezdi. Lily’nin yaşaması gerekiyordu.”

Anlattıkları zihnime kazınıyordu. Malle’nin aldığı eğitimden bahsetmesi dikkatimi çekmişti, ama bunun detaylarını sormak için doğru zaman olmadığını biliyordum. Onu bölmeden, anlatmaya devam etmesini bekledim:

“Bir anda babam Lily’yi üzerime doğru ittirerek bizi odadan çıkardı. Lily’yi kucakladım ve dediği gibi yaptım. Üzerimize hızla bir şeyler alarak arkaya koştum, bir ata bindik ve ormanın derinliklerine doğru son sürat ilerlemeye başladık. Annemle babamı o geceden sonra bir daha görmedim.”

Son cümlesini söylerken sesi neredeyse fısıltıya dönüşmüştü. Gözlerindeki yaşlar artık özgürce akıyordu. Ancak ne olursa olsun anlatmaya devam ediyordu. Onun bu cesareti, acısının derinliğiyle birlikte beni de etkiliyordu. Ağzından çıkan her kelime daha ağır, daha acı dolu bir yük taşıyordu:

“Şans eseri fark edilmemiştik. Belki de annemle babam bizim fark edilmememiz için çok büyük emek sarfetmişti. Yine de güçlü olmalıydım… Lily için,” diye devam etti. Sesi titriyor, gözleri hafifçe yerde geziniyordu. “Babamın Amura’da tanıdığı bir doktor vardı. Zamanında Alphia’ya yaptığı bir seyahatte ona yardım etmişti. Eğer gidecek başka bir yer bulamazsam, ona gitmemi söylemişti.”

Bir süre duraksadı. Gözleri, sanki geçmişin içinden bir sahneyi arıyormuş gibi boşluğa dikildi. Sonunda devam etti:

“Babamın öğüdüne tutunarak Lily’yi yanıma almış ve at üstünde günlerce dört nala yol almıştık. Zor günlerdi…” Derin bir nefes aldı ve elini saçlarının üzerine götürdü. “Ama sonunda Amura’ya ulaştık. Amura’nın eteklerindeki kasabalardan birinde bir hana girdik. Orada Cecily ile tanıştım.”

Cecily ismini telaffuz ederken yüzünde beliren acı gülümseme dikkatimi çekmişti. Devam etti:

“Lily’yi herkesten saklamaya çalışıyordum. Üzerini sıkıca sarmış, kimseye göstermemeye çalışmıştım. Cecily, babamın o doktora yardım ettiği günleri biliyordu çünkü o zamanlar doktora korumalık yapıyordu. Lily’yi ve beni görür görmez tanımıştı. Bize bir süre yardım etti ve nihayet onun sayesinde Doktor Percival ile tanışabildik.”

Malle’nin sesi bu noktada biraz yumuşamıştı. Geçmişin hatıraları, belki de biraz olsun huzur getirmişti. Ellerini kucağında kenetlemiş, bakışlarını oyaları incelediği kıyafetime dikmişti. Ardından konuşmasını sürdürdü:

“Artık bir yuvamız vardı,” dedi ve ilk kez yüzünde normale yakın bir tebessüm belirdi. “Cecily ve ekibinin kaldığı küçük bir evde yaşıyorduk. Genelde onlar dışarıda iş görerek geçimlerini sağlardı. Nadiren eve gelirlerdi. Bu yüzden, evi geçindirmek bize kalmıştı.”

Burada kısa bir duraksama oldu. Bakışları daha netleşmiş gibiydi, o günleri hatırlarken bir nebze olsun rahatlamış olmalıydı. Bu son anılarının ona bir tür teselli verdiğini hissediyordum:

“Doktor Percival ise ara sıra bizi ziyarete gelirdi. Bir gün, babamın bana öğrettikleri şeyler onun dikkatini çekmişti.” Yüzündeki gülümseme bir an için tekrar belirdi. “Beni bir Katra üyesi olmaya davet etti.”

Birkaç saniyelik bir sessizlikten sonra ekledi: “İlk başta kafam karışmıştı. Henüz on altı yaşındaydım. Bu kadar büyük bir teklifi anlamakta zorlanıyordum. Ama Doktor, bu yolla Lily’yi korumak için gerekli gücü kazanabileceğimi söylediğinde, tereddüt etmeden kabul ettim. Böylece hayatıma yeni bir amaç edinmiş oldum.”

Malle, ayağa kalktı ve odanın bir köşesinde duran masaya doğru ilerledi. Sürahiden bir bardak su doldurdu, ardından elinde bardakla geri döndü. Otururken birkaç yudum su içti, derin bir nefes alıp tekrar anlatmaya başladı:

“Zorlu bir eğitim süreci geçirdim,” dedi, sesi biraz daha toparlanmıştı. “Ama babamın bana öğrettikleri sayesinde birinci çaylak olarak resmi bir Katra üyesi olmayı başardım. İlk görevlerim basitti; başkentin kenar mahallelerindeki belli başlı çeteleri çökertmek gibi işlerdi.”

Bardağı ellerinde çevirirken yüzünde bir ciddiyet belirmişti. “Birkaç görev tamamladıktan sonra, Katra’nın iç yapısını daha iyi anlamaya başladım. Ve fark ettim ki doğru yerdeydim. İyi bir şey yapıyordum. Yanlış yapanları cezalandırıyor, toplumu bu insanlardan temizliyordum.”

Bardağı masaya koymak için kalkacak gibi yaptı fakat yüzündeki ifade sertleşince vazgeçmişti. “Ama her şey bu kadar basit değildi. Amura’nın kenar mahallelerinde, Lily ile birlikte üç yıl boyunca bu hayatı sürdürdük. Lily her zaman güvende olsun diye elimden geleni yapıyordum. Fakat…” Bir duraksama yaptı, yüzü karardı. “O zamanlar on dokuz yaşına yeni basmıştım. İşte o sıralarda Haura dini mensupları Amura’ya geldi.”

Malle’nin sesi biraz daha sertleşmişti. Gözlerini yere indirmiş, ellerini kıyafetinin üzerinde kenetlemişti. “Şehrin tam merkezinde, Amura Kalesi’nin içinde büyük bir Haura Kilisesi kuruldu. Ve ardından… Soykırım başladı.”

Bu sözleri söylerken sesi neredeyse fısıldamaya dönmüştü. Ellerinin hafifçe titrediğini fark ettim. Devam etti: “Sokaklar artık güvenli değildi. Axtje Birliği Şövalyeleri, Alphialı aramak için şehri didik didik ediyordu. Buluyorlardı da. Çünkü Alphia’ya en yakın büyük şehir burasıydı.”

Başını kaldırdı ve yüzündeki çaresiz ifadeyle gözlerimin içine baktı. “Lily güvende değildi,” dedi. “Ne kadar çabalasam da verdiğim kararların doğru olup olmadığından emin değildim. Belki de en başından beri yanlış yoldaydım.”

Sessizlik odanın içine yayıldı. Söylediklerinin ağırlığı, atmosferi boğucu bir hale getirmişti. Fakat Malle’nin anlatacak daha çok şeyi olduğunu biliyordum.

Malle, derin bir nefes aldı. Gözlerini yere indirip oyalarla oynayan ellerini kıpırdatmadan konuşmaya devam etti:

“O günü unutamıyorum,” dedi, kelimeleri ağır ve soğuk bir tona bürünerek. “Lily’yi kurtaramadığım günü… Onun öldüğü günü… Onu ölüme terk ettiğim günü… Kendi ellerimle ölüme teslim ettiğim günü…”

Bu sözler içimi ürpertti. Malle’ye doğru eğilerek omuzlarına dokundum ve hafifçe salladım. “Malle?” dedim endişeyle. Ancak tepki vermedi. Gözleri bir noktaya dalmıştı. Sol gözünden bir damla yaş süzüldü, yanağından çenesine doğru ilerleyip yere düştü. Bu damla sanki zihnini bir nebze yerine getirmişti. Çenesinden düşen yaş kıyafetini ıslattığında, tekrar konuşmaya başladı:

“Görevden dönüyordum,” dedi. Sesi monotondu, bir kitaptan okuyormuş gibi ifadesizdi. “Cecily ile buluşmuş, ondan ayrılmıştım. Onlar her zamanki gibi tavernada vakit geçireceklerdi, bu yüzden eve dönmeyeceklerdi. Eve vardığımda karanlıktı ve Lily ortalıkta yoktu. Çok korkmuştum. Onu alıp götürdüler diye düşündüm ama evde alıkonulduğuna dair hiçbir iz yoktu. Koridorda bir odadan diğerine koştururken bir anda arkamda belirdi.”

Duraksadı. Gözlerini kısa bir an bana çevirdi, sonra tekrar yere indirdi. “Dediğim gibi, Lily bir safkandı,” diye devam etti. “Güçleri yavaş yavaş uyanıyordu. Çoktan benliğini gizlemeyi öğrenmişti. Bu yüzden, üstün bir Katra suikastçısı olmama rağmen onun varlığını hissedememiştim.”

Bir an durdu, derin bir nefes aldı ve göz kapaklarını sımsıkı kapattı. “O an neden öyle davrandım, bilmiyorum. Eğer ona bağırmasaydım… Ona vurmasaydım… Sinirimi kontrol edebilseydim… Belki de şimdi hayatta olurdu.”

Sesi çatladı ve derin bir hıçkırıkla boğuldu. “Ama yapamadım. Onu ben öldürdüm,” dedi, son kelimeyi boğuk bir fısıltıyla çıkartarak.

Malle’nin söylediklerini anlamaya çalışıyordum, ancak o çoktan duygularına yenilmişti. Elindeki bardak yere düştü ve o dizlerinin üzerine çökerek hıçkırıklara boğuldu. Ellerini saçlarının arasında gezdirirken titriyordu, gözyaşları kesik kesik nefes almasına neden oluyordu. Bu sahne, içimde bir yerleri sarsmıştı.

Hiç düşünmeden hareket ettim. Malle’nin ellerini tuttum, oyaların üzerinde gezinen ellerini çeneme kadar kaldırdım ve gözlerime bakmasını sağladım. Çektiği acıyı hafifletmek için ellerini yavaşça yanaklarıma yerleştirdim. Bunun nedenini bilmiyordum. Ama yapmak istiyordum. Onun acı çekmesine dayanamadığımı fark ettim. İnsanlara yabancı ama bana tanıdık bir duyguydu bu: şefkat.

Malle, ellerini yüzümden çekti ve gözlerini yere indirerek derin bir nefes aldı. Ağlaması durmuştu ama gözlerindeki hüzün hâlâ canlıydı. Yavaşça doğruldu ve yere düşen bardaktan arta kalan parçaları toplamak için eğildi. Sessizce hareket etti, işini hallettikten sonra yanıma geri döndü. Sanki söylediklerini zihninde yeniden tartıyor gibiydi:

“Onun korkusunu görememiştim,” dedi aniden. Sesi hala titrekti ama bu kez içinde biraz da pişmanlık taşıyordu. “Beni sakinleştirmeye çalışmıştı. Ama ben, ne kadar korktuğunu anlamak yerine onu suçladım. Sesimi yükselttim, bağırdım, hatta—” Sesi burada kesildi, cümlesini tamamlamak istemiyordu sanki.

Gözlerine doğru bakmaya çalışarak sabırla bekledim. Malle’nin yüzünde acı bir ifade belirdi. Sözlerini bitirmek için büyük bir çaba sarf ettiği belliydi.

“O tokat… Ona attığım o tokat, her şeyi mahvetti. Lily, başını koridordaki sandığın köşesine çarptı ve yere düştü. Elim hâlâ yanıyordu, yüzüme baktığında gözyaşları süzülüyordu. O an anladım... Anladım ama çok geçti. Yerdeki kana bakarken şok içinde ne yapacağımı bilemedim. Lily, ağlayarak uzaklaştı ve arka kapıdan bahçeye çıktı. Giderken sendeliyordu.”

Durdu, gözleri yine dolmuştu ama bu kez gözyaşlarını tutmaya çalıştı. Ellerini sıkıca dizlerine bastırdı ve devam etti. “Onu durdurmaya çalışmalıydım. Ama yapamadım. Donakalmıştım. Bahçeye çıktığımda atların nal seslerini ve Lily’nin çığlıklarını duydum. ‘Abla, yardım et!’ diye haykırıyordu. Sesi... o sesi hâlâ kulaklarımda çınlıyor.”

Malle, sustu. Odaya ağır bir sessizlik çöktü. Söyledikleri, havayı yoğunlaştırmış, nefes almayı bile zorlaştırmıştı. Bir süre boyunca hiçbirimiz konuşmadık. Yavaşça elini tuttum. Bu küçük hareketimle, onun acısını biraz olsun hafifletmeyi umut ediyordum.

Ona baktığımda, bu sahnenin bana neden bu kadar tanıdık geldiğini düşünüyordum. Garip bir şekilde içimde bir güven hissettim; ne yapmam gerektiğini biliyor gibiydim. Elimi onun arkadan uzun, tek örgülü kızıl saçlarının üzerine koydum, usulca okşamaya başladım. Dudaklarım kendiliğinden hareket etti, aklıma gelen sözcükler kontrolsüzce dökülmeye başladı:

“Ne kadar da duygu dolusun. Eminim elinden geleni yapmışsındır. Onları alt etmek istedin, değil mi? Biricik kardeşini tekrar yanında görmek istedin. Ne kadar da yazık olmuş. Ama olsun. Bazen her şeyi başaramayız. Hatalar yaparız. Önemli olan, bu hatalardan çıkardığımız derslerdir. Bunu sen de çok iyi biliyorsun. Ayrıca bana bak. Ben yanındayım. Hep de yanında olacağım. Ne kadar hata yaparsan yap, bir yere ayrılmayacağım. Kader bize işlemeyecek.”

Malle, söylediklerimi duyduğunda başını yavaşça kaldırdı. Şaşkın bir ifadeyle yüzüme baktı. Gözlerindeki şaşkınlığı gördüğüm an, ne yaptığımın farkına vardım. Söylediğim sözlerin anlamını yeni kavrıyordum. İçimde oluşan sıcak his, kelimelerimin ne kadar derin olduğunu hissettiriyordu. Onlar sadece bir teselli değil, sanki bir şeyleri yeniden inşa eden taşlardı.

Malle’nin gözlerinde bir umut ışığı belirdi. Gözyaşları, gülümsemesiyle kıvrılan gözlerinden süzülüyor, odada yankılanan güneş ışığıyla birleşiyordu. Bu görüntü, içimde sıcak bir his bıraktı. Neden bu kadar etkilenmiştim?

Malle’nin yüzüne hafif bir tebessüm yayıldı. Ağlaması durmuştu. Kendini toparlamaya çalışarak doğruldu, elleriyle kıyafetindeki kırışıklıkları düzeltti. “Sen neler diyorsun öyle?” dedi, sesi önceki kederinden uzak, daha yumuşak bir tondaydı. “Çok hoşuma gitti.”

Gözlerindeki hüznün hafiflediğini gördüğümde, onun anlattıklarını daha fazla öğrenme arzum arttı. Anılarındaki duyguları ve acıyı tam anlamıyla kavrayabilmek istiyordum. Eliyle yüzünü bir kez daha sildi. Cesareti biraz artmış gibiydi. Ardından derin bir nefes aldı ve bakışlarını yere indirerek konuşmaya başladı:

“Kapıyı açıp arka bahçeye çıktığımda…” Sesi yine titredi, ama devam etmek için kendini zorluyordu. “Atın arkasına Lily’yi ayaklarından ipe bağlamışlardı. Yerde sürükleyerek meydana götürüyorlardı.”

Omuzları hafifçe titredi. Parmaklarını birbirine kenetledi. Bakışları hâlâ yerden ayrılmıyordu. “O an ne yapacağımı bilemedim,” diye fısıldadı. “Korkunç bir manzaraydı.”

Her kelimeyle nefesi hızlanıyor, hatırladıkça içine kapanıyordu. “Hemen odama çıkıp uzun kılıcımı aldım. Sonrasında bütün gücümle meydana yöneldim. Birkaç dar sokaktan geçtim, kestirme bir yol kullandım. Şövalyelerden hemen sonra oraya vardım.” Ellerini sıkıca yumruk yapmıştı; tırnaklarının avuçlarına battığını fark ettim.

Malle’nin yüzündeki ifade ağırlaştı, gözlerindeki acı daha da derinleşti. “Meydanda…” dedi, ardından yutkundu. “Büyük bir kalabalık ve ateş vardı. İğrenç bir de koku…” Gözleri bir an boşluğa daldı, neredeyse fısıldar gibi ekledi: “Ceset kokusuna benziyordu.”

Sesinin dalgalandığını fark ettim; anılarını yeniden yaşar gibi konuşuyordu. “Lily’yi gördüm. Büyük ateşin hemen önünde, tahta bir yükseltideydi. Elleri ve kolları bağlıydı. Yanında diğer Alphialılar da vardı…” Bir an dizlerinin üzerine koyduğu ellerine baktı. Parmaklarını sıkıca bastırdı. “Onu kurtarmam gerekiyordu,” dedi. Sesindeki öfke ve çaresizlik arasında gidip geliyordu.

“Baş şövalye o sırada yüksek sesle konuşuyordu. Kalabalık bağırıyordu, naralar atıyordu. Duyuyordum onu.” Malle, şövalyenin sesini taklit edercesine cümlelerini tekrarladı. Anlattıkları, meydandaki korku ve kaosu zihnimde net bir şekilde canlandırıyordu.

Kalabalığın uğultusu meydanı doldurmuştu. İnsanlar, gözleri dehşetle açılmış, dikkatlerini tamamen yükseltilmiş tahta platforma odaklamışlardı. Gözyaşlarını tutamayan bir kadın, yanındaki çocuğun elini sıkıca tutuyor, bir şeyler mırıldanıyordu. Yaşlı bir adam, öfke ve korku karışımı bir ifadeyle başını sallıyordu. Meydanın merkezindeki platformun üzerinde ise baş şövalye, ağır zırhının içinde dimdik duruyordu. Yüzündeki sert ifade, gözlerindeki buz gibi kararlılıkla birleşerek çevresine hâkim bir aura yayıyordu.

Tahta basamaklardan çıkarken kalın postalları her adımda yankılanıyor, kalabalığı sessizliğe boğuyordu. Şövalye, platformun en tepesine çıktığında derin bir nefes aldı ve yüksek sesle konuşmaya başladı. Sesi meydanın her köşesine ulaşıyor, insan topluluğunu hakimiyeti altına alıyordu:

“Bu ferman, tanrımız Haura tarafından bizzat yayınlanmıştır!” diye haykırdı, kılıcını gökyüzüne kaldırarak. Ay ışığı ve arkasındaki büyük ateşin alevleri, kılıcın metal yüzeyinde dans ediyordu. İnsanların yüzlerine yansıyan bu ışık, korku ve belirsizliği daha da görünür hale getiriyordu.

Kalabalık kıpırdanmaya başladı. Adamın gözleri, meydandaki yüzlerde birer birer dolaşıyor, sessizlikte yankılanan sesi daha da tehditkâr hale geliyordu.

“Bu gördükleriniz birer cadıdır!” diye bağırdı ve bağlı halde diz çökmüş Alphialıları işaret etti. Onların arasında, Malle’nin bakışlarından kaçırmadığı bir figür vardı. Lily. Genç kızın küçük omuzları titriyor; elleri, ayakları ve başından akan kan yere damlıyordu. Başı öne eğilmişti ama çaresizlik dolu bakışları, etrafındaki dehşeti yansıtıyordu. Malle, kalabalığın arasında sıkışmış bir halde nefes almakta zorlanıyordu. Pelerininin kenarlarını sıkıca tutmuş, gözlerini Lily’den ayıramıyor ama hareket de edemiyordu.

Şövalye, sesini yükselterek devam etti: “Cadılar, kötülüğün hizmetkârıdır! Onları arındırmak ve ruhlarını kurtarmak bizim görevimizdir. Dünya ilk yaratıldığında, Kötülük Tanrısı Alphia’yı kendi diyarı olarak belirledi. Ve onunla yapmış olduğumuz büyük savaşın sonucunda ikimiz de bedenlerimizi kaybettik!”

Kalabalığın arasında fısıltılar yayıldı. İnsanlar birbirlerine korkuyla baktılar. Şövalyenin sesi, bu uğultunun arasından keskin bir bıçak gibi geçerek sözlerine devam etti:

“Ben, sizleri koruyabilmek için uzun zamandır kendimi mabede kapatmışken, Kötülük Tanrısı kendi soyunu devam ettirip bir gün yeniden dirilebilmek için elinden geleni yapmıştı. Alphialıların tohumu bu dünyaya atıldığından beri kaos hâkim!”

Bu sözler, meydanda yeni bir dalga gibi yayıldı. Elindeki meşaleyi daha sıkı kavrayan bir adam ve yanındaki korkuyla, kısık sesle dua etmeye başlayan kadın… Kalabalığın arasında fısıldanan dualar ve mırıldanmalar giderek artarken, şövalyenin sesi daha da güçlendi:

“Ve ben, Kötülük Tanrısını son bir kez durdurmak için buradayım!” diye bağırdı, sesi meydanı sarsıyordu. Platformun önüne bir adım daha attı, elindeki kılıcı tahta yüzeye sapladı. Ellerini platformun kenarına dayayıp meydanı taradı. “Uzun yıllar boyunca güçlerimi sizinle paylaştım!” dedi, sesi bir anda fısıltıya dönüşmüş gibi alçaldı.

Bu sessizlik bir an sürdü. Ardından aniden, haykırarak ekledi: “Eski gücüme geri kavuşabilmek için sizin güçlerinize ihtiyacım var!”

Malle’nin kalbi çok hızlı atıyordu. Gözleri hâlâ Lily’ye takılıydı. Şövalyenin bu son sözleri, meydandaki dehşeti bir kat daha artırmıştı. Soğuk rüzgâr, yanan odunların kokusunu ve çıtırtısını taşıyordu. Şövalyenin kükreyen sesi, kalabalık üzerindeki büyüyü tamamladı:

“Sözlerime kulak verin!”

Kalabalık coşmuştu. Bir yanda öfke, diğer yanda korku bir arada yükseliyordu. İnsanlar bağırıyor, alkışlıyor ve tanrıları Haura’ya bağlılıklarını haykırıyordu. Malle’nin zihninde ise farklı bir kargaşa vardı. Onun içinde öfke ve çaresizlik dalga dalga yükseliyor, gerilim bıçak gibi keskinleşiyordu.

“Lily’nin yüzünü gördüm…” dedi Malle, sesi düşmüştü. “Gözleri bana bakıyordu.”

Kelimeleri boğuk ve titrek bir şekilde dökülüyordu. Ardından sustu. Ancak anlattıkları, kafamda hâlâ taptazeydi. Sahne net bir şekilde zihnimde canlanıyordu. Baş şövalyenin tok sesi bir kez daha meydanı doldurdu:
“Dualarınızla onların ruhlarını öteki tarafa güvenle gönderelim din kardeşlerim! Hep birlikte Tanrımız Haura’ya olan inancımızı yüksek sesle dillendirelim!”

Kalabalık, hipnotize olmuş gibi hep bir ağızdan dualar mırıldanmaya başladı. Ancak yüzlerine baktığımda, hiç kimsenin gerçekten ne söylediğini anladığına dair bir işaret yoktu. Hepsi birer kukla gibi, baş şövalyenin istediği doğrultuda hareket ediyordu. Kalabalığın bu kontrolsüz taşkınlığı, Malle’nin Lily’ye doğru ilerlemesini neredeyse imkânsız hale getirmişti.

Baş şövalye, arkasındaki şövalyelere sert bir el hareketiyle işaret verdi. Ardından bütün Alphialılar, eş zamanlı birer tekmeyle ateşe savruldular. Bedenleri güçsüz ve yaralı Alphialıların çığlıkları, meydanı doldurup çevredeki duvarlarda yankılandı. Feryatlar, insanın ruhunu parçalarcasına derindi. Malle ise bu korkunç manzaranın karşısında tamamen donmuş gibiydi. Gözyaşları yanaklarından süzülüp çenesine ulaşırken, sessizce bana baktı. Çığlıkların ortasında dahi sesi kesilmişti.

Onun yüzündeki ifadeye baktığımda, bütün duygularının, bu son sahnenin üzerine kapanmış olduğunu anladım. Bu, en büyük travmasının yeniden açığa çıkışıydı. Onu omuzlarından tutup birkaç kez hafifçe salladım, ama gözlerini bile kırpmadı. Burnundan ve gözlerinden akan yaşlar kıyafetini ıslatıyordu; buna rağmen hiçbir tepki vermiyordu. Malle’nin bu dünyadan tamamen koptuğu izlenimini ediniyordum.

Bir süre duraksadım. Onu geri getirmenin tek yolunun şefkat olduğunu anlamak zor değildi. Hızla ona sarıldım, biraz önce söylediğim sözleri yineledim. Bu sözler, az önce içindeki buzları eritmişti; belki şimdi de işe yarardı. Umutla bekledim.

Bir süre sessizlik oldu. Ardından Malle’nin elleri omuzlarımı kavradı ve beni hafifçe doğrulttu. Gözlerinde hayat belirtisi vardı; geri dönmüştü. Ama hemen ardından, bana hafifçe somurtarak çıkıştı:
“Görmüyor musun, kıyafetlerine gözyaşı ve sümük bulaştırmışsın! Ah… Hiç akıllanmıyorsun.”

Tepkisi o kadar tuhaftı ki ne söyleyeceğimi bilemedim. Zaten onun davranışlarında mantık aramayı bırakmaya yakındım. Görünüşe göre normal bir hayat geçirmediği açıktı. Ayağa kalktı, mendiliyle yüzünü ve burnunu son bir kez sildi. Kapıya yönelirken arkasına dönüp, “Üzerini batırdığın için sana temiz bir kıyafet getireceğim,” dedi ve odadan çıktı.

Yalnız kalınca yatağa uzanarak derin bir nefes aldım. Malle’nin duygusal yükü omuzlarıma binmiş gibi hissederken kendi geçmişimi düşünmeye başladım. Benim içimde de anlamlandıramadığım bir ağırlık vardı. Acaba ben de mi geçmişte benzer bir travma yaşamıştım?

 

Loading...
0%