Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1.Kısım: Ebediyetten Fâniliğe 1.Bölüm

@allev

 

Tarih: 18 Ağustos 637, saat: 18:03. Konumumun ise neresi olduğunu bilmiyorum. Uzun zamandır bilincimle baş başa kalmış olduğumdan, bunu insanların koma adı verilen bir duruma girmesine benzetebiliriz, hiçbir şey hissetmiyor ve algılamıyordum. Ne kadar zaman geçtiğine ya da en son neler olduğuna dair bir bilgim yoktu. Sadece bir bilinç olarak geçirdiğim bu uzun zaman diliminde, sıkıldığımdan ve yapacak başka bir şey olmadığından ötürü, kendime ve geçmişime dair edinebildiğim sayısız bilgiyi tekrar tekrar gözden geçirmiştim. Ancak bir noktadan sonra, yavaş yavaş bu bilgilerin de yok olmaya başladığını bile fark etmemiştim. Bunun sebebi ise çok barizdi. Bilincim, kendini unuttuğunu bile unutacak kadar düzensizleşmiş ve parçalanmaya başlamıştı.

 

Kendimle ilgili bilgilerin büyük bir çoğunluğunu unutmama sebep olan bu uzun yalnızlığın ardından büyük bir olay gerçekleşmişti ki bütün duygularım ve zihnim toparlanmaya başlamıştı. Neler olduğunu bilmiyordum. O an tek hatırlayabildiğim şey, anlamakta zorlandığım sayıların veya sembollerin belirdiği ve bunların beni kendime getirdiğiydi. Bu olaydan sonra konumu, amacı belirsiz bir boyutun içerisine doğru çekildiğimi hissetmiş ve ilk defa, çevremde olup bitenleri algılayabilir olduğumu fark etmiştim. Bir şeyler hissediyordum. Mesela sakin ama kirli bir esinti… Kötü kokuyordu. Esintinin taşıdığı tozlardan dolayı net göremesem de turuncumsu ve basık bir ortamda olduğumu algılayabilecek kadar görebiliyordum. Birkaç saniye sonra esinti biraz kesilince çevremi görebilir hale gelmiştim ve gördüğüm şey beni iliklerime kadar titretmişti.

 

Her yerde yıkıntılar ve cesetler vardı. Çürümüş ve üzeri tozla kaplanmış cesetler, bu bölgede her ne yaşandıysa uzun zaman önce meydana gelmiş olduğunu gösteriyordu. Devasa binalar yıkılmış, sadece çok azı ayakta kalabilmişti. Ayakta kalanların da birçok yeri delik deşikti. Bu manzara, bir kıyamet senaryosuna benziyordu. Yani, insanlar öyle tanımlardı herhalde.

 

Güneş’in gökyüzündeki büyük toz bulutlarının arasından yeryüzüne ulaşmaya çalışmasına şahit olurdunuz. Ancak bu çabası başarısız gibi görünüyordu. Toz ve bulutlar her defasında onu engelliyordu. Durum bu kadar vahim olmasına rağmen, ben sorunsuz bir şekilde bu çökmüş dünyada rahatça dolaşabiliyordum. Bu gerçekten tuhaftı.

 

Birkaç dakika boyunca yıkıntıların arasında amaçsızca dolaştıktan sonra bir ses duymaya başladım. Ritmik ama acı verici bir sesti. Ses, tam arkamdan geliyordu. Hızla dönüp baktığımda, arkası dönük birini gördüm. Ensesine yetişmeyen saçları kirden dolayı grileşmişti ama aslında beyazdı. Yaklaşık on sekiz yaşlarında, bir kız çocuğuna benzeyen vücut ebatlarına sahipti. Üzerinde kalın ve uzun bir siyah ceket vardı. Yıkıntılarda bir şeylerle uğraşıyordu. Ne yaptığını merak ettiğim ve bulunduğum bölgede karşılaştığım tek canlı varlık olduğu için yanına gitmeye karar verdim. Yaklaştığım esnada sakin ve sevecen bir ses tonu kullanarak seslendim. Sesimi algıladığı gibi başını, tam yüz seksen derece döndürerek bana çevirmişti. Korkutucu bir andı. Böyle bir eylemi beklemiyordum.

 

Daha korkunç olan, yüzünde bazı sıkıntıların olmasıydı. Gözleri, burnu veya bir ağzı yoktu; yüzü dümdüzdü. Görüp görmediğinden şüphe ediyorum ama beni fark ettiği belliydi. Ayağa kalktı ve bedenini başıyla aynı açıda döndürerek bana yaklaşmaya başladı. Ne yapacağımı bilemedim ve oradan uzaklaşmaya başladım. Ama fazla uzaklaşamadan, görünmez bir duvara başımı çarpınca yere düştüm. Güneş’in tozlu bulutlarla arasında geçen zorlu mücadelesine bir kez daha şahit olurken o yanıma kadar gelmişti. Görme yetim yavaşça kayboluyordu. En son gördüğüm şey, görüş alanıma eğildiği ve bir elini üzerime dokundurduğuydu. Sonrasında görüntüm kesilmişti.

 

Tekrardan bilincimle baş başa kaldığımı anlamıştım. Uzun zaman sonra yeniden fiziksel bir ortamı tecrübe etmenin bende uyandırmış olduğu güzel his, yerini buruk bir duyguya bırakmıştı; ancak tuhaflıklar henüz bitmemişti. O garip sayılar ve semboller yine belirmişti. Ardından beni görmüş olduğum bu derin rüyadan uyandıracak sesi duydum. Birisinin uzaklardan yankılanan sesini:

 

“Uyan.”

 

Bu sesi duymamın hemen ardından her şey yok oldu. O sayılar ve semboller… Her şey. Büyük bir karanlığın içindeydim. Ne olduğuna anlam veremiyordum. Dürüst olmak gerekirse, heyecanlıydım. O kadar zaman sıkıntı çektiğim için, bu yaşanan değişik olaylar hakkında kötü bir düşünceye sahip değildim. Aksine, sonunda bulunduğum kötü durumdan çıkacağıma olan inancım oldukça yükselmişti.

 

Çok geçmeden karanlık, yerini kırmızı ve sarı renklerin bir gradyanına bırakmıştı ve o an, her şeyin değiştiğini anlamıştım. Tekrar hissediyordum, hem de bu sefer daha net bir şekilde! Bir esinti vardı ama bu sefer kötü kokmuyordu ve esintinin bende oluşturmuş olduğu o etki... O kadar güzeldi ki anlatmak için yeterli kelimeleri bulamıyordum. Bazı sivri gibi ama rahatsız etmeyen cisimlerin üzerinde bulunuyormuş izlenimine kapıldım. En sonunda, gerçek gözlerimin de kendiliğinden yavaş yavaş açılmasıyla birlikte bulunduğum ortamın güzelliği karşısında büyülenmiş bir şekilde gözlemlemeye başlamıştım.

 

İlk gördüğüm şeyler büyük, geniş ve uzun ağaçlar, onların yaprakları arasından büyüleyici masmavi rengiyle görünen gökyüzü ve gökyüzünde uçuşan birkaç kuş sürüsüydü. Kuşlar, gökyüzündeki bulutların arasında dans eder gibi mesafe katediyor, ağaçların yaprakları da rüzgârın etkisiyle bulundukları konumda hışırdıyor ve ikisi birlikte harmanlandığında kulağa güzel gelen bir melodi ortaya çıkıyordu. Kısa bir süre, yaklaşık on iki saniye boyunca, onların bu hareketlerini takip etmiştim. Sonrasında başka bir şey dikkatimi çekmişti.

 

Güneş sonunda bulutlarla olan savaşını kazanmışçasına kendini gösteriyordu ve bende güzel bir his uyandırıyordu. Artık bulutlarla barışmış gibi, bana bulutların arasından selam vermek istemiş olmalıydı ancak bu selamın gözlerimde oluşturduğu etki pek hoş değildi. Bu yüzden gözlerim otomatik olarak kapanıyordu. Tamamen gözlerimi kapattıktan sonra düşünmeye başlamıştım. Yine de az önce gördüğüm korkunç görüntülere göre bulunduğum ortam oldukça ferahlatıcıydı. Kendimi iyi hissediyordum. Sonunda başarmıştım. O boşluğun içinden çıkmıştım. Peki bu, neye mal olmuştu? Her eylemin bir sonucu olurdu.

 

Bütün bu yolculuk, görünüşe göre hafızama mal olmuş gibi görünüyordu. Kendime ve geçmişime dair en ufak bir fikrim bile yoktu. Tek hatırladığım şey o korkunç rüyaydı. Çok denememe rağmen hatırlayabildiğim başka bir şey bulamadım. Sadece doğduğum andan beri sahip olduğum özlük bilgilerimi hatırlıyordum. Bunlar doğruysa üç kuralım vardı. Birincisi, bilgi her şey demekti. Her şeyi araştırmalı, incelemeli ve öğrenmeliydim. İkincisi, Arşiv benim evimdir. Bu da istediğim gibi kullanabileceğim anlamına geliyordu. Üçüncüsü ise insanlardan uzak durmam gerektiğiydi. Onlar gaddar, zalim ve pisliğin önde gidenleriydi. Yok olması gereken ama bir şekilde dünyaya hükmeden canlılardı.

 

İlk kural mantıklı olsa da ikinci ve üçüncü kuralların amacını anlayamamıştım. Arşiv ile kastettiği şeyi ve neden insanlar hakkında bu kadar katı düşüncelere sahip olduğumu anlamıyordum. Bir beyin fırtınası yapmam gerektiğini fark etmiştim. Hemen başladım. Eğer bunlar benim özlük bilgilerim ise bana ait olmalıydı. Bunları ben oluşturmuş olmalıydım ve bildiğim kadarıyla özlük bilgileri silinemiyordu. Bu sayede şu an bu kurallara erişebiliyordum. Geçmişimde insanlarla ilgili iyi anılarım yok gibi görünüyordu. Bu yüzden kuralları reddetmemeye karar verdim ve ilk kuralı devreye sokmak için önce duyularıma kulak verdim.

 

Şu anda algılayabildiğim beş farklı duyum vardı. Bunlar: görmek, duymak, koklamak, tatmak ve fiziksel algılama. Tatma duyusundan bahsetmemiş olsam da bütün bu süreç boyunca ağzımda bir hissin olduğunu algılıyordum. Bu yüzden onu da saymıştım. Ayrıca fiziksel olarak çevremdeki şeyleri algılayabilmemin tek bir anlamı vardı. Fiziksel bir bedene sahip olmalıydım. Hemen gözlerimi açtım ve zihnimi kullanarak bedenimi kontrol etmeye çalıştım ancak burada büyük bir sorun vardı. Bir beden nasıl kontrol edilirdi ki? Hiçbir fikrim yoktu, fakat bu konuda bir bilgimin olmasına gerek olmadığını biraz sonra öğrenecektim.

 

Şaşırtıcı bir şekilde bedenim, düşündüğüm şekilde hareket ederek kendini kaldırdı ve bacaklarım üzerinde yatmış olduğum zemine düz olacak şekilde, oturur pozisyonda kendini konumlandırdı. Herhangi bir işlem veya eylem gerektirmeden istediğim her şeyi gerçekleştirmişti. Oldukça kullanışlı bir bedene sahip olmalıydım. Bedenim doğrulduğunda bacaklarım hemen dikkatimi çekmişti. Bunların ne işe yaradığını merak ediyordum. Oldukça heyecanlanmıştım. Çevremdeki her şeyin tecrübe edilmeyi beklediğini hissediyordum. Bütün bu bilgilerle zihnimi doldurmak istiyordum. O sırada ikinci kural aklıma gelmişti. Arşiv…

 

Bu kuralın bir amacı olmalıydı, ama neydi? Birçok teori kurmuş olsam da aralarından en mantıklısı, Arşiv’in, bilgi edinmem için kullanabileceğim bir şey olduğu düşüncesiydi. Çünkü ilk kuralda araştırmamı ve öğrenmemi istese de bunu nasıl yapabileceğimi söylememişti. Arşiv benim evimse ve istediğim gibi kullanabileceksem, bu da onu bilgi edinmem için kullanabileceğim anlamına geliyordu. Doğru sonuca ulaştığımı umarak Arşiv’i kullanmaya çalışmalıydım. Peki Arşiv’i nasıl kullanabilirdim? Buna da çözüm bulmam gerekiyordu. Mucize mi beklemeliydim? Bu pek mantıklı görünmüyordu. Biraz düşündükten sonra aklıma, o rüyadaki anlamlandıramadığım sayılar ve semboller gelmişti.

 

Üç ayrı sayı kombinasyonu görmüştüm. Birincisi ve ikincisi fazla net değildi, ama üçüncüsünü net bir şekilde hatırlıyordum. Biraz zihnimi zorladım ve evet, sayı tam olarak buydu: 65737310186. Ne anlama geldiğini bilmesem de böyle bir sayı gördüğüm bir gerçekti. Bu sayıyı zihnimde canlandırdığımda, bilgi edinmek için gerekli olan şeyi elde ettiğimi, bedenimin veya zihnimin derinliklerinden işittiğim birkaç sesle anlamış oldum:

 

“Kullanıcı girişi algılandı. İşleniyor. Arşiv bağlantısı kuruluyor. Bağlantı başarılı bir şekilde kuruldu. Arşiv Sistemi’ne hoş geldiniz.”

 

Bu sesi duymamın ardından gözümün önünde transparan bir ekran belirmişti ve Arşiv Sistemi’nin ne olduğunu o an anlamıştım. Arşiv, bir komutlar zincirinin oluşturduğu kocaman bir bilgi ağıydı. Çeşitli aramalar ve taramalar yaparak birçok şeyi öğrenmeme olana sağlayan ve hatta belirli komutlar sayesinde olağanüstü özelliklere sahip olabileceğim inanılmaz bir sistemdi. Beni oldukça etkilemişti, ancak sağ üst köşede yazan bir metin, bu açıklamaları neredeyse anlamsız kılıyordu. Şu anda 'Kısıtlı Mod' adı verilen bir erişime sahip olduğumu ve komutların büyük bir çoğunluğuna erişemeyeceğimi belirten bu metin, heyecanımı biraz kırmıştı. Ancak yine de araştırma ve tarama işlemlerini gerçekleştirebileceğimi belirtiyordu. Aklımda cevaplanması gereken onlarca soru ve çözülmesi gereken binlerce gizem varken bu Arşiv, bir şekilde işime yarayacaktı. Ancak bir şeyi unutmamak gerekiyordu.

 

Her eylemin bir sonucu olduğu gerçeği, bana Arşiv’i sorgulatmıştı. Arşiv’i sorunsuz bir şekilde kullanabilmem mümkün müydü? Kullanım karşılığında benden herhangi bir şey talep eder miydi? Bununla ilgili herhangi bir bilgi yer almıyordu, ya da ben bulamamıştım. Sanırım denemeden öğrenemezdim. Sol elimi sanki bir ip tutarcasına sıkarken, sağ elimdeki işaret parmağımla kullanabileceğim komut listesini karıştırmaya başladım. Transparan ekranın arayüzüne alışmam biraz zaman aldı, ancak sorunsuz bir şekilde kullanabilecek kadar deneyim kazanmıştım. Listeyi karıştırırken, 'Analiz' adında bir komut buldum. Komutun kullanımına ait herhangi bir kılavuz olmasa da bazı bilgiler vermişti. Örneğin, 'Analiz' ile çevremdeki nesneleri fiziksel olarak tarayabilir ve bilgilerini edinebilirdim. Tam da kullanmak istediğim şeyi bulmuştum. Hiç beklemeden önce kendimi incelemeye karar verdim.

 

Tabii, buradaki en büyük engel komutu nasıl kullanacağımı bilmeme bağlıydı. Son ses bağırsam çalışır mıydı? Emin değildim. Yüksek sesler çıkarmadan önce sakince komutu düşünmeye karar verdim. Komutun ne anlama geldiğini çoktan öğrenmiştim: Bir sıra kod girdisine komut deniyordu ve belli bir düzene göre işliyordu. Ben de iki kelimeden oluşan bir kod girdisi denemek istedim: 'Arşiv-Analiz'. Bu şekilde komutun çalışacağını umarak beklemeye başladım; ancak bedenime dair en ufak bir bilgi birikintisi dahi edinememiştim. O sırada içimden gelen bir ses işittim:

 

“Hızlı Erişim, Kısıtlı Mod için devre dışıdır. Sesli betimlemeyle komutu çalıştırınız.”

 

Yani bağırmak daha iyi bir seçenekti; ancak ben yine de bu yöntemden kaçınarak kısık bir düzeyde komutu seslendirmeyi tercih ettim. Aynı sıralamayı kullanarak, heyecanlı bir beş saniyenin ardından, bedenimi masmavi bir hologram baştan sona birkaç kez gezindi ve toplamda yirmi saniye süren bu sürecin ardından bilgiler, komutu seslendirdikten sonra kapanan transparan ekranın tekrar açılmasıyla bana aktarılacaktı. Aktarma işlemi ise bu ekranda okuduğum bütün bilgilerin bilincime işlenmesi şeklinde gerçekleşecekti ve ben çoktan okumaya başlamıştım bile.

 

İlk olarak dikkatimi çeken şey dış organlarımdı. Canlı bir bedendeydim, ama neye benzediğimi bilmiyordum. Bir hayvan, bir veya uzak durmam gereken o insanlardan biri olabilirdim. Sadece bir şeylerin yanlış olduğunu hissediyordum. Rüyamda gördüğüm insan kızı gibi kısa ve beyaz saçlara sahiptim. Ondan farklı olarak, beyaz bir tene, parlak kan kırmızılarını andıran gözlere ve güzel denilebilecek bir yüze sahiptim. Beden yaşı ve ebatları hakkındaki bilgiler ise o kızla benzer olarak on sekiz yaşlarında bir bedene sahip olmam ve nispeten kısa olmamdı. Sadece yüz elli beş santimetre boyundaydım. Bedenim genel olarak sağlıklı görünüyordu. Bir sorun yok gibiydi.

 

İnsan olduğuma dair düşüncelerim kuvvetliydi, ama sanki bir şeyler yanlıştı. Bunu, mümkün olmaması gereken bir durum gibi algılıyordum. Bir insan olmamalıydım. Neden böyle düşündüğüm hakkında bir fikrim olmamasına rağmen, oldukça şiddetli bir düşünceydi ve reddedemiyordum. Üçüncü kuralın insanlardan uzak durmam gerektiğini söylemesiyle bir bağlantısı olabilirdi, ama bunu anlamak şu an için imkânsız görünüyordu. Dişi bir insan bedeninde olduğum gerçeğini, her ne kadar reddetmeye çalışsam da gerçeklik payı vardı. Daha keşfedilecek çok şey olduğunu göz önünde bulundurarak, ayaklarımın üzerinde çevremi inceleyip araştırmama devam etmeye karar verdim. İnsan olduğum düşüncesini, canlı bir insanla karşılaşıp inceleyene kadar bir süreliğine rafa kaldırdım.

 

Kendime bir hedef belirlemeliydim. Etrafıma bakındığımda, uçsuz bucaksız bir alanda bulunduğumu anlamak zor değildi. Uzaklardan gelen bir su sesi vardı ve bu ses, nasıl bir görüntüye sahip olduğunu merak ettirmişti. Oraya doğru ilerlemek bir seçenek olabilirdi. Yol boyunca dikkatimi çeken diğer şeyleri de inceleyerek öğrenmeye devam edebilirdim. Şu an otomatik olarak hareket eden bedenim biraz tuhaf hissettiriyordu. Bu hissiyata alışmam zaman alabilirdi, ama yine de ilerlemeye başladım. Su sesini keşfedecektim.

 

İlerlerken, rüzgârın etkisiyle saçlarımın zaman zaman görüş alanıma girdiğini fark ettim. Saçlarımın kendine has bir kokusu vardı. İlginçti. Ayrıca saçlarım ara sıra gözlerime değdiğinde hafif bir sızıya sebep oluyordu. Bu da gözlerimi kapatmama neden oluyordu. Açıkçası, bu durum oldukça rahatsız ediciydi. Her defasında saçlarımı gözümün önünden çekmek zorlaştıkça, iki elimi bir şapka gibi kullanarak saçlarımın gözüme girmesini engellemeyi başardım.

 

Böylece yoluma devam ederken dikkatimi çeken bitkileri ve küçük hayvanları inceledim. Birkaçı gerçekten ilginçti. Örneğin, bir hayvan geceleri ışık yayma özelliğine sahipti. Bu sıra dışı özelliği görmek beni şaşırtmıştı. Suyun bulunduğu yere yaklaştıkça bu hayvanların sayısı iyice artmıştı. Oradaki manzara gerçekten etkileyiciydi. Büyük bir su kütlesi, yerden yaklaşık elli metre yükseklikten derin bir göle doğru dökülüyordu. Artık yavaş yavaş batmaya başlayan güneşin ışık hüzmeleri, arkamdan gelerek şelaleden gözlerime yansıyordu. Normalde şeffaf olan su, çevrenin yeşilliği ve gün batımının yarattığı turuncu renkle birleşerek adeta bir sanat eserine dönüşmüştü. Büyülenmiş ve gözlerimi bu manzaradan alamamıştım. O an bir düşünce kurdum ve bunun ne anlama geldiğini uzun süre anlayamadım: Keşke onlar da burada olsaydı...

 

O an başıma bir ağrı girdiğini hissettim. O kadar şiddetliydi ki bilincimi kaybedeceğimi sandım. Her şey o cümleyi kurmamla başlamış olmalıydı. Onlar kimdi? Neden onların da burada olmasını istemiştim? Bu konu üzerine düşünmek ağrıyı daha da artırınca, istemeden de olsa vazgeçmek zorunda kaldım. Sanırım hafızam, hatırlamamam gereken bir şeyi bana göstermeye çalışmıştı. Hava hızla kararmaya başlayınca, sığınacak bir yer aramaya karar verdim. Gökyüzündeki tek ışık kaynağım olan güneş kaybolunca, etrafımı görmek ve ilerlemek zorlaşacaktı.

 

Göl oldukça büyük olduğundan, oraya ulaşana kadar hava tamamen kararmıştı. Güneş, gökyüzündeki yerini aya bırakınca, etrafı keskin bir soğukluk kapladı ve bu soğuğu bedenim şiddetle hissediyordu. Zaman geçtikçe şiddetlenen bu soğuk, kısa süre içinde beni titretmeye başladı. Kendimi kötü hissetmeye başlamıştım ki mağaranın girişine ulaştım ve gördüğüm ışığın insan yapımı bir meşaleden geldiğini fark ettim.

 

İçeri gireceğim sırada, gökyüzünden gelen şiddetli bir gök gürültüsü beni yerimden sıçratacak kadar korkutmuştu. Tam zamanında bu mağarayı keşfetmem sayesinde, kopmak üzere olan şiddetli fırtınadan sığınacak bir yerim vardı. Ancak içimden bir ses, tehlikenin yakın olduğunu söylüyordu. Mağaranın girişinde bir meşale vardı, bu da burada insanlarla karşılaşabileceğim anlamına geliyordu. Üçüncü kuralıma göre onlardan uzak durmalıydım, ama şu an bu pek mümkün görünmüyordu. Bedenim soğuktan titrerken dışarıdaki fırtınayla mücadele etmek istemiyordum. İnsanlarla mücadele etmek daha iyi bir seçenek gibi görünüyordu.

 

Yer yer karanlık olmasına rağmen, önümdeki meşaleler yolumu bulmamda bana yardımcı oluyordu. Ancak mağara küçük olmasına rağmen bitmek bilmiyordu. Neredeyse beş dakikadır ilerlememe rağmen hâlâ bir yere varamamıştım. Sanki sonsuz bir tünelde ilerliyordum. Mağaranın içinde bir hava akımı vardı ve bu, titrememi daha da kötüleştiriyordu. Her an bir insanla karşılaşma ihtimalinin bende yarattığı gerginlikle zorla ilerlerken, bir yol ayrımına rastladım. Sağ taraf daha karanlık görünüyor ve hava akımının buradan geldiğini hissediyordum. Sol taraf ise daha aydınlık ve sıcak bir ortama gidiyor gibi göründüğü için sol yolu tercih ettim.

 

Rüzgârın kesilmesi ve meşalelerin artmasıyla birlikte ısınmaya başlamıştım. Bir süre sonra birkaç odayla karşılaştım. Daha aydınlık olan bu odalarda meşalelerle birlikte mumlar da yanıyordu. Bazı odalarda yataklar, bazılarında ise ekipmanlar vardı. Her şey, eski insanların kullandığı eşyalara benziyordu. Bunca eşyanın arasında kimsenin olmaması garipti. Belki de topluca bir yere gitmişlerdi. Bu, şanslı olduğuma dair bir işaret olsa gerek. Ancak dışarıdaki havayı düşününce, yakında geri döneceklerini tahmin etmek zor değildi.

 

Tam ortasında devasa bir ateş yanıyordu. Bedenimi ateşe doğru yaklaştırdım ve üzerimdeki etkisini hissetmeye çalıştım. Titremem geçmişti, bu beni rahatlatıyordu. Etrafıma bakınca raflarda içi bilgi dolu kitaplar gördüm. Odanın diğer girişinin önüne bırakılmış, rüyamdaki kızın giydiği cekete benzeyen bir kıyafeti üzerime aldım. Raflardaki kitaplardan birkaçını alıp ateşin yanına bağdaş kurarak oturdum. Kitapları okuyup bilgi edinebilirdim, ama büyük bir sorun vardı: Hangi dilde yazıldıklarını anlamıyordum. Bilgi edinememekten ne kadar nefret ettiğimi fark ettim. Sinirle kitapları ateşe fırlattım ve bir süre yanışlarını izledim. O kadar yorulmuş olmalıyım ki uykumun geldiğini bile fark etmeden uykuya dalmışım.

Loading...
0%