Yeni Üyelik
5.
Bölüm

1.Kısım: Ebediyetten Fâniliğe 4.Bölüm

@allev

Tarih: 20 Ağustos 637, saat: 13:19. Konum: Nehrin sürüklediği yabancı bir bölge. Soğukluğu hissediyordum, fakat bedenim hareket etmiyordu. Gözlerim karanlıktı. Sadece boğuk, ritmik bir ses işitiyordum. Bedenimin her yanı sıvıyla kaplı gibiydi. Gözlerim kapalı olsa bile derinlik algım hâlâ işliyordu. Bana ne oluyordu? Yine o rüyalardan birinin içinde miydim? Rüya mıydı, bilmiyorum ama durmadan yavaşça dibe çekildiğim bir sıvının içindeydim. Sıvı o kadar yoğundu ki, hareket edemememin sebebinin bu olduğunu düşünmeye başlamıştım. Peki, neden gözlerimi açamıyordum? O an nefes alamadığımı fark ettim. Nefes alamadığımı fark ettiğim an boğulmaya başlamıştım. Bir an öleceğimi ve bir daha gün yüzü göremeyeceğimi düşündüm. Bedenimi hâlâ hareket ettiremiyordum. Çabalarım sayesinde, zor da olsa, gözlerimi açıp bana yaklaşan bir silüeti görene kadar... Boğuk ve yankılı bir sesin kulaklarıma ulaştığını hatırlıyorum. Beni boğulmaktan kurtaran ve kendime getiren o sesti:

"Sen… Henüz dibe çökemezsin."

Gözlerimi aniden açtığımda, kendimi nehrin bir kısmında biriken kumların içinde buldum. Ağzım ve yüzüm su dolmuştu, titriyordum. Öksürmeye başladım ve bu oldukça kötü bir histi. İç organlarımı dışarı atıyormuş gibi hissediyordum. Neyse ki kısa bir süre sonra bu durum geçti ve ıslak saçlarımla etrafa bakarken nerede olduğumu anlamaya çalıştım. Nehre düştüğümü ve akıntıya kapılıp bilincimi kaybettiğimi hatırlıyordum. Bacaklarımı hareket ettirmekte zorlanıyordum. Sağ bacağımı oynattıkça dayanılmaz bir acı hissediyordum. Gerçekten zor bir süreç geçirmiş olmalıydım fakat kollarım sağlam gibiydi. Kendimi kumluk alandan çekerek, güneşin vurduğu otlara doğru ilerlemeye çalıştım. Bacağım her atılmamda daha fazla acısa da güneşe ulaşmam gerekiyordu. Islak ve gölgede kaldığım sürece bedenim titremeye devam edecekti. Isınmam gerekiyordu.

Uzun bir mücadelenin ardından, güneş göğsüme vuracak şekilde otların üzerine uzandım ve düşünmeye devam ettim. Sanki bugüne kadar yaşadığım her şeyi unutmuş gibiydim. Yıllardır bu ormanda geziniyormuşum ve zihnimde en ufak bir bilgi yokmuş gibi hissediyordum. Başıma darbe almış olabileceğim düşüncesi ağır basınca, zihnimi toparlamaya çalıştım. Güneşin bedenimdeki o güzel ısıtıcı etkisine odaklandım. Yaşadıklarım, kendimle verdiğim bir psikolojik savaştı. Bu savaşı kaybedersem sonsuz karanlığa geri döneceğimi sezebiliyordum. Güneşin altında ne kadar süre yattığımı bilmiyordum, ancak yakından gelen birkaç sesle tüm dikkatimi o yöne çevirdim.

İki küçük insan çocuğunun sesleri, başta zor anlaşılır olsa da kısa süre içinde netleşmişti. Nehrin karşısında, ormanlık alandaki küçük bir patikadan yürüyerek; birbirleriyle konuşarak bulunduğum konuma yaklaşıyorlardı:

“Ne demek çamaşırlarını yıkamayacaksın?”

“Yıkamayacağım işte.”

“Bu reddedebileceğin bir şey değil. Senin çamaşırlarını ben yıkamam, haberin olsun.”

“Yıkama.”

“Yıkayacaksın dedim.”

“Ben de yıkamayacağım dedim.”

Birbirleriyle inatlaşarak nehrin yanına kadar gelen bu iki küçük çocuk, içimde tuhaf bir merak uyandırmıştı. Bedenimi kaldırmaya çalışsam da pek başarılı olamamıştım. Sağ bacağım izin vermiyordu. Görebildiğim ve duyabildiğim kadar gözlemlemeye devam etmeye karar verdim. Her ikisi de küçük olsa da biri diğerinden daha ufak görünüyordu. Bunlar insan çocuklarıydı; biri erkek, diğeri kızdı. Daha küçük olan erkek, bir nedenden ötürü haylazlık yapıyor ve ablasının emrettiği gibi çamaşırları yıkamayı reddediyordu. Sırtlarında neredeyse kendileri kadar büyük hasır sepetler taşıyorlardı. Çamaşır dedikleri şeyler bu sepetlerin içinde olmalıydı.

Beni fark etmemişlerdi; zaten bu, biraz zordu. Bulunduğum yerdeki otlar oldukça uzundu ve bedenimi iyi bir şekilde saklıyordu. Onların konuşmalarını ve yaptıkları eylemleri takip etmeye devam ettim:

“Yaparım ama bir şartla.”

“Neymiş o şart?”

“Bana akşam kek yap.”

“Hmm… Düşünmem lazım.”

“Gıcıklık yapma işte. Kek yap.”

“Malle’ye malzemelerini kullanabilir miyim diye sormam lazım.”

“Malle izin verir.”

“Bence de. Hadi bakalım, işe koyul.”

“Tamam.”

Sorunlarını çözdükten sonra, ikisi de sepetlerindeki çamaşırları çıkarmaya başladılar. Çamaşırları, kendi ürettikleri özel bir maddeyle yıkadıktan sonra elleriyle hızla birbirine sürtmeye başladılar. Bu işlem köpürmeye neden oluyor ve büyük ihtimalle tüm kirleri temizliyordu. İlgimi çekmişti. İlk defa böylesine bir şeye tanık oluyordum. O sırada tanıdık bir ses işittiğimi fark ettim. Bir ara kurtarmış olduğum o kuşun sesine benziyordu. Tam arkamdan geliyordu. Başımı çevirip baktığımda, yeşil ve kırmızının harmanlanmış tonlarındaki tüyleriyle ve boncuk gibi masmavi gözleriyle bana baktığını gördüm. Gözlerinin bu kadar güzel olduğunu ilk karşılaştığımızda fark etmemiştim. İnlemesi gitmişti. Bacakları sarılıydı. Sanırım tedavi edilmişti. Peki kim etmişti?

Çok geçmeden, yüksek sesler çıkarmaya başlayan kuş, sanki yerimi belli etmeye çalışıyordu. Amacını anlamamıştım. Bu çocuklar, kuş... Yoksa etrafta başka birileri mi vardı? O peşimdeki insanlar gibiler miydi? Riske atamazdım. Kuşu yakalamaya çalıştım ama o, ses çıkararak çocukların arkasındaki patikaya doğru uçtu. Onu durdurmayı başaramayınca yapabileceğim pek bir şey kalmamıştı. Acı içinde sürünerek, çocukların bulunduğu yerden uzaklaşmaya başladım. Bu sırada, arkamdan gelen seslerini duyabiliyordum:

“O da ne? Abla, gördün mü?”

“Hayır ama Milo uçarak sanırım Malle’nin yanına gidiyor.”

“Bir şey mi gördü?”

“Bilmiyorum. Biz de Malle’nin yanına dönsek iyi olur.”

“Peki ya çamaşırlar?”

“Bırak şimdi.”

Çocuklar patikadan geri döndü, ben de gücüm yettiğince nehirden uzaklaştım. En azından öyle sanıyordum. Arşiv’deki komutları şu an bir sebepten ötürü kullanamıyordum. Bunun bedenimdeki yaralardan kaynaklandığını düşünüyordum. Şu an bir komut çok işime yarardı, çünkü karşıma birileri çıkarsa onlarla mücadele edebilecek güce sahip değildim. Ne yapacağımı bilmiyordum. Etraftan insan sesleri gelmeye başlayınca hareketsiz kaldım. Nehirden ne kadar uzaklaştığım veya şu anki konumum hakkında hiçbir fikrim yoktu. Sessizce beni bulmamalarını ummaktan başka çarem kalmamıştı. İçinde bulunduğum durum o kadar rahatsız ediciydi ki dudaklarımı ısırmaktan kanatmaya başlamıştım. Yüzüstü uzanmış halde, uzun otların arasında saklanmaya devam ettim.

Çevrede gezinen insanların zaman zaman seslerini işittim. Hakkımda konuştukları belliydi. Beni henüz bulamamışlardı, fakat az kaldığını hissediyordum. Beni bulduklarında ne yapacağımı bilmiyordum. Gücüm olmadan, komutlar olmadan ben… Bilmiyordum. Ellerimle gözlerimi kapattım ve kısa bir süre için o karanlık boyuta gitmek istedim. Kendimi çok çaresiz hissediyordum. Şu ana kadarki bütün çabalarım boşa gitmişti. Sona ulaşmıştım. Bu insanlar, diğerlerine yaptıklarımdan sonra beni yaşatmazdı. Ölümü kabullenmek istemiyordum, ama elimden başka bir şey gelmiyordu.

Sesler iyice yakınlaştığında, iki adam arasındaki bir konuşmaya kulak kabarttım:

“Çocukları korkutup kaçıran şey ne olabilir?”

“Bilmiyorum ama Milo aceleyle Malle’nin yanına gittiyse önemli bir şey.”

“Hikayelerdeki o mistik canavarlardan olmasın?”

“Saçmalama be. Öyle şeyler yok.”

“Ya varsa?”

“Sen de iyice hayalperestsin.”

“Kesin bir kara ayı ve onu görür görmez öldüreceğim.”

“Elindeki meyve bıçağıyla mı?”

“Hiç yoktan iyidir.”

O sırada arkamdan genç bir kadın sesi duymamla birlikte, bir anda bütün hislerim bir bıçakla kesilmiş gibi hissettim:

“Durumun hiç iyi görünmüyor.”

Bana fark ettirmeden yaklaşabilmesi ve beni bulmuş olması, hiç düşünmeden yerimden fırlayıp kaçmam için yeterliydi. Tabii ayağa kalkamadığım için, acıya rağmen hızla sürünerek uzun otların arasında kaybolmaya çalışmıştım. O ise arkamdan seslenmeye devam etti:

“Bekle! Sana zarar vermeyeceğim. Bronson! Size doğru geliyor!”

Az önce konuşmalarını işittiğim kişilere doğru seslenmiş ve onları da bana yönlendirmişti. Bittiğimi anlamıştım; fakat elde ettiğim fâni hayatım için son bir kez çabalamaktan geri durmadım. Bedenimdeki yaraların sebep olduğu dayanılmaz acılara rağmen, zorla da olsa kendimi ayağa kaldırmaya ve üzerime doğru gelen insanlarla mücadele etmeye karar verdim. O an, bedenimi doğrultmaya çalışmak, tonlarca ağırlıktaki bir kayayı bacaklarımla kaldırmaya çalışmak gibiydi. Her zamanki gibi kolaylıkla kullandığım bedenim, artık bir yükten başka bir şey değilmiş gibi hissettiriyordu. Bu durum, ne kadar kırılgan bir bedene sahip olduğumu öğretti bana. Bir insan olduğum gerçeğini kabullenmeye hiç bu kadar yakın hissetmemiştim.

Bedenimi kaldırdığımda, etrafımdaki otların boyunu geçmiş ve çevredeki insanları görebilmiştim. Otluk alanın bitimindeki ağaçların arasındaki küçük bir açıklıkta, ellerinde balta taşıyan iki insan vardı. Beni bekledikleri apaçık ortadaydı. Onlara aradıkları şeyi verecektim. Sağ bacağımın üzerine basmak neredeyse imkânsız olsa da bütün sinirlerimi gerip çektiğim acıyı görmezden gelerek, sertçe adım atmaya başladım. Her ne kadar acıyı bastırmaya çalışsam da yüzümdeki ifadeden hepsinin bunu fark ettiğini biliyordum. Gözlerimi bir noktaya sabitlemekte zorlanıyordum, bedenim o kadar ısınmıştı ki saçlarımdan su damlıyordu. Sıcak hissederken aynı anda üşüdüğümü fark etmiştim. Durumumun hiç iyi olmadığını biliyordum, ama kolay kolay pes etmeyecektim.

İçlerinden biri bana seslenmeye çalışıyor gibiydi. Ne dediğini tam olarak anlayamamıştım, ama bu önemli değildi; savaşacaktım. Adımlarımı hızlandırdıkça acı daha da şiddetlendi. Ağaçlara ulaştığımda gözlerim kararmaya başladı. İnsanlar tetikte bekliyor gibiydi, ancak neden saldırmıyorlardı? Belki de beni zayıf sanmışlardı. Peki, hayatları sonlandığında da böyle mi düşüneceklerdi? Onlara ne kadar tehlikeli olabileceğimi gösterecektim. İlerlemeye devam ettim. Ah, artık başım zonkluyordu ve gözlerim gittikçe bulanıklaşıyordu. Yaklaşmış mıydım? Bir yumruk savurdum, ama bir şeye değdiğini hissetmedim. Sonra bir tane daha. Hâlâ hiçbir şey yoktu. Nereye gitmişlerdi? Yoksa yok mu olmuşlardı? Artık onları göremiyor, seslerini duyamıyor ya da sadece hissedemiyordum. Sanırım onları alt etmiştim. Artık bedenimi taşımama gerek yoktu. Acıyı hissetmeme gerek yoktu. Sakinleşebilirdim. Evet, dinlenebilirdim.

Başımı bir şeye çarptığımı hissettim. Gözlerim biraz netleşince, ağaçların yaprakları arasından gözüken gökyüzü ve güneşin muhteşem manzarasıyla karşılaştım. Ne kadar da güzeldi. Her gözlerimi açtığımda bu manzarayı görmek için her şeyimi feda edebilirdim. Bilincim tamamen kapanmadan önce, birkaç konuşma işittiğimi hatırlıyorum. O an başarısız olduğumu fark etsem de buna aldırmamıştım. Konuşmalar, adeta bir ninni gibi zihnimde yankılanıyordu:

“Hey! İyi misin? Bronson, Aldous. Ne bakıyorsunuz? Yardım etsenize!”

“Malle, bize saldırmaya çalıştığını biliyorsun. Niye yardım edelim?”

“Bronson doğru söylüyor. Az önce öylesine hiddetli ve korkutucu bir şekilde üzerimize yürüdü ki ona yaklaşmak bile istemiyorum.”

“Saçmalamayı kesin. Milo bile sizden daha insaflı. Durumunun kötü olduğunu görüyorsunuz.”

“Ya onlardan biriyse, Malle?”

Loading...
0%