Yeni Üyelik
33.
Bölüm

Karanlıklar İçinde Şenlik

@alpellal

Merhabaaaa🤎 Görüşmeyeli nasılsınız? Ben iyiyim. Son bölümleri yazdıkça daha çok heyecanlanıyorum. Kaç yıllık emeğimin bugünlerini görmek öyle güzel ki! Kitaptaki arkadaş ortamı sayesinde neşem yerine geliyor. Umarım karakterlerim size de o samimiyeti hissettiriyordur. Bu arada Yeniyim Ben sezon finali yapınca bir aksilik olmazsa sizinle Ölümün Sohbeti ya da Ergen Yalancılar 3'te buluşacağız. Önden spoiler vereyim size:) Bu bölüm bir şehir değişikliği olacak. Bakalım hangi şehir? 😄

***

Aras'ın anlatımından...

Sınavlarımız başlamadan arkadaş grubu olarak sevgililerimizle beraber günübirlik bir şehir değişikliği yapmak istiyorduk. Gelecek kötü günlere kadar en azından yüzümüz gülsün demiştik. Kötü şeyler olacağını bilerek üst sınıfların mezuniyeti beklemek çok garipti, normal insanlar kötü bir şey olacağını öğrendiğinde engellemeye çalışırdı. Bizse bir şey yapamıyorduk. Her şeyi daha berbat etmekten korkuyorduk. En iyisi durduğumuz yerde durup olayın içine daha fazla girmemekti. Yani en azından bir süre bu olay yaşanmamış gibi yapmalıydık. Bugün Eskişehir'de kafa tatili gibi bir şey yapacaktık. Aylardır bir aradaydık ama ilk kez beraber farklı bir şehri gezecektik. Bu gezinin Levent'e moral olacağına inanıyordum. Lösemi olan Dalya'ya da iyi gelceğine adım kadar emindim.

 

"Geldik mi?" dedi Levent uykulu sesiyle arka koltuktan. İldeniz'in arabasıyla gidiyorduk. Levent arka koltukta uyuyordu, ben de ön koltukta uyumaya çalışıyordum. Kızlar ise Güllaç'ın arabasıyla peşimizden geliyorlardı. Hepimiz bir araya sığamazdık. İldeniz aynadan ona ters ters baktı.

 

"Bilecik'i yeni geçtik Levent! Rüyaların kısa mı sürüyor?"

 

"Hiç dikkat etmedim."

 

Esneyerek başımı arkaya yasladım. Zaten uyuyamıyordum, onların konuşması yüzünden tüm uyuma isteğim kaçmıştı. Yolda tur otobüsleri de olduğu için yol kalabalıktı.

 

"Of Levent! Senin yüzünden uykum kaçtı." dedim.

 

"Onun baştan kaçası varmış, benim bir suç yok!"

 

Arkama dönmeden kafasını bulup bir şaplak attım ve "Salaksın, uykuluyken daha salak oluyorsun." dedim. İldeniz bunu duyunca tüm ciddiyetini kaybedip kahkaha attı. Levent kendi kendine "Bu sabah sabah nasıl bu kadar enerjik ve uykusuz?" diye söylendi.

 

"Zombiyim ben!" dedi İldeniz alaycı bir sesle.

 

Bu sefer biz kahkaha attık. Bunu Asalbike'ye söylese kesinlikle inanırdı. İstediği zaman korkunç yapabildiği gözleri sayesinde onu da korkutuyordu.

 

Levent gözlerini ovuşturduktan sonra "Sen söylemesen bile biz tahmin ediyorduk. O bakışlar boşuna öyle korkunç değil!" dedi. İldeniz yüzüne şeytani bir gülümseme yerleştirdi. Levent onu aynadan görebildiği için "İlk hangimizi öldüreceksin?" diye sordu. Sesinde tabii ki alay vardı. Asalbike gibi değil benim kankam.

 

"Aranızdan en boş konuşanı seçip onu öldüreceğim. Eve huzur gelsin."

 

Gözlerimi kısarak "Levent evden elendi o zaman. Pek dolu konuştuğu söylenemez." dedim. Ardından kafamda bir acı hissettim. Levent'in uykusu kesinlikle kaçmıştı! Eli çok ağırdı. Kahkaha atıp "Kafanın içi boş mu yoksa dolu mu diye test etmek istedim. Çok dolu değilmiş ya!" dedi. Tam o sırada gözüme tarihi evler ilişti. İlk gezeceğimiz yere yani Odunpazarı'na gelmiştik. İldeniz etrafta arabayı park etmek için otopark arıyordu. Görünürde müsait bir yer yoktu. Bir korna sesi duyunca yan tarafa baktık. Güllaç'ın arabası önümüze geçmişti.

 

Levent kafasını bize yaklaştırıp "Sanarsın otoparkın nerede olduğunu biliyor. Her şeyde önde olmak istiyor benim deli sevgilim!" dedi. Cümlesi bittiğinde arabanın ön koltuğunun yanındaki cam açıldı ve kızlardan biri eliyle "Bizi takip edin!" anlamında bir el işareti yaptı. O elin kime ait olduğunu merak etmiştim, daha önce o koltuğa kimin oturduğuna dikkat etmemiştik.

 

"O el kimin?" diye sordum.

 

"Camı açtığında birkaç saniye kıvırcık bir saç gözüktü. Ahuşen o, Dalya peruğunu kıvırcık yapamaz." dedi İldeniz.

 

Levent sırıtarak "Ya yapılmışını satın almışsa?" dedi. İkimiz de ona ters ters bakınca daha fazla konuşamadı. İldeniz önümüzdeki arabayı takip etmek için harekete geçti. Hepimiz merakla Güllaç'ın bizi nereye götürdüğünü izliyorduk. Anladığım kadarıyla gelmeden önce bazı araştırmalar yapmıştı. Levent bu duruma ikimizden daha çok şaşırmıştı. Sonunda Güllaç arabasını terk edilmiş bir otelin açık otoparkına park etti. Biz de onun yanındaki boş yere park ettik.

 

"Tee Eskişehir'deki terk edilmiş oteli bu kız nereden öğrendi? Çıldıracağım!" dedi Levent şaşkın şaşkın arabadan inerken. Güllaç'ın ücretsiz otopark aradığını tahmin etmiştim ama terk edilmiş bir oteli aradığını hiç tahmin edemezdim. Çok zeki bir kızdı ve bu durum bazen beni ürkütüyordu. Arabadan inip bizi bekleyen kızların yanına gittik. Eskişehir genel olarak soğuk olan bir il olduğu için hazırlıklı gelmişlerdi. Park yerini onlar buldukları için bizi küçümser gibi izliyorlardı. Ahuşen sırıtarak koluma girdi, ardından yüzünü bana çevirdi.

 

"Terk edilmiş bir otele getirmemizi beklemiyordun değil mi? Ben de yolda öğrendim, çok şaşırdım!"

 

Yan yan Güllaç'a baktıktan sonra "Hiç beklemiyordum! Zeki bir arkadaşın olduğu için çok şanslısın." dedim. Güllaç bana alaylı bir gülümsemesini gönderdi ardından sevgilisine dönüp tek kaşını kaldırdı. Levent de aynı şekilde ona bakıyordu. Sesini biraz yükselterek konuştu:

 

"Sen var ya sen çılgınsın! Eskişehir'deki terk edilmiş oteli sen nereden öğrendin? Nasıl her gün buraya geliyormuş gibi buldun?"

 

"Severek izlediğim bir youtuber burada video çekmişti. Benim de ilgimi çekti ve konumunu araştırdım, haliyle aklımda kalmış!"

 

Kızlar da bizimle beraber öğrenmiş gibi çok şaşırmışlardı. Benim de Youtube'de görüp araştırdığım mekanlar olmuştu ama hiç böyle bir yeri merak etmemiştim. Anlaşılan Güllaç bizi gezimiz boyunca şaşırtmaya devam edecekti. Dalya başındaki peruğunu biraz düzelterek "Klasik Güllaç işte. Siz onun zekasından korkun!" dedi. Sesinde bir ima sezmiştim. Ahuşen ona hiç itiraz etmeden ekleme yaptı:

 

"Siz bazen onun bir şeyden haberi olmadığını sanarsınız ama o aslında başından beri biliyor olur."

 

Levent kaşlarını çatıp "Şaşırdığım şey böyle mekanlara ilgi duymasıydı. Yalnız Ahu'nun dediğine emin olamadım." dedi. Sesinde sadece bizim fark edebileceğimiz bir korku vardı. Bence Güllaç olanları başından beri bilseydi Levent'e soğuk davranırdı.

 

Güllaç yürümeye başlarken "Emin olacağın günler belki yakındadır Levent. Şimdiye kadar emin olamamışsan senin sorunun!" dedi. "Ya! Ne duruyorsunuz? Gelin şu tarihi evlerin olduğu yere gidelim."

 

Ona fark ettirmeden hepimiz birbirimize baktık. Benim gibi onlar da Güllaç'ın gerçeği bildiği halde susmasından korkuyorlardı. Gizemli konuşmalarıyla bizi istemeden korkutmaya devam edeceği belliydi. Levent yürürken duygusuz gözlerle sevgilisine bakıyordu ama benim onun gözündeki acıyı görebiliyordum. Burada sadece üçümüz olsaydık içini rahat rahat dökebilirdik. Birkaç dakika yürüdükten sonra Odunpazarı'ndaki tarihi evlerin olduğu yere geldik. Çok sayıda ziyaretçi olduğu için yavaş hareket ediyorduk. Etrafta çok sayıda kafe, restaurant ve hediyelik eşya satan yerler vardı. Dalya bir dükkanın önünden geçerken "Bence bir yerden Eskişehir kupa bardağı alalım. Hepimiz kullanırken bugünü hatırlarız." dedi. Gerçekten vitrinlerde çok güzel kupa bardakları vardı. Daha çok vaktimiz olduğu için diğer dükkanlara da bakmaya karar verdik.

 

"Ne kadar çok müze yönü tarif eden tabela var." dedi İldeniz. "Burası böyleyse tüm şehirdeki müze sayısını düşünemiyorum."

 

Dalya telefonunu çıkarıp sokağın fotoğrafını çekerken "Hepsini gezeceğiz diye şart yok! Önemli bulduklarımızı gezeriz." dedi. İldeniz bu sırada onunla da fotoğrafının olması için Dalya'ya yaklaşmıştı. Telefonun ekranını göremiyordum ama İldeniz'in el hareketlerinden anladığım kadarıyla ön kamerayı açmıştı. Gözünü kameradan ayırmadan "Mavi göz ve yeşil göz uyumunu en iyi yansıtacak fotoğraf olacak." dedi. Bunu duyan ela gözlü Güllaç, kahverengi gözlü sevgilisi Levent'e sahte bir hüzünle baktı.

 

"Neden öyle baktın? Kahverengi gözlüyüm ama tipim fena değil."

 

"Olsun, can sağlığın daha önemli. Tip falan fazla önemli değil!"

 

Ahuşen'le bizim aramızda böyle bir muhabbet geçemezdi çünkü ikimiz de kahverengi gözlüydük. Bunun için birbirimize sırıtmakla yetindik. Önünde fazla insanın olmadığı bir tarihi ev bulduğumuzda hepimiz sırayla fotoğraf çektiriyorduk. En fazla fotoğraf çektiren erkek Levent'ti, kızlardan ise Güllaç'tı. Levent şu hayattaki son fotoğraflarını çektiriyormuşcasına çok mutluydu, neden böyle olduğunu biliyordum ama aklıma getirmek istemiyordum. Bugün kötü şeyler düşünmemeliydim. Olaylar sezon finaline yaklaşan bir dizi gibi ilerken herkes mutlu olmalıydı.

 

Ahuşen'in vitrininde gördüğü kupa bardaklara hayran kaldığı bir dükkana girmek zorunda kalmıştık. Başta onun bu kadar beğenmesine şaşırmıştık ama sonra biz de zevkimize uygun bardaklar bulmuştuk. Benimkimde Masal Şatosu, eski bir araba ve Porsuk Çayı deseni vardı. Dalya birden gülerek Levent'e baktı.

 

"Ahuu! Bu Levent bizim mutfakta kaç baharatlık kırmıştı?

 

"İyi hatırlattın lan!"

 

Levent alaycı bir sesle "Dalya hiçbir kadın senin kadar baharatlıklarını önemsememiştir." dedi. "Ne yapacaksın? İntikam için bana kırdığım baharatlık sayısı kadar bardak mı aldıracaksın?"

 

Üç kız aynı anda ona dönüp yüzlerine şeytani bir gülümseme yerleştirdiler. Levent sevgilisinin de aklından aynı şeyin geçtiğini bozguna uğradığını kabul eder gibi derin bir nefes aldı. Ben de çaktırmadan gülmeye çalışıyordum. Kaşlarımı kaldırarak "Her sinirlendiğinde etrafı dağıtmaman gerektiğini daha nasıl anlatabiliriz?" diye sordum. Güllaç gülerek sevgilisinin omzuna vurdu.

 

"Şaka yaptık be! Gitmeyin benim salak sevgilimin üstüne!"

 

"Korursun tabii! Ortalığı dağıtma sebebi sendin." dedim.

 

Güllaç ağzına fermuar çekme hareketi yaptı ve dükkandan çıktı. Söylediğime kimse itiraz edemezdi çünkü Levent ne zaman yakıp yıksa onun için yapıyordu. Biz de onun peşinden çıktık. Hemen karşısında duran kırmızı boyalı eski evi baştan aşağı süzdü. Sadece o bakışından bile orada fotoğraf çekilmek istediğini anlamıştım. Gözlerimi Levent'e çevirdim. O da anlamış gibi duruyordu.

 

"Levent şimdi beni çekme zamanın geldi." dedi Güllaç.

 

"Ben seni zaten hep çekiyorum sevgilim."

 

"Salak! Fotoğrafımı çekmeni istiyorum."

 

Güllaç bizim kahkahalarımıza aldırmadan elindeki telefonu Levent'e verip o evin önüne geçti. Fotoğrafta sinirli gözükmemek için yüzünü hiç asmamıştı. Levent anlaşılan patavatsızlığının cezasını sonra çekecekti. Güllaç değişik değişik pozlar verdikten sonra bir de kızlarla poz verdi. Sevgilileri olduğumuz için kızların çekiminin bitmesini sabırla bekliyorduk.

 

"Şimdi sen beni çek. Bizi beklettin o kadar, yeter!" dedi Levent.

 

Güllaç bal rengi gözleriyle onu alayla süzdükten sonra Levent'le telefon değiş tokuşu yapıp iki adım geriye gitti. Gün sonunda kendi çektiklerini överek Levent'i bunaltabilecek potansiyel onda vardı. Levent önce ciddi sonra mutlu pozlar verdikten sonra bizi de yanına çağırdı. Bu sefer kızlar bizi de yanına çağırdı. Bu sefer kızlar bizi sabırla bekliyordu. Yaşattıklarını yaşıyorlardı.

 

Ahuşen gözlerini devirerek "Gezecek bir sürü yer var. Tüm fotoğraflarınızı bir yerde çektirmeyin!" diye uyarıda bulundu. Dalya da "İlk kez gezen masum köylüler!" diye ekleme yaptı. Kızlar onun söylediğine güldü ama bizde mimik oynamadı. Tepkilerimiz işe yaradığı için daha fazla vakit kaybetmeden yürümeye devam ettik. Tabii ki yolda bazen durup fotoğraflar çektiriyorduk. Zaten adımımızı nereye atsak karşımıza hediyelik eşya satan dükkanlar çıkıyordu. En son OMM yazan bir yön tabelası gördük, Güllaç merakla "OMM ne ya? Ne gizemli bir ad!" dedi. Gülerek ona döndüm.

 

"Sanata ilgiliysen seni içine çekebilecek bir müze."

 

"Ben sanata çok ilgili bir insanım!"

 

Ahuşen alaylı bir kahkaha atıp "Tabii tabii! Evin ressamı ben değilim o halde." dedi. Gerçekten çok güzel tablolar yapıyordu. Daha önce beni çizdiği tablolar haricinden beni resmettiği tablolar haricinde beni resmettiği birkaç tablo daha olmuştu. Benim zorumla üniversitenin resim kulübüne üye olmuştu. Levent önümüze geçtikten sonra "Ben de şu OMM'yi merak ettim. Gidelim bari!" dedi. Sanat bilgisinin pekiyi olduğunu söyleyemezdim. Güllaç ve Levent'in sanatla arası aynı düzeydeydi. Biletlerimizi alıp ahşap yapıdan içeri girdik. Hem bahçesi hem de dışı sanat üzerine bir müze olduğunu belli ediyordu.

 

İçeriye girdiğimizde hırka takanlardan üstündekileri giriş kattaki dolaplara koyması istendi. Sırt çantası takanlardan da çantalarını ellerinde tutmaları isteniyordu. Binanın içerisinde de dış cephesinde olduğu gibi ahşap kullanmıştı. Bazı duvarlarda anlam veremediğim yansımalar görüyordum.

 

"Ne kadar anlamlı eserler!" dedi Güllaç.

 

Alayla karışık bir sesle "Öyle mi? Bana da ne gördüğünü anlatır mısın?" diye sordum.

 

"Bir eser herkes için farklı anlamlara gelebilir. Onu için benim yapmam doğru olmaz."

 

"Tüh ya! Kültürlenemedim."

 

Bana sırıtıp "Bir müzeyi gezip tablo yorumu yaparak kültürlü olunmaz zaten." dedi. Ona karşılık vermedim ama Dalya'nın bile sanata ondan daha ilgili olduğunu ispatlayabilirim. Dalya ile karşılaştırdım çünkü o eserlere uzun uzun bakıyordu. Bugün onun da havasının değiştiğini gözlemlemiştim, hastalığıyla mücadelesinde onun mutluluğu da önemliydi. Bu geziyi planlamamızın en önemli nedenlerinden biri Dalya'ydı.

 

İldeniz ara sıra çaktırmadan onu sırıtarak izliyordu. Dalya'nın iyileşme sürecinde olması hepimizi teselli eden bir durumdu. İldeniz de umutlarını buna bağlamıştı. Zaten Dalya'nın evde gördüğü ilgiyi ve alakayı hepiniz tahmin edebiliyorsunuzdur.

 

"Dalya beğendin mi burayı?" diye merakla sordu İldeniz. Tabloların arasında geziyordu.

 

"Beğendim ama tablolar üzerine yorum yapamam. Yaparsam rezil olurum."

 

İldeniz "Sanata birilerinin sevgilisinden daha ilgili olduğun kesin!" dedikten sonra sinsice Levent'e gülümsedi. Kedi ve köpek gibilerdi. Bakın ben onlar gibi miyim? Hayır! Levent de bu cümle karşısında ters ters ona baktı. Güllaç da ona omzunun üstünden hiç hoş olmayan şekilde bakıyordu.

 

"O birilerinin sevgilisinin senden daha fazla bilgiye sahip olduğu kesin. Şimdi sus yoksa sıradaki tablo sen olursun kankam!"

 

Güllaç "Aaa Levent! Ne ayıp?" dedi ama sevindiği belliydi.

 

Müzenin diğer katlarını da gezdik. Oralarda tablo haricinde heykel özelliği olan eserler de vardı. Daha önce gezdiğim müzelerden çok farklıydı. Tasarımı çok güzeldi. Öğrendiğim kadarıyla içindeki sergi belli dönemlerde değişiyormuş. Yani bir gördüğümü bir daha geldiğimde göremeyebilirdim. Onun için ilgimi çeken eserlerin fotoğraflarını çektim. Sıradaki gezeceğimiz yer Sazova Parkı'ydı. Oraya gitmek için arabaların yanına gitmemiz gerekiyordu.

 

Arabaları park ettiğimiz yere giderken Ahuşen beni dürtüp "Bu Yılanbike'nin memleketi Eskişehir. Aniden bir yerde karşımıza çıkmaz değil mi?" diye sordu. O söyleyene kadar Asalbike'nin memleketinin Eskişehir olduğu aklıma gelmemişti. Bunun Ahuşen'in aklına gelmesine şaşırmıştım. Bu mutlu günümüzde o kötü insanın adını anmak istemiyordum. Ne güzel onun olmadığı bir ortamdaydık.

 

"Çıkmaz bence ya. Kötüyü çağırma bugün!"

 

Levent bize dönerek "Onun bugün program çekimi vardır. İstese bile gelemez." dedi.

 

Güllaç, İldeniz'i başıyla işaret edip "Bu mavi gözlü beyefendi sayesinde bizi görse bile çok yaklaşamaz." dedi. "Arada işe yarıyor."

 

"Aşk olsun! Ben sana kaç kez yardım ettim."

 

"Doğru, hakkını yemeyeyim!"

 

Terk edilmiş bir otelin önünü otopark niyetine kullandığımız binayı uzaktan görünce hatırlamıştım. Oysa bina uzaktan bakıldığında halen kullanımda gibi gözüküyordu. Tek bir bakış açısıyla görseydim kesinlikle çok müşterisi olan bir otel sanardım. Eskişehir gezimin en unutulmaz detaylarından biri Güllaç'ın bizi oraya götürmesi olacaktı. Kim bilir o bal rengi gözlerinin içinde daha nasıl değişik planlar parlıyordu.

 

"Kızlar yine önden gitsin." dedi İldeniz arabaların yanına geldiğimizde.

 

Tekrar arabalara yerleştik. Daha önce arabada uyuyan Levent bu sefer sakin sakin oturuyordu. Üstündeki karanlık hava şimdiden dağılmıştı. Gözleri yansıtmıyordu ama içinde biraz o karanlık duruyordu, hep bir şeyleri saklamaktan yorulmuştu belki. Sanki az ömrü kalan sevgilisiyle vakit geçiriyormuş gibiydi. İldeniz dikiz aynısından ona bir bakış attıktan sonra radyonun düğmesine bastı. Yabancı dilde enerjik bir şarkı arabanın içini doldurdu. Levent ikimizin koltuğunun arasından başını uzattı.

 

"Arkada tek kalmak sıkıcı. İkizlerden birini de çağırsaydık keşke!"

 

Gözlerimi devirerek "Salak kankam benim. Aybars ya da Baybars'dan sadece birini çağırsaydık diğeri küserdi. Söylediğinde mantık arasan ben bunu hiç söylemek zorunda kalmazdım." dedim.

 

"Ulan konuştuğuma pişman ettin!"

 

Bu cümlesi beni güldürdü ama daha fazla uzatmadım. Sazova Parkı bulunduğumuz konuma yakın olduğu için kısa sürede varmıştık. Arabayı park edecek yer bulmak için yine kızların arabasını takip ettik. Bu sefer terk edilmiş bir otelin önü yerine bir stadyumun arkasına park ettik. Kendi kendime "Levent'in çenesini çekmemek için normal bir yer buldu herhalde." diye mırıldandım. İldeniz bu söylediğime kısık sesle güldü. Levent en azından bizi duymamıştı, eğer duysaydı bir de ona bahane uydurmak zorunda kalacaktım.

Ahuşen'in anlatımından...

Bazı şehirler yaşadığımız şehire konum olarak yakındır ama ruhen o şehirden bambaşkadır. Nasıl desem... Başka bir ülkeye ait gibidir. Eskişehir tam olarak böyleydi işte. Sakin, güzel ve huzurlu. Bulunduğum alan ziyaretçi akınına uğradığı için pek sakin sayılmazdı ama genel olarak şehir sakindi. Sanırım tüm üniversite öğrencileri bizim gibi final haftasından önce gelmek istemişti çünkü çevremizde yaşıtlarımız çoğunluğu oluşturuyordu.

 

"Bir şato var uzakta. O şato bizim şatomuz!" dedi Güllaç neşeyle.

 

"O söz öyle değil ama neyse!" diyerek omzuna bir şaplak attım.

 

Uzaktan Masal Şatosu'nun kule kısmı gözüküyordu. Kendimi Disneyland'a gelmiş gibi hissediyordum. Sanki bir köşeden Mickey Mouse kıyafeti giymiş biri çıkacaktı. Yemyeşil alanların arasından çıkan yapay göletlerin yanından geçiyordum. Bu alanlara ahşaptan iskeleler kurulmuştu. Karşı tarafta restourantlar ve kafeler vardı. İldeniz masmavi gözlerini ürkütücü bir hale getirip bize çevirdi. Bu bakışını sadece Asalbike'ye atıyordu.

 

Korkuyla "Asalbike yılanı mı geldi?" diye bağırdım.

 

İldeniz elini alnına vurup "Of Ahu!"diye söylendi. "Levent boş konuşunca şu göletlerden birine atalım diyecektim."

 

Levent harici herkes onun söylediğine kahkahalarla güldü. Aslında o da gülmemek için dudağını dişliyordu. Kendini ezdirmemek için böyle durduğunu hepimiz biliyorduk. İldeniz'e tek kaşını kaldırarak bakıyordu. Ardından gözlerini usulca kahkaha atan sevgilisine çevirdi. Gözlerindeki büyüme beni bile ürküttü.

 

"Madem boş konuşuyorum, neden benimle sevgilisin?"

 

İşte bu lafın etkisi şok ediciydi.

 

Güllaç birden ciddileşti. Bu tepkiyi beklemediğini gözünden anladım. Bence Levent'in Tolga'ya yaptığından sonra bunu demesi çok saçmaydı. Güllaç bunu bilmediği için bu konu hakkında tepki gösteremiyordum. Güllaç utanarak "Ben boş konuştuğunu düşündüğüm için gülmedim. Aynı şeyi Aras için dese yine gülerdim." dedi. Levent onun sesindeki bir şeyden rahatsız olduğunu belli edercesine gözlerini kıstı. Sonra yüzüne bir gülümseme yerleştirdi, kıyamamıştı sevgilisine.

 

"Biliyorum ela gözlüm. Seni bir deneyeyim dedim sadece!"

 

Güllaç derin bir nefes alıp onun omzunu yumrukladı, Levent hem kendini savunmaya çalıştı hem de kıkırdadı. Dalya onların önünden yürürken "Arkadaşıma yaptığı şeyden ötürü Levent'i gölete atmanı istiyorum İldeniz. O benim kankama bunu yapamaz!" dedi. Yeşil gözlerinden eğlenmek için söylediğini anlamasam onu ciddiye alırdım. İldeniz kahkaha attı.

 

"Levent de benim kankam. Ben de bunu yapmam!"

 

Aras sessizliğini bozup "Ben gölete atlarım, yeter ki saçmalamayın!" dedi. Genel olarak Levent ve İldeniz'in uzun sürecek muhabbetini kesen o olurdu. Elbette cümlesini gülerek söylemişti. Ben de gülümseyip onu şatoya doğru çektim. Soru sorduğunu belli edercesine başını salladı.

 

"Gerçekten şato görünce önünde fotoğrafımı çektirmeyeceğimi mi sanıyordun?"

 

Sırıtarak "Hayır Ahu." dedi. "Ben önce Güllaç, Levent'e kendini çektirir sanıyordum."

 

Güllaç ben daha Aras'a cevap veremeden şatoya doğru koştu. Nefes nefese kalmıştı ama bu onun hiç umrunda değildi, bana öpücük yolladı. İfadesiz bir yüzle ona bakmaya devam ettim. Aras kıkırdayıp "Ama ben sana demiştim! Çocuk gibi arkadaşın varsa katlanacaksın." dedi. Kısık sesli bir kahkahadan sonra koluna hafif bir yumruk attım. İldeniz yan yan Levent'e baktı.

 

"Güllaç, Levent'e baka baka kararır."

 

Levent alayla onu taklit ettikten sonra "İntikamımı öyle bir alacam ki senden!" dedi.

 

Önden yürürken "Şu sözleri doğru düzgün kullanın ya!" dedim. "Siz beni ikinciye zehirlersiniz."

 

"Seni zehirleyen zehirlemiş, biz niye zehirleyelim?"

 

"Doğru dedin. Sen zaten üşenirsin!"

 

Güllaç telefonunu Levent'e uzatıp göz kırptı. Levent onun bu tavırlarına o tatlı gülümsemesinin hatrına katlanıyordu. Güllaç'ın en güzel özelliği bir gülümsemesiyle etrafa pozitiflik saçmasıydı. Ya da en önemli silahı mı demeliydim? Çünkü bazen silah olarak kullanıyor.

 

"Başa gelen çekilir, ne yapalım!"

 

O telefonun kamerasından birbirine farklı poz verirken ben sıranın bana geçmesini bekliyordum. Aras fısıldarcasına "Bu hallerini yakında özlemle hatırlayacağız. Onun için bırak, hiç bozmayalım." dedi. Söylediklerinde çok haklıydı. İki hafta ya da daha kısa bir süreçte arkadaşlarımızın bu masalsı aşkı göz göre darbe alacaktı. Sesimin tonunu onunki gibi ayarlayarak "Yapılan bir hata her şeyi batıracak. Bu hatayı bilip sustuğumuz için biz de zarar görür müyüz?" diye sordum. Birkaç saniyeliğine kaşlarını çatıp yüzüne düşünceli bir ifade yerleştirdi.

 

"Kendim için bir tahmin yapamıyorum ama senin zarar göreceğini sanmıyorum."

 

"Ya her şeyi duyduğu halde bize belli etmiyorsa?

 

Gözlerini büyütüp "Böyle bir şey mümkün olabilir mi? Eğer öyle yapıyorsa çok iyi bir oyuncu!" dedi.

 

"Levent'in onu sevdiğini fark ettiğini de bildiği halde sesini çıkarmamıştı ve sonra intikamını çok kötü almıştı."

 

O cevap vermeyince ben de uzatmadım. Fotoğraf çektirme sırası bana gelmişti. Daha önce Güllaç'ın durduğu konuma geçerken "Aras sana fotoğrafımı çektirmeden önce seninle selfie çekilmek istiyorum." dedim. Levent kız arkadaşına sitemli bir bakış yolladı ama o hiç oralı olmadı. Aras gülümseyerek "İstediğin şey bu olsun. Çekilelim bakalım!" dedi ve yanıma geldi. Ben telefonumu çıkarmak için uğraşırken o göz kırpıp kendininkini çıkardı. Bir kolunu sırtıma koyup başını benimkine yaklaştırdı. Ardından gözleri kısılacak şekilde sırıttı. Pozumuz uyumlu olsun diye ben de aynısını yaptım. Fotoğrafımızı çektikten sonra aynı yüz ifadesiyle bana baktı.

 

"Harika çıkmış mıyız?"

 

"Kesinlikle!" dedim. "Sen olmasaydın bu kadar iyi olamazdı."

 

Tek kaşını kaldırarak "Teşekkür ederim ama bu fotoğrafı güzelleştiren sensin. Şimdi seni tek çekeceğim." dedi.

 

Bu iltifatı neşeme neşe katmıştı. Kendi telefonumu ona verip onun benden birkaç adım uzaklaşmasını istedim. Aras göz kırpınca kamerayı ayarladığını anladım. Ben bildiğim tüm poz tekniklerini sergilerken hafiften esen rüzgar kıvırcık saçlarımla oynuyordu. Bazen saçımın gözlerime geldiği oluyordu. Kendimi klip çekimindeymiş gibi hissetmiştim. Dalya'nın sabırla beni izlediğini fark ettiğimde "Tamam Aras, yeter. Dalya biraz daha onu bekletirsem beni öldürüp cesedimi Porsuk Çayı'na atacak." dedim.

 

"Gerçekten aynı İldeniz gibi bakıyor. Gel biz diğer çiftimizin peşinden gidelim."

 

Güllaç ve Levent şatonun içine doğru gidiyordu. Biz de onları takip ettik. Şatonun giriş kısmında bir sakinlik vardı, normalde böyle yerler kalabalık olurdu. Girişte bilet almamız için bir yer vardı. Levent kendi kendine "İçeride çocuklara uygun şeyler olduğu için yetişkin sayısı az galiba." diye mırıldandı. Bunu aslında boşuna şatoya girmeyelim anlamında demişti. Güllaç da bunu anladı ve hemen itiraza geçti.

 

"Ben çocuk ruhlu bir insanım ve o şatoya gireceğim."

 

"Günün birinde şatoya girmediğim için beni pişman edersin sen. Mecburen gireceğiz!"

 

Dalya ve İldeniz de gelince biletlerimizi aldık. Şatonun içine girdiğimde karşıma çıkan ilk şey heykeller oldu. Ünlü oyuncakların heykelleri vardı, tabii daha önce görmediğim oyuncakların da vardı. Sıra sıra dizilmiş dükkanlarda hediyelik eşyalar ve oyuncaklar satılıyordu. Levent sitemli bir sesle "Ben size dememiş miydim?" diye sordu.

 

"Sen sevgilinin çenesinden korkmuyor musun? Cesaretli olduğun konular var demek!" cevabını vermemle Güllaç'ın küçümseyici bakışlarıyla karşılaşmam bir oldu. Levent bu durumu hiç umursamadan yoluna devam etti. Tam önümdeki heykele şaşkınlıkla baktım. Sarı saçlı, saçları iki yana örgü yapılmış ve gözleri masmavi olan bir kız heykeliydi.

 

"Aras..." dedim gözümü heykelden ayırmadan. "Ben bu heykeli birine benzettim!"

 

Bu söylediğimin ona saçma geldiğini bakışından anlamıştım. Gözlerini kısıp heykeli biraz daha inceledi, galiba ona da birini anımsatmaya başlamıştı.

 

"Asalbike'nin heykeli mi bu?"

 

"Onun heykeli olmasa bile ona benziyor."

 

Dalya bizi ileriye çekiştirmeye çalışıp "Siz iyice çıldırdınız! Her sarışın ve mavi gözlü heykel Asalbike'nin mi? Şu günde bari konusunu açmayın!" dedi. Onun bu tepkisine sebepsizce güldüm. Aras da benimle aynı tepkiyi verdi. Şatonun üst katına çıkan merdivenlere yöneldik. Oraya giderken zeminde üst üste dizilmiş kitap heykeli vardı. Orada kimse fotoğraf çekilmek istemeyince üst kata çıktık. Basamaklar tam bir şato havası veriyordu. Üst kata çıktığımda alt kattaki gibi bir manzara göreceğimi sanmıştım ama yanılmıştım. Karşımda bir kantin ve teras duruyordu.

 

İldeniz "Olsun arkadaşlar, en azından tüm parkı yüksekten görebileceğiz." dedi.

 

Güllaç ellerini birbirine sürterek "Levent beni burada bol bol çekecek demek oluyor bu." dedi. Levent bunu duyunca kaşlarını çattı ve gözlerini büyüttü. Aynı zamanda yüzünde alaycı bir ifade de vardı. Bazen çok acıyorum ona!

Kahkaha atıp terasa doğru giderken "Allah sabır versin Levent. Gülü seven dikenine katlanır kesinlikle senin için söylenmiş bir söz!" dedim. Güllaç beni şaşırtarak buna güldü, Levent ise "Amin! Bunun dikenlerinden kaçmak zor." dedi. Arkadaşımın ona şaka amaçlı saldıracağını düşünmüştüm ama o hiçbir şey yapmadı. Terasa girince rüzgar saçlarımı yüzüme savurdu. Sakince elimle saçlarımı düzene sokup önümde sergilenen güzel manzaraya baktım. Tüm Sazova Parkı önümdeydi. İnsanlardan bazıları hava alırken bazıları da fotoğraf çektiriyordu.

 

İldeniz havayı içine çekerek "En azından boşuna çıkmış olmadık." dedi.

 

Gözüm parkın içindeki gemiye takıldı. Oraya en son gidecektik, önceliği şatoya vermiştik. Daha gitmediğimiz çok yer vardı ama park çok büyük olduğu için hepsine gidemeyebilirdik. Telefonumu çıkarıp sevgilime ve arkadaşlarıma döndüm.

 

"Bu sefer toplu bir selfie mi yapsak?"

 

Hepsi bir ağızdan "Evet!" dedi.

 

Manzarayı tamamen arkama alacak bir konumda durdum. Aras bir kolunu omzuma sarıp beni kendine çekti ve gülümsedi. Bu durum beni de gülümsetmişti. Güllaç ise Levent'in başını kendisininkine yaklaştırmıştı. Dalya ve İldeniz sadece gülümsemekle yetinmişti. Telefonum kamerasını ayarladım ve birkaç tane fotoğrafımızı çektim. Hepsi çok güzel çıkmıştı. Kısa bir süre sonra o fotoğrafın beni üzeceğini söyleselerdi ben buna şiddetle karşı çıkardım. Her şey ortadaydı ama ben bu kadar kötü beklemiyordum.

 

2 saat sonra...

 

Sazova Parkı'nda uzun süre vakit geçirdikten sonra sıradaki hedefimiz Porsuk Çayı oldu. Oraya giderken Eskişehir'in çarsısından geçmiştik. Bunun için arabalarımızı bu sefer daha uzak bir yere park etmiştik. Gördüğüm bir şehir tanıtım broşüründe Adalar adında bir yerden bahsediliyordu. Orayı gezmeye vaktimiz kalmayacağı için üzülürken Adalar ve Porsuk Çayı'nın aynı yer olduğunu öğrendim. Hatta Aras bunun için benimle çok alay etti. Ne yapayım ilk defa Eskişehir'e geliyorum!

 

Oraya giderken bir kitapçı görmüştüm ve oradan indirimden birkaç kitap almıştım. Tabii arkadaşlarım da bana uyup aynısını yapmışlardı. O kitapları okuduğumda bu günü hatırlayacaktım. Bazı kitapların ben de anısı vardır, onlara bakınca o anılar zihnimde canlanır.

 

"Venedik'e mi geldik?" diye sordu Dalya büyülenmiş bir şekilde.

 

"Keşke!" dedi Güllaç aynı şaşkınlıkla. "Ben burayı Venedik diye millete yuttururum."

 

Gözlerimi devirerek "İşte onu pek başaramazsın." dedim.

 

Porsuk Çayı çok uzundu. Suyun üstünde çayın karşı tarafına geçmemizi sağlayan birkaç köprü vardı, fotoğraf çektiren insanlardan ötürü gerçekten karşı tarafa geçmek isteyenler zorlanıyordu. Burayı asıl güzel yapan suyun üzerinde gezen kanolardı. Zaten onun için aklımıza Venedik gelmişti. Keşke ülkemizin her şehrinde böyle yerler olsaydı.

 

Levent kız arkadaşının elini tutup "Mecburen başarmış gibi davranacağız." dedi. Aras ve İldeniz kıkırdadı. Biz kızlar olarak bu durumda gülecek bir şey bulamamıştık. Aras "Ulan salak! Fotoğrafı çeken sen olacağın için senin öyle yapmana gerek yok." dedi. Levent bir süre ona ters ters baktıktan sonra "Bu bana salak demek için fırsat arıyor." dedi. Güllaç uzamaya başlayan saçlarını rüzgarın savurmasını umursamadan koşarak Porsuk Çayı'nın en güzel manzaralı yerinin korkuluğuna dokundu. Levent gözlerini devirip "Beni çek desem bu kadar acele etmez." dedi.

 

"Günün birinde onun bu halini özleyeceksin. Vaktin varken güzel anı biriktir." dedim.

 

Beni duyan tüm arkadaşlarım unuttukları bir gerçeği hatırlatmışım gibi bir şaşkınlıkla bana baktı. Levent'in gözleri büyümüştü ve yutkunuyordu. Kahverengi gözlerinin içinde daha önce Tolga'yı dövdükten sonraki pişmanlığını görebiliyordum. Aras bir bana bir Levent'e bakıyordu. İkisi de bana bir şey söyleyemiyordu çünkü doğru bir şey söylemiştim. Amacım Levent'e laf sokmak falan değildi, bunu onlar da anlamışlardı. En sonunda Levent yüzüne bir gülümseme yerleştirip "Haklısın Ahu. Zihnimde kötü şeyler birikeceğine güzel şeyler biriksin." dedi. Ardından cebinden telefonunu çıkardı ve Güllaç'ın yanına gitti. Aras bir yandan yürürken bir yandan soran gözlerle bana bakıyordu.

 

"Şimdi bir cevap bekliyorsun benden. Levent'in bugün daha mutlu olması için bunu hatırlatmam gerekiyordu. İki hafta sonra ne olacağını bilemiyoruz, en azından şimdi mutlu olalım."

 

"Bugün sanki karanlıklar içinde düzenlenen bir şenlik gibi. Aslında bir felaket yaşıyoruz ama biz onu görmemeye çalışarak mutlu oluyoruz." diyerek sessizliğini bozdu. Güllaç'a sesi gitmesin diye kısık sesle konuştuğunu anladım. Ben de ona ayak uydurdum.

 

"Bir gün bundan kaçamayacağız. Öyle bir şey olacak ki sadece bizim arkadaş grubumuzda olay çıkmayacak."

 

"Yani sen dışarıdan birinin de mi zarar göreceğini ima ediyorsun?"

 

"Hislerim öyle ama inşallah yanılırım." dedim gülümseyerek çünkü Güllaç'ın yanına gelmiştik. Aras benim ne demek istediğimi anlamaya çalışıyor gibiydi ama artık o konuyu açamazdı. Güllaç gülümseyerek sevgilisine poz vermekle meşguldü. Aras'a telefonumu uzatıp tek kaşımı kaldırdım.

 

"Beni hiç şaşırtmadın Ahu. Tamam çekeceğim, poz ver."

 

Güllaç'ın soluna geçtim ve gülümsedim. Saçlarımı bir gözümü kapatacak şekilde ayarlayıp değişik bir poz vermek istedim. Aras birkaç tane fotoğrafımı çektikten sonra birden gelip saçımı gözümden uzaklaştırıp yerine geçti. Bu hareketine bir anlam verememiştim. Yine de gülümsedim ve poz vermeye devam ettim.

 

"Şimdi sen beni çek Ahu."

 

Yer değiştirdik ve bu sefer ben onun fotoğrafını çekmeye başladım. Erkeklerin kızlardan daha farklı poz çeşitleri vardı, Aras karşımda şekilden şekile girerken bunu daha iyi fark etmiştim. Benden daha havalı pozlar veriyordu. Bunu nasıl yapabildiğini acilen öğrenmeliydim.

 

"Tamam Ahu, Telefonumun depolama alanını dolduracaksın!"

 

Telefonunu kapatıp "O kadar harika pozlar verdin ki hiçbirini kaçırmak istemedim." dedim. Kolunu omzuma attıktan sonra yürümeye başlarken "Harika bir insanım ondan." dedi. Sesindeki kibir elbette ciddi değildi. Kahkaha attım ve başımı omzuna koydum.

 

"Levent'i buraya mı atsam acaba?" diyen İldeniz beni daha çok güldürdü. Levent ona şimdiye kadar attığı bakışlar arasından en korkuncunu attı. Dalya, Güllaç ve Aras da benim gibi gülme krizine girmişlerdi.

 

"Ya oğlum!" dedi Levent korkunç bir sesle. "Yıllardır benimle alıp veremediğin ne var?"

 

"Seviyorum seni. Ne kötülüğümü gördün?"

 

Sesime bir tutam alay ekleyip "İldeniz evindeki kırılabilecek eşyaları düşün. Bu fena patlar!" dedim.

 

Levent yüzünü tam bana dönmeden yan yan baktı. Alay ettiğim için hiç hiç bana kızamazdı çünkü geçmişteki mutfak olayında o suçluydu. Derin bir nefes olarak "Bu çok kindar bir insan." dedi. Ne? Bunu bana mı demişti?

 

"Şakanı hiç beğenmedim." dedim kafasına hafif bir şaplak atıp. Güllaç bal rengi gözlerini kısarak "Bence bu bir şaka değildi!" dedi. Öfkeli gözlerle Levent'e döndüm. Gözlerinde artık panik duygusunu görebiliyordum. Sahte bir gülümsemeyle "Saçmalama Güllaç. Tabii ki şaka yaptım!" dedi. Emin olduğum tek şey Levent'in benden daha kindar olduğuydu. Sonuçta Tolga'yı döven ben değilim. Aras konuyu uzatmamı engellemek ister gibi "Yeterince fotoğraf çekildik. Haydi biraz daha yürüyelim!" dedi. Sevgilimin arkadaş grubundaki görevi konu kapatmaktı ve ben bunu yeni fark ediyordum. Kimse ona itiraz etmeyince dediğini yaptık. Önümüze çıkan köprüden karşı tarafa geçtik. Tam karşımızda tam bir kafe vardı.

 

"Gelin kahve alalım. Porsuk Çayı'na karşı içeriz." dedim.

 

Kimse itiraz etmeyince kafeye gittik. Ben chai tea latte almıştım, Aras'a da aynısını önermiştim. Herkes kahvesini alınca tekrar Porsuk Çayı'nın önüne geldik. Bulunduğumuz yerde tek bir banka vardı, bundan ötürü erkekler ayakta kaldı. Bu manzarada ne güzel sohbet edilirdi.

 

Dalya kahvesinden bir yudum alıp "Üniversitenin ilk yılı bitiyor. Günler ne çabuk geçiyor!" dedi.

 

Doğru söylüyordu, sanki her şey bir ayda yaşanmış gibi geliyordu bana. Aras'la daha dün tanışmış gibiydim, bence böyle hissetmemde okulumuza geç gelmesinin büyük etkisi vardır. Keşke hayatıma daha erken girseydi. En azından büyüdüğümüz yani oturduğumuz şehirler çok yakındı.

 

Güllaç gülümseyerek "Güzel günler ekledik anılarımız listesine, zamanında mutsuz da olduk ama hayatta acı da mutlaka olur." dedi.

 

Levent de kısık bir sesle "İnsana hiçbir şeyden haberi olmayınca dünya güzel gelirmiş." dedi ama bunu hepimiz duymuştuk. Güllaç şüpheyle ona baktı. Aras yutkunarak Levent'e hata yaptığını belirtmeye çalıştı. İldeniz kahve içmeyi bırakıp kaşlarını yukarı kaldırdı. Ben ise ciddi bir yüz ifadesiyle kahvemi içmeye devam ediyordum. Levent hatasını cümlesi biter bitmez fark etmişti. Güllaç bu konunun üstüne gitmekte karalıydı:

 

"Benim neyden haberim yokmuş Levent?"

 

Levent bunu hiç beklemiyor gibiydi. Birkaç saniye sustuktan sonra "Söz konusu kişi sen değildin!" dedi.

 

"Ama sen bunu ben konuştuktan sonra söyledin."

 

Arkadaşım biraz inatçı ve akıllı bir insandır.

 

"Ben genel anlamda konuştum. Demek istediğim senin bahsettiğin acı kavramından haberi olmayan insanların mutlu olduğuydu."

 

Güllaç yüzü tekrar önünde akıp giden sulara döndü. Hepimiz ondan bir cevap bekliyorduk. Birkaç saniye geçti ama o yine konuşmadı, Levent endişelenmeye başlamıştı. Ensesini yine kaşımaya başlamıştı. Yüzündeki acıdan anladığım kadarıyla çok sert kaşıyordu. Tabii ki Güllaç onu görmüyordu. Biz de ne yapacağımızı şaşırmıştık çünkü Güllaç'ın bu konuyu uzatmaması bir ilkti. Herkesin onu izlediğini anlamış gibi gülümseyerek kahvesinden bir yudum aldı.

 

"Şimdilik sana inanıyorum Levent. Bir iş çeviriyorsan bile zaten yakında kokusu çıkar."

 

Ah o ses tonu! O ne zaman bu tonu kullansa sonrasında hiç iyi şeyler olmazdı. Bu alaycılığa kaçan tonu Levent de çok iyi biliyordu. Yüzünü endişeden arındırmaya çalıştı. Ellerini usulca Güllaç'ın saçlarına götürdü, sanki son kez okşuyormuş gibi okşadı.

 

"Ben senin arkandan iş çevirmem." dedi gülerek. "Seni çok seviyorum." dedi.

 

Ben de telefonumu çıkarıp mesajlarıma baktım. Sınıf grubundan bir sürü bildirim gelmişti.

 

SINIF GRUBU

 

Baybars: Merhaba benim genel olarak dilsiz arkadaşlarım, şimdi siz bu mesajıma tepki vermezsiniz ama neyse. Berna Yörükoğlu Hoca finallerden önce not olarak geri dönecek bir ödev vermek istemiş. Eski yazım dili ile yazılmış bir kitabın ilk üç sayfası ile aynı kitabın günümüz Türkçesi ile yazılmış halinin karşılaştırmasını Word formatında yazıp cumartesi gününe kadar hocanın mail adresine atacakmı. Hoca yapmayanla seneye tekrar aynı dersi işlemekten memnuniyet duyacağını da iletmemi istedi.

 

Asalbike: Doğay telefonuna bir şey mi oldu? Onun için sevgilinin telefonundan gruba felaket tellalı gibi ödev yazdın değil mi?

 

Doğay: Çok şükür telefonum sağlam. Mesajı kendisi yazdı:)

 

Aybars: Benim ikizim gruba ödev mi yazdı? Yenge bu senin işte kesin bir payın var. Bu ödevleri beni ödev yaparken görünce hatırlar normalde!

 

Doğay: Gerçekten ben hiçbir şey yapmadım. Bakın işte bu duruma şaşırdığınız için ödevi unutmayacaksınız!

 

Baybars: Bir iyilik yapmak istedim. Neden bu kadar garipsediniz? Ben de sorumluluğunu yerine getirmek zorunda olan bir öğrenci değil miyim?

 

Asalbike: Ben gruba Doğay harici ödevi yazan biri görmedim. Onun için şaşırdım.

 

Hesna: Sen yazsaydın ya Asalbike.

 

Asalbike: Ben üşenirim.

 

Baybars: Asalbike gibi olmayın arkadaşlar! Hiç yapmaması gereken şeylere üşenmiyor ama ödevi gruba yazmaya üşeniyor!

 

Aybars: Bugün çok iyi günündesin ikiz.

 

Hesna: İşte bu laf sokuşu bekliyordum.

 

Asalbike: Ben mesela hiç helva yapmaya üşenmem Baybars.

 

Baybars: İçine zehir koyulanını mı?

​​​​​

Asalbike: BAYBARS!

 

Yazarın anlatımından...

2 hafta sonra...

GİRAY MALİKANESİ

Gökyüzü yeryüzündeki acılı tabloya rağmen etrafa ışıltı saçıyordu. Acılı tabloydu ama henüz kimse bu durumdan haberdar değildi. Zaten insanların haberi olsaydı ortada bir ışıltı olmazdı. Sözde ışıltı özel gün için süslenmiş Giray Malikanesi'nin bahçesine vurmuştu. Keyifli keyifli sohbet eden insanlar bugün iki gencin en mutlu günlerinden birine şahitlik edeceklerini sanıyorlardı. Konuklar şehrin en zengin insanlarıydı, sonuçta şehrin en zenginlerinden birinin büyük kızı nişanlanıyordu. Aile ilk kez nişan yaptığı için evi ve bahçeyi adeta şenlik alanına çevirmişti. Bilirsiniz şenlikler genelde kısa sürer.

 

Evin ikinci katında bir odada camın önünde minik bir köpek yatıyordu. Burnuyla ittiği tül sayesinde o da bahçedeki neşeli ortamı görebiliyordu. Sahibi gelince onunla beraber bahçeye inmek istiyordu. Her gün o saatlerde evde olurdu ama bugün yoktu, onu odasında bekliyordu. Sabah kalbinin kırıldığını anlamıştı. Acaba bu sebeple mi eve gelmemişti? Bugün Aybike'nin nişanı vardı, böyle bir ihtimal olamazdı. Asalbike onu sık sık davetlere götürürdü. O mutluluğun ortamları severdi.

 

"Sevimli! Sen burada tek misin?"

 

Adını duyar duymaz başını arkasına çevirdi. Kapının girişinde Asalbike'nin en yakın arkadaşı Ayşen duruyordu. Üzerinde omuzlarını açıkta bırakan pembe ve tüllü bir elbise vardı. Sarı saçlarını bugüne özel kıvırcık yapmıştı. Dudaklarına kıpkırmızı bir ruj sürmüştü. Anlaşılan o da Asalbike içi buraya gelmişti, Sevimli ona soru sorarcasına havladı. Ayşen hemen onun yanına geldi.

 

"Asalbike seni burada tek mi bıraktı?" derken odayı inceledi. "Normalde şu an hazır halde burada olması gerekirdi."

 

Sevimli derdini anlatabildiğini anlayınca yine havladı. Ayşen merakla kaşlarını çattı.

 

"Sen bana bir şey mi anlatmaya çalışıyorsun?"

 

Sevimli ona derdini daha iyi anlatabilmek için bir nesneye ihtiyacı olduğunu fark etti. En yakınında komodin vardı. Hiç vakit kaybetmeden kendini o komodinin üstüne attı. Ayşen onun bu hareketini şaşkın şaşkın inceliyordu. Komodinin üstündeki eşyalardan bazıları yere düştü, Sevimli ağzıyla kavradığı bir fotoğrafla beraber yere atladı. Ayşen onun yere bıraktığı fotoğrafı inceledi, Asalbike ve Aybike bu fotoğrafı Asalbike'nin lise mezuniyetinde çekilmişlerdi. Ayşen gülümseyerek Sevimli'ye baktı. Çok akıllı bir köpekti.

 

"Sen Asalbike'yi mi özledin? İşi çıkmıştır, gelir!"

 

Sevimli ayağını fotoğraftaki Asalbike'nin üstüne koydu ve yüksek sesle havladı. Ayşen'in onu anlamadığının farkındaydı ama o köpek haliyle elinden başka bir şey gelmiyordu. Sahibinin başına bir şey geldiğini hissediyordu.

 

"Bana bir şey anlatmaya çalışıyorsun ama ben seni anlayamıyorum!"

 

Sevimli çerçeveyi tekrar ağzına alıp hızla odadan hızla çıktı. Arkasından Ayşen sesleniyordu ama o durmuyordu. Sıradaki hedefi Aybike'ydi. Onun odasının kapısı bugün giren çıkan çok olduğu için ardına kadar açıktı. Odanın ortasına kadar ilerledi. Aybike pembe bir elbise giymişti. Elbisesinin kol kısımlarında tül vardı ve elbise simliydi. Kahverengi saçlarının üstünde gösterişli bir taç vardı. Yüzünde de profesyonel yapılmış makyaj vardı, yeşil gözleri bu makyaj sayesinde ön plana çıkmıştı. Sevimli odaya o arkadaşlarıyla konuşurken girmişti. Herkesin dikkatini çekmişti, başta Aybike'nin. Aslında odaklanılan şey Sevimli değildi. Ağzındaki fotoğraftı, Sevimli de bunu anlamış gibi fotoğrafı yine yere bıraktı. Aybike bir yandan gülümseyip bir yandanda fotoğrafa baktı.

 

"Sevimli! Sen, ben evden gidiyorum sanıp bana bu fotoğrafla veda etmeye mi geldin?" dedi. Bunu söyledikten sonra kahkaha attı ve bu durum odadaki arkadaşlarını da güldürdü. Sevimli itiraz edercesine havladı.

 

"Nişanlanıyorum, daha evlenmeme çok var. Şimdi ayrılmıyoruz!"

 

Sevimli bu sefer havlamak yerine ayağını fotoğrafta Asalbike'nin üzerine koydu. Aybike sonunda konunun kardeşi ile alakalı olduğunu anlamıştı. Sevimli onun fotoğrafını getirdiğine göre ortada köpeğin garibine giden bir durum vardı. Kardeşini en son okuluna giderken görmüştü, eğer şimdi evde olsaydı mutlaka onun odasına gelirdi.

 

"Asalbike'yi mi merak ediyorsun?"

 

Sevimli buna havlayarak yanıt verdi. O sırada odaya Ayşen girdi. Gördüğü manzara onu hiç şaşırtmadı, şaşkınlığını belli eden bir sesle "Aybike Abla bu köpek bana bir şey anlatmaya çalıştı. Anladığım tek şey Asalbike'yle olduğu!" dedi. Ayşen'in burada tek başına olması Aybike'ye garip gelmişti çünkü Ayşen buradaysa Asalbike de burada olmalıydı. Kardeşinin neşe dolu sesi evde yankılanmıyordu.

 

"Asalbike'yi okulda gördün mü? Eve henüz gelmemiş."

 

Ayşen biraz düşündükten sonra "Okulda bir ara oturup konuştuk. Sonra bir daha hiç görmedim." dedi.

 

Aybike'nin içine bir şüphe düştü. Ortada ters giden bir şey vardı ama henüz ne olduğunu çözememişti. Asalbike onun nişanı için bir sürü hazırlık yapmıştı. Bu evde bir kutlama olduğunda Asalbike mutlaka kutlamaya güzel eklemeler yapardı, bugün ortalıkta yoktu. Odadaki diğer insanlar da merakla Aybike'ye bakıyorlardı.

 

"Allah Allah! Arayayım, bakalım açacak mı?"

 

Ayşen umutsuz bir sesle "Defalarca aradım ama açmadı." dedi. Aybike hemen makyaj masasındaki telefonunu eline alıp Asalbike'yi aradı. İçindeki umudu öldürmemeye çalışıyordu, kuaförde işi uzamış olabilirdi. Asalbike onun telefonunu da uçmayınca umutları öldü. Hisleri kardeşinin başına bir şey geldiğini söylüyordu. Asalbike telefonunu kolay kolay yanından ayırmazdı, telefonunu açmaya gücünün yetmeyeceğini düşünüyordu. Tabii bunlar sadece hisleriydi, gerçekler öyle olmayabilirdi. En büyük duası Asalbike'ye bir şey olmamasıydı.

 

"Kuafördeyken telefonunu sessize almış olabilir." dedi sonunda. "Yani ben öyle düşünmek istiyorum."

 

Ayşen "Ben de başına bir şey gelmiş olmasından korkuyorum ama iyiyi düşünmeye çalışıyorum." dedi.

 

Nişan evi birden cenaze havasına bürünmüştü. Asalbike'nin yokluğu çok belli oluyordu. Evin dışında neşe varken içinde endişe vardı. Aybike kendini tutamayıp tekrar Asalbike'nin numarasını tuşladı ama yine aynı sonuca ulaştı. Odadaki arkadaşlarından biri onu teselli etmek istedi:

 

"Hemen kötüyü düşünme Aybike. Kardeşinin telefonu bozulmuş olabilir. Tam trafik saatindeyiz, belki trafiğe yakalanmıştır."

 

"İnşallah öyledir." dedi Aybike sesindeki kuşkuyu saklamadı.

 

Birkaç dakika sonra evin alt katından bir kadının acı çığlığı duyuldu. Ses Bahar Giray'ın sesiydi. Çığlıkla eş zamanlı olarak bahçedeki şarkı da kesildi. Dışarıdan şaşkınlık sesleri geliyordu. Aybike olduğu yerden sıçradı, annesinin çığlığı onu harekete geçirmişti. Odadaki diğer kızlar da şaşkınlıkla ayağa kalkmışlardı. Sevimli odayı ilk terk eden olmuştu, tehlikeyi fark etmişti. Merdivenlerden aşağı inerken acı acı havlıyordu. Evin her yerinden konuşma sesleri geliyordu. Bahar Giray bir çığlık daha attı, Aybike işte o zaman kendisini odadan dışarı attı. Merdivenlerden inerken "Anne! Ne oldu?" diye bağırıyordu. Salona giden yoldaki basamaktan indiğinde gördüğü manzara onu şok etti. Çok sayıda insan evin salonunda toplanmıştı. Gözleri hızla annesini aradı, kısa bir süre sonra onu tekli bir koltukta hıçkıra hıçkıra ağlarken buldu. Kulağında yere düşmek üzere olan bir telefon vardı. Babası ise annesinin yanındaydı ama yere çökmüştü. Elini kalbine koymuştu. Herkes Aybike'ye dönmüştü, o ise titreye titreye annesine doğru yürüyordu. Yüzünün rengi değişmişti.

 

"Ne oluyor burada? Asalbike nerede?" diye titreyen sesiyle sordu. Annesi diğer kızının adının duyduğu an "Mavişim annesini bırakmaz!" diye bağırdı. İşte Aybike o an kardeşinin başına bir şey geldiğini anladı. Yaşlar gözüne akın etti, yeni yapılan makyajı akmaya başladı. Annesine yaklaştı.

 

"Kardeşime ne oldu anne?"

 

"..."

 

"Anne korkuyorum!"

 

Annesi ona bir karşılık vermek yerine kulağındaki telefonu uzattı. Vakit kaybetmeden telefonu kendi kulağına götürdü. Karşıdaki ses onu hastaneden aradığını söylediğinde her şey durdu onun gözünde. Yetkili kişinin ona söylediklerini duyuyordu ama tepki veremiyordu. Sanki bedenine felç inmişti. Ne konuşabiliyordu ne de olduğu yerden ileri bir adım atabiliyordu. Olduğu yeri ve zamanı unutmuştu. Telefon elinden kayıp yere düştü. Daha önceki titremesi şiddetini arttırmıştı.

 

"As... Asalbike kaza yapmış olamaz! O çok dikkatli araba kullanır!"

 

Ağzından çıkanı duyanlar ona acıyarak baktılar. Evin salonundaki misafirlerden ağlayanlar da vardı. Henüz kimse şoku atlamadığı için evdeki kişi sayısında bir azalma olmamıştı. Ayşen de şiddetli bir şekilde ağlıyordu. Aybike salonun ortasına geçti ve bağırdı:

 

"Şa... Şaka yapıyorsunuz değil mi? Asalbike aslında bahçede değil mi?"

 

Kimsenin ona bir cevap vermesini beklemeden bahçeye açılan boydan camdan dışarı çıktı. Bahçede kimse yoktu. Nişan için süslenen alanda ölüm sessizliği hakimdi. Kardeşinin kahkahasını duymak istedi ama duyamadı. Duyduğu tek ses arkasındaki evden gelen ağlama sesleriydi.

 

"Benim kardeşim ölemez!" dedi hıçkırıklarının arasından. "O daha çok genç!"

 

Bahçeden koşarak çıkıp evin dış kapısının önüne geldi. Nişanına gelenlerin arabaları sokakta sıralanmıştı. Arabasını park ettiği yeri unuttuğu için sıkıntı çekeceğini sanıyordu. Tam pes etmek üzereyken sokağın sonuna park edilmiş olan kendi arabasını gördü. Hiç vakit kaybetmeden arabasının sürücü koltuğuna yerleşti. Hastane ile evin arasında çok bir mesafe yoktu. Kardeşinin arabayla kaza yapmış olması detayı onu korkutmuş olsada ona yetişebilmek için arabayı kullanması gerekiyordu. Korka korka aynadaki yansımasına baktı. Akan makyajı yüzüne dağılmıştı, içi yaşla dolu olan yeşil gözleri çok güçsüz bakıyordu. Daha bir saat önce parmağına yüzük takılacağı için sevinirken şimdi kardeşine yetişmeye çalışıyordu. Şehrin yolları onun yasına ortak olmuş gibi bomboştu.

 

Acı çekildiğinde söz konusu acıyı çeken kişi sadece kendisinin dertli olduğunu düşünür. Oysa aynı şehrin başka yerinde acı çeken başkaları da vardır. Hatta bazen bu iki insanın dertleri birbirleriyle bağlantılı olur. En mutlu günler bazen hatırlanmayacak günler listesinin en başına yazılmak zorunda kalır çünkü o gün birine ya da bir şeye zarar gelmiştir. Aslında birine zarar gelmesi yerine bir şeye zarar gelmesi bazı koşullarda daha avantajlı bir durum. İnsan en azından sevdiği hayatta olduğu için şükredebiliyor. Günün başında beraber yapmak için güzel şeyler planladığınız kişiler aynı günün sonunda ölünce durum ne acıdır bilir misiniz siz?

***

Tekrar merhaba! Öncelikle biliyorum aylardır bölüm atamadım. Çünkü yoğun olduğum bir süreçteydim☹️ Kitabın son iki bölümü kalması nedeniyle senaryoyu daha sindire sindire yazmak istedim. Bu bile içime sinmedi aslında ama benim için sizin görüşleriniz daha önemli🤎 Yorum okumayı çok seviyorum biliyorsunuz. Sizin yorumlarınızı okuyup görüşlerinizi de öğreneceğim yine. Her türlü duyguyu yansıtan bir bölüm oldu. Kendinize iyi bakın🤎 Aşağıya şarkı bırakıyorum:)

 

 

Loading...
0%