@alya.baren
|
Gerçekler, her zaman görünür değildir. Bazen onları bulmak için derinlere inmek gerekir. Haruki Murakami Hafif bir esinti yüzüme vurdu. Gözlerimi açtım ve kendimi büyükannemin sahil evinin verandasında buldum. Etrafıma baktım; denizin tuzlu kokusu burnuma dolarken güneş ufukta alçalıyordu. Gökyüzü, turuncu ve pembe tonlarına bürünmüştü, her şey sanki bir resim gibi güzeldi. Derin bir nefes aldım. İçimde bir huzur hissettim, ama aynı zamanda anlamlandıramadığım bir tuhaflık da vardı. Ayağa kalktım, çıplak ayaklarımın ahşap zeminle temasını hissettim. Tahtalar hafifçe gıcırdadı. Bir an için dönüp denize baktım. Dalgaların sesi... yoktu. Her şey sessizdi. Bu sessizlik beni rahatsız etmiyordu, tam tersine huzur veriyordu. Kapı hafif aralıktı, içeriden büyükannemin lavanta ve nane karışımı kokusu yayılıyordu. Yıllardır bu kokuyu bu kadar yoğun hissetmemiştim. Büyükannemin içeride olduğuna dair güçlü bir hisse kapıldım, sanki orada beni bekliyordu. Kapıyı ittim ve içeri girdim. Oturma odasında, büyükannem Emily masanın başında oturuyordu. Beyaz dantelli elbisesiyle her zaman olduğu gibi zarifti. O anda bir şeylerin içime işlediğini hissettim, ama adını koyamıyordum. Neredeyse ona koşacak kadar özlemiştim ama adımlarımı hızlandıramıyordum. Sanki ayaklarım beynimden gelen komutları dinlemiyordu. Büyükannem bana döndü ve sıcak bir gülümsemeyle “Gel, otur canım,” dedi. Sesi, her zamanki gibi yumuşak, huzur doluydu. Bir an için genç halini gözümde canlandırdım; tıpkı karşımdaki gibi enerjik ve sağlıklıydı. Yılların acısını hissetmemiş gibiydi. Yavaşça sandalyeye oturdum. Karşımda duran yarısı yazılmış mektuba bakarken içimdeki o tanıdık sorular yeniden yükseldi ama hiçbir şey söyleyemiyordum. Bir şeylerin doğru olmadığını ya da yanlış olduğunu seziyordum ama kelimeler ağzımdan çıkmıyordu. “Doğru yoldasın,” dedi büyükannem, sanki zihnimdeki karmaşayı okumuş gibi. “Beni buldun, şimdi onu bulacaksın.” Gözlerim büyüdü, kalbim hızla çarpmaya başladı. “Mark’ı mı?” diye fısıldadım, neredeyse bir korku içinde. Sesim o kadar zayıf çıkmıştı ki büyükannemin beni duyduğuna emin bile olamadım. Büyükannem başını hafifçe salladı, dudaklarında güven verici bir gülümseme belirdi. “Evet, Mark’ı. Ama sadece onu değil, kendini de bulacaksın.” Kelimeleri içimde yankılandı. Kendimi mi? Yıllardır aradığım şey bu muydu? Kendi içimdeki boşluğu, kaybolmuşluğu mu bulmak için mi bunca zamandır dolanıyordum? Kalbimde bir korku yükseldi, o an her şey çok fazlaymış gibi hissettim. “Büyükanne...” Boğazım düğümlendi. “Ya yanılıyorsam? Ya onu bulamazsam?” Sesim, bir çocuğunki gibi zayıf ve savunmasızdı. Neden bu kadar korktuğumu anlamıyordum, ama cevaba ihtiyacım vardı. Büyükannem ellerini ellerimin üzerine koydu. Soğuk, ama bir o kadar da rahatlatıcıydı. “Yanılmıyorsun,” dedi, güven dolu bir sesle. “Yolun zor olacak, ama kalbini dinlersen her şeyin cevabını bulacaksın. Sana yol gösterecek işaretler hep etrafında olacak. Ben hep etrafında olacağım tatlım.” Bir anlığına zaman durmuş gibiydi. Büyükannemin gözlerine bakarken, içimde her şey yerli yerine oturdu. Ona inandım. Her şeyin cevabını bulacağıma inandım. Mark’ı, ve belki de kendimi. “Artık uyanma zamanı,” dedi büyükannem, yavaşça geri yaslanarak. Gözlerindeki sıcaklık hiç kaybolmadı. “Yoluna devam et, Ava. Geçmişteki sırlar, geleceğini aydınlatacak.” Bir anda odadaki her şey çözülmeye başladı. Etrafımdaki renkler bulanıklaştı, rüzgar daha sert esmeye başladı. Büyükannemin silueti yavaşça soldu, deniz sesi yeniden duyuldu, ama uzaklardan. Ve o an anladım. Bu bir rüyaydı. Gerçek değildi. Bir hışımla gözlerimi açtım. Yatağımdaydım, başucumdaki saate gözüm kaydı. Ama rüyanın bıraktığı iz, sanki hâlâ içimdeydi. Gözlerimi kapadım, derin bir nefes aldım. Büyükannem bana yol göstermişti. Artık ne yapmam gerektiğini biliyordum. Mark’ı kesinlikle bulmam gerekiyordu. Yatağımda doğrulurken kalbim hâlâ hızlı bir şekilde çarpıyordu. Rüyamda büyükannemi görmek o kadar gerçekçiydi ki, hâlâ onun sesini kulaklarımda duyabiliyordum. "Doğru yoldasın," demişti. Neden bu kadar etkilenmiştim? Bütün bu süre boyunca içimde bir şeylerin eksik olduğunu biliyordum, ama rüyada duyduğum cümleler sanki beni harekete geçirmek için bir çağrı gibiydi. Gözlerimi kapatıp büyükannemin yüzünü hayal ettim. Gülümseyen, bana güven veren gözleri… Onun yanımda olması bana güç veriyordu. Ama içimdeki huzur, bir anda endişeye dönüştü. "Mark’ı bulmalıyım," diye fısıldadım kendi kendime. Ancak bu, yalnızca onun hikayesini öğrenmekle sınırlı kalmayacaktı. Belki de bu yolculuk, benim kendi iç yolculuğum olacaktı. Başımı ellerimin arasına aldım. İçimdeki kaygıyı bastırmaya çalıştım. Rüya, beni bir karar vermeye itmişti. Yalnızca geçmişi değil, geleceğimi de sorguluyordum. Hâlâ kayıplarımın yüküyle mi yaşayacaktım? Yoksa geçmişimle yüzleşip bunları kabullenecek ve yoluma mı bakacaktım? Sabahın ilk ışıkları pencereyi aydınlatırken, dışarıdaki sessizliği dinledim. Bir karar vermem gerekiyordu. Mektubu okuduğumdan beri içimde bir şeylerin değiştiğini hissetmiştim. O an, harekete geçmem gerektiğini anladım. Mark’ı bulmak, onunla ilgili daha fazlasını öğrenmek için kasabaya adım atmalıydım. Gerekirse yolda gördüğüm herkese tek tek Mark’ı sormalıydım. Bu yeterli olmazsa tek tek tüm evlerin kapısını çalıp Mark’ı soracaktım. Umarım iş bu noktaya gelemden ve insanlar benim deli olduğumu düşünmeden Mark’ı bulurdum. Ayağa kalktım, hafif titreyen ellerimle pencereden dışarı bakarken içimde bir cesaret hissettim. Güneşin doğuşunu izlemek, bu yeni başlangıcın simgesi gibiydi. Aklımdan geçen her düşünce, içimdeki kararlılığı pekiştiriyordu. Zaman kaybetmemeliydim. Son bir kez daha gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. “Beni buldun, şimdi onu bulacaksın,” diyerek büyükannemin sözlerini tekrarladım. Bu kez, bu sözü içimde hissettim. Beni bekleyen bir yol vardı ve ben o yolda yürümeye kararlıydım. Yavaşça odadan çıktım, içimdeki heyecan ve belirsizlikle, ama bu sefer daha güçlü hissederek. Artık kasabaya dönmenin zamanı gelmişti. Mark’ı bulmak ve büyükannemin hikayesini tamamlamak için yeni bir gün başlamıştı. Bir duş alıp hızlıca mutfağa geçtim. Kahve yapmak, bana her zaman bir huzur veriyordu. Kahve makinesinin o tanıdık sesi, beni canlandırıyordu. Sütü ekleyip karıştırırken, içimi ısıtan o kokuyu soludum. Bir yudum aldığımda, güne pozitif bir başlangıç yapmaya kararlıydım. Kahvemi bitirince koşuya çıkmaya karar verdim. Hızla spor kıyafetlerimi giymek için odama yöneldim. Dolabımın kapısını açtım kıyafetlerimi ararken gözlerim dolabın kenarındaki boşluğa takıldı. Orada bir şeylerin eksik olduğunu hissettim. Merakla yaklaştım ve elimi boşluğun içine uzattığımda buruşmuş birkaç kağıt parçası buldum. Kağıtları çıkarıp baktığımda bunların yeni mektuplar olduğunu fark ettim. Kalbim hızla çarparken, mektupları hızlıca inceledim. Her biri, büyükannemin el yazısıyla yazılmıştı. “Bunlar ne?” diye düşündüm. Heyecanla mektupları açıp düzeltmeye başladım. Bunları okumak zorundaydım! Onların sırları, benim geçmişlerini anlamama yardımcı olabilirdi. Hızla mektupları katlayıp çantama koydum. Koşarken ve sonrasında okumak için sabırsızlanıyordum. Dolabımdan spor kıyafetlerimi giyip dışarı çıktım. Sabahın serin havası yüzüme çarptığında içimde bir enerji hissettim. Koşuya çıkmak, bana hem fiziksel bir zindelik hem de zihinsel bir arınma sağlayacaktı. Her adımda rüyamda duyduğum sözler aklımda yankılanıyordu. "Doğru yoldasın." Koşumu tamamladıktan sonra, bir şeyler atıştırmak için dün gittiğim kafeye doğru yürüdüm. Kafe, kasabanın kalbinde, deniz manzarasına bakan küçük bir yerdi. İçeri girdiğimde, daha önceki gelişimde duyduğum sıcaklık hissi geri geldi. Siparişimi verirken, hem kahvaltımı yapıp hem de kafamdaki düşünceleri biraz olsun hafifletmek istiyordum. Dışarıda güneş yavaşça yükselirken, kendimi hem fiziksel hem de ruhsal olarak hazırlamış hissediyordum. Koşunun ardından büyükannemin sırlarını çözmeye bir adım daha yaklaşmayı umuyordum. Kafenin penceresinden dışarı bakarken çantamdan yeni bulduğum mektupları çıkardım. İçimdeki merak, onları hemen okumam gerektiğini söylüyordu. Hemen açıp mektubu incelemeye başladım. Tam okumaya başlayacaktım ki önümdeki masada bir kişinin benim son yazdığım kitabı okuduğunu fark ettim. Dünya çok küçükmüş gibi hissettim. Bir okurumla ilk kez karşılaşmıyordum tabiki ama pek sık karşılaştığımda söylenemezdi. Bir an için duraksadım, dikkatimi dağıtan bu durum karşısında şaşırmıştım. "Kendinizi eğlendirecek daha iyi bir kitap bulabilirsiniz," diye esprili bir şekilde seslendim. Adam başını çevirip bana baktığında, kalbim bir an için duraksadı. O, James'ti! Gözlerimdeki şaşkınlığı fark ettiğini düşünmeden edemedim. İçimde bir şeyler kıpırdanırken, bu karşılaşmanın tamamen bir tesadüf olduğunu düşündüm. Ama içimdeki his, bunun daha büyük bir anlam taşıdığını söylüyordu. Doğru yolda olduğumu bir kez daha hatırlatıyordu. James, gülümseyerek yanıtladı, “Belki de daha iyi bir kitap bulmanın yollarını arıyorumdur.” Beni gördüğüne o da şaşırmış gibiydi ama dünkü flörtöz tavrında hiçbir eksiklik yoktu. "Eğer daha iyi bir kitap bulmayı başaramazsan, sana kahve ısmarlamama ne dersin? En azından daha keyifli bir zaman geçirirsin." dedim. Kalbimdeki heyecan bir adım daha ileri gitti. James’in bakışlarında bir şeyler değişti. “Flörtleşmeye mi karar verdin yoksa?” dedi gülerek, dün konuştuğumuz o anı hatırlatıyordu. O an, saçma bir şekilde aramızda bir bağ olduğunu düşündüm. Yeni tanıdığım bir adamla ,ki henüz tanışmamıştık bile, aramda bir bağ hissetmek oldukça garipti. “Belki de sadece iyi bir kahve için buradayımdır,” dedim gülümseyerek. “Ama kitapla ilgili ne düşündüğünü merak ediyorum.” James, kitabı biraz daha yaklaştırarak, “Gerçekten çok mu kötüydü? Benim için oldukça etkileyici bir hikaye.” dedi. “Etkileyici mi? Yani, yazarın cümle yapısı o kadar sorunlu ki, bazen ne demek istediğini bile anlamak zor. Ve karakterler? Resmen birbirlerinin kopyası gibi.” dedim, içimdeki eleştiriyi saklayamayarak. James’in yüzündeki gülümseme hafifçe silindi. “Bu biraz sert bir yorum değil mi? Kitabı sevdim gerçekten, yazarın anlatım tarzı beni etkiledi.” “Aynı kitaptan bahsettiğine emin misin?” dedim, ona biraz meydan okuyarak. “Yazar kendi psikolojik sorunlarını kurguda yazmış gibi. Belki bir derdi vardır, ama bu durum hikayeyi mahvediyor.” James’in ifadesi bir an için bozuldu. “Ama ben… Yani, ben yazarın kitaplarını beğeniyorum. Yazarı tanıyor musun?” diye sordu, hafif bir merakla. “Oldukça iyi tanıyorum.” Dedim ve elimi James’e doğru uzattım. “Avalyn Miller. Yazar benim,” dedim, içimdeki gülümsemenin dayanılmaz bir hal aldığını fark ederek. James’in gözleri açıldı. “Şaka mı yapıyorsun?” dedi şaşkınlıkla. “Gerçekten sen misin?” “Evet, maalesef o benim. Gördüğün gibi, biraz problematik biriyim,” dedim gülerek ve içimdeki kaygının hafiflediğini hissettim. James’in biraz hayal kırıklığına uğramış gibi göründüğünü düşündüm ve “Yani, bu kitabı yazamayacak kadar sığ mı gözüküyorum?” diye sordum, hafif bir alayla. “Daha önce yazdığı bir kitabı ve kendisini bu kadar sert eleştiren bir yazara rastlamadım. Aslında, daha önce hiçbir yazara rastlamadım. Hepiniz böyle biraz problematik misiniz?” dedi hafif sırıtarak. Söylediklerini kendi içimde yaptığım yorumun bir yansıması gibi hissettim. “Sanırım biraz. Ama yazmanın getirdiği sorunlar da var, biliyorsun. Her yazarın muhakkak bir derdi vardır. Ve bundan dolayı yazmaya başlarlar.” James, “Belki de biraz fazla ön yargılısın,” dedi, hafifçe gülümseyerek. “Neyse, kahve siparişi verelim, belki daha keyifli bir sohbet ederiz.” Kahve siparişlerimizi verdikten sonra, James birden dönüp bana sordu, “Hâlâ Mark’ı arıyorsun, değil mi? Yoksa bana bir şans vermek ister misin?” dedi ve bana göz kırptı. “Mark’ı tanıdığından emin misin?” diye sordum, içinde bir merak uyandırarak. “Evet, neden?” dedi James, gözlerimdeki ilginin artmasını izleyerek. “Çünkü eğer gerçekten tanısaydın, 70 yaşlarında bir adamı kendine rakip görmezdin.” dedim, gülümseyerek. James, bu cümlem karşısında kahkahasını tutamadı. “Şimdi hem gerçekten Mark’ı tanıdığını anlamış oldum hem de rakip kelimesini kullandığın için benimle bir noktada ilgilenebileceğini anladım” Dedi dünyanın en sinir bozucu gülüşünü takınırken. “İlgilendiğimi nerden çıkardın, belki sadece bir kahve içiyoruzdur,” dedim, biraz alaycı bir şekilde. İçimdeki gerginlik, James’in gülüşüyle azalmıştı. “Bu durum beni meraklandırıyor,” dedi James, beni izleyerek. “Belki de biraz daha tanışmalıyız. Ne dersin?” Kahvelerimizi yudumlarken, içimde birikmiş olan düşünceleri James’e anlatmaya karar verdim. “Mark’ı gerçekten tanıdığına göre seninle paylaşmak istediğim bazı şeyler var,” dedim, sesimdeki titremeyi bastırarak. “Yaklaşık bir yıl önce büyükannemi kaybettim ve bu olaydan sonra hiçbir şekilde yazma işine geri dönemedim. Büyükannemle aramızda çok fakrlı bir bağ vardı ama burada oturup sana büyükannemi anlatmayacağım tabiki. Birkaç gün önce büyükannemin kasabadaki evine biraz kafa dinlemeye geldim. Eve yerleşirken bir mektup ve bir fotoğraf buldum.” Çantamdan ilk mektubu ve kitaplıkta bulduğum büyükannemin fotoğrafını çıkarıp masaya koydum. Ama bu özel şeyleri henüz James ile paylaşmaya hazır mıyım bilmiyordum o yüzden elimi mektubun ve fotoğrafın üstüne sıkıca bastırdım. “Aslında ilk olarak mektubu buldum mektupta Mark adında birinin ismi geçiyordu ve büyükannemin ona çok büyük bir sevgi beslediği sonra ise zorla ayrıldıkları yazıyordu. İlk okuduğumda buna inanmak istemedim çünkü büyükannemin ömrü boyunca süren mutlu bir evliliği var sanıyordum. Bu mektubun gerçekliğini bir süre reddettim, sonra kitaplıkta Mark’ın imzasının olduğu büyükanneme yazılmış bir not buldum ve bu hikayenin gerçek olduğunu fark ettim. Şimdi tamam da bunlar önce seni sonra beni neden ilgilendiriyor diyecek olursan geçen gece bir rüya gördüm ve büyükannem Mark’ı bulmamı istiyordu. Lütfen delirmişim gibi bakma. Bir yıldır hiçbir yazma dürtüsü olmayan bir yazarın böyle bir olayın hemen ardından parmak uçları yazmak için kaşınıyorsa bu olayın peşine düşmekten başka çaresi yoktur. Özetle Mark’ı bulup her şeyi öğrenmek ve büyükannem adına ona veda etmek istiyorum… Tabii hala hayattaysa.” Konuşma cesaretimi kaybederim diye cümleleri bir çırpıda ağzımdan çıkardım ve şimdi çok hızlı konuştuğum için nefes nefese kalmıştım. Kafamı kaldırıp James’e baktığımda görmeyi beklediğim manzara tam olarak bu deli anlatıyor bakışıydı ama kafamı kaldırıp ona baktığımda bir elini yanağına yasladığını ve beni çok dikkatli bir şekilde dinlediğini gördüm. “Deli olduğumu düşündüğünü söylemeyecek misin?” dedim tereddütle. “Şaşıracaksın biliyorum ama hayır söylemeyeceğim Ava. Tüm bunların hepsine birer tesadüf diyerek hayatına devam edebilirdin ama etmedin, neden? Çünkü tesadüf diye bir şey yok. Hayatta her olay o anda olması gerektiği için oluyor ve her kişi o anda hayatına girmesi gerektiği için giriyor.” Dedi. Bir sigara yakarken James’in dediklerini düşündüm. Hiçbir sebep yokken kasaba evine gelişim, büyükannemin odasında yıllardır çekmecede olan mektubu sadece benim fark etmiş olmam, kafede birden karşımdaki masada James ile karşılaşmam.. Pek tabiki tesadüf olabilirdi ama tesadüf olamayacak kadar hepsi birbirine bağlantılıydı. Ev büyükanneme, büyükannem mektuba, mektup Mark’a ve Mark da James’e bağlantılıydı. Şimdi, şimdi ben de bu bağlantının en ucundaydım. James oldukça düşünceli olduğumu fark etmiş olacak ki “Mektubu ve fotoğrafı görebilir miyim?” dedi. O an elimi daha şiddetli bir şekilde mektuba ve fotoğrafa bastırdım. Olanları anlatmak kolaydı ama büyükannemin özel hayatını tüm çıplaklığıyla bir yabancıya göstermek çok zordu. Bunu yapmaya hakkım bile yoktu, bunlar benim bile değildi. Gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. Büyükannemin sözlerini düşündüm, Doğru yoldasın Ava, ve yavaşça mektup ile fotoğrafı James’e uzattım. Uzattığım mektubu ve fotoğrafı alırken parmaklarımız birbirine değdi. Gözlerimi kaldırıp James’in gözlerine baktım. Tesadüfler zincirine bir zincir daha bağlanmıştı, James’ten bana.. “Bu sabah buraya gelmeden önce birkaç tane daha mektup buldum dolabın içinde.” Dedim James fotoğrafı ve mektubu incelerken ve çantamdan yeni bulduğum mektupları çıkardım. İlk bulduğum mektuptan sonra olacak şekilde mektupları kronolojik sıraya koydum ve ilk mektuba hızlıca göz gezdirmeye başladım. Ben mektubu okudukça her yeni cümlede kafamın içinde bir başka çığlık kopuyordu ve balonların uçları yine düğüm olmak üzere birbirine bağlanıyordu. Mektuptaki o cümleyi okurken artık ellerime daha fazla söz geçiremediğimi fark ettim ve elimdeki kahve fincanını yere düşürdüm. “Ava, iyi misin?” James’in sesini o kadar boğuk bir ses olarak duyuyordum ki sanki kulaklarım tıkanmış gibiydi. Kafamı kaldırıp ona bakmak istedim ama gözlerimin önüne gözyaşlarından bir perde inmişti ve gördüğüm tek beş bulanıklıktı. Dudaklarımdan bir fısıltı şeklinde “Mark sevgilim, sanırım hamileyim. Bir bebeğimiz olacak sevgilim.” cümlesi döküldü. |
0% |