
18.01.2024
Babam her zaman, ‘Kimseye değer verme. İnsanlar kırıcıdır ama sen kırıldığında kimse görmez. Güven senin en büyük düşmanın olsun.’ derdi. İstanbul’a gelirken babamın sözünden çıkmış ve güvenmiştim.
Tuğrul Soykar’ın ölümü tüm ülkeyi sardığında, şu anda bulunduğum yerde olmamam gerektiğini tahmin etmem gerekirdi. Karşımda duran adam, benden alacağı şeylerin bilincindeydi. İstanbul’a geldiğimden beri emin olduğum ikinci şey buydu. Asil Karan Soykar, istediğini ne olursa olsun alan bir adama dönüşmüştü.
Ama babam demişti, ben dinlememiştim onu. Zaten babamı ne zaman dinlemesem hep onun dedikleri çıkar, bende pişmanlığımla kalırdım. Maalesef.
Birkaç saat önce
Tuğrul Soykar, aslen Karslı bir adamdı ama Algan’ı Kars’a gönderdiğinden beri oraya adım atmadığını biliyordum. İstanbul’a defnedilme sebebi de bu olmalıydı. Algan için gerçekten üzülüyordum çünkü birkaç sene öncesine kadar onun suçsuz olduğu hatta babamın da içini ferahlatan haberler gelmişti. Ama bu haberler bizim ipi kopup bağımızı tekrar düğümlememişti. Algan iki sene önce Ankara’ya gelmiş, babamın kendini aklamak için yalan haberler çıkardığını söylemişti. Algan, ailesiyle barışmıştı ve tekrar Tuğrul Amcanın varisi olmuştu. En azından tüm olanlar benim bildiğim kadar böyleydi.
Ama o kadar şeyden sonra, Algan’ın hâlâ kızgın ve pimi çekilmiş bir bomba olduğunu tahmin etmemiştim. Ve sanırım o bombayı patlatmıştım.
Mezarlığın en ücra köşesinde, olanları uzaktan izliyordum. Aslıhan Ablanın sesini yıllar sonra duymak bile beni heyecanlandırmaya yetmişti. Algan’ın üç numara saçlarından tanımıştım. Senelerdir hangi dergide ya da fotoğrafta görsem aynıydı. Bir de yara izi vardı yüzünde. Neredeyse iki metreydi boyu uzaktan gördüğüm kadar. Yanında uzun boylu bir çocuk daha vardı. Miran mıydı bilmiyordum ama o sarışın çocuk kesinlikle ona benziyordu. Gözlerim Asil Karan Soykar’ı aradı uzunca. Onu göremedim ama.
Cenaze kaldırıldı ve gömüldü. Aslıhan Soykar’ın ağlayışı tüm İstanbul’u susturmuştu sanki. Bir canan, canını kaybetmişti.
Buradan çıkmak için kapıya doğru yürüdüm ama arkamdan gelen öfkeli ses buna engel oldu.
“Senin ne işin var burada?” kesinlikle sakinliğin emaresini bile taşımıyordu. Onu duymazlıktan gelip yürüyeceğim sırada sertçe kolumu tuttu ve karşıma geçti. Beni hemen nasıl tanımıştı? Ben bile onun hakkında şüpheliyken o beni nasıl görmüştü?
“Algan-”
“Dilge ne işin var burada?” Tek tek konuşmuştu ve onun öfkesi sanırım arkamda kalan kalabalığın dikkatini çekmişti. Ölüm sessizliği vardı. Mezarlıkta olmamız bile bunu normalleştirmiyordu.
“Tuğrul amca için gel-” lafımı kesmeye yeminliymiş gibi beni böldü yine. “Başlatma amcana! Defol git buradan!” Bıraksa bende onu yapacaktım.
Derin bir nefes aldım, cenazeye verdim gerginliğini. “Algan, cenazeniz var. En azından şimdi bırak düşmanlığını.”
“Sizin yüzünden oldu! Babam sizin yüzünüzden öldü, bir de utanmadan gelmiş konuşuyorsun!” Bana doğru bir adım daha attığında kolumu tutuşu sertleşti.
“Algan, tamam. Gidiyorum, sakin ol.” Dedim bakışlar iyice artarken. Gazeteciler varken neydi bu celal?
“Sakin ol? Sen hasta mısın, Dilge? Si-” sertçe geri çekildiğinde cümlesi yarım kaldı… Sanırım küfrü de öyle.
“Algan yeter. Tatsızlık çıkartma.” Sesin sahibini görünce bir an tanıyamadım ya da tanımak istemedim. Oydu. Senelerdir sadece internette haberlerini gördüğüm adam, yalnızca adını duyduğum adam, çocukluğum tam karşımdaydı.
Asil Karan Soykar tam karşımdaydı.
Algan’ın yeni hedefi kardeşi oldu. “Ooo, Karan Beyler de teşrif etmiş. Hoş geldiniz beyim.” Delirmiş gibiydi. Buna gelir gelmez emin olmuştum, Algan eski Algan kesinlikle değildi. Yine aynı öfke, aynı cesaret, aynı kan. Ama daha koyuydu artık. Eskiden öfkesi sadece babasınaydı ama şimdi babası hariç herkeseydi.
Asil, abisine öfkeyle baktı ama bir şey demeden annesinin yanına yürüdü. Beni hatırlamıyor muydu? Güven, yine dostum gibi görünmüş ve bana düşmanım olduğunu iliklerime kadar hissettirmişti.
Aslıhan abla olanları görmüş olacak ki göz göze geldik. Ağlaması arttı. Adımı söylediğini duyduğumda içim titredi. Eskiden de annem gibi hissettiren kadın hâlâ bana aynı şeyleri hissettiriyordu.
Yanına gittiğimde yanına oturdum. Bana sarıldığında öylece kalmıştım. Vücudum harekete geçmek için beynimden bir komut bekliyordu ama alamıyordu. Elim ayağım birbirine dolandı, sırtına elimi koydum ve sıvazladım. “Başınız sağ olsun.” diye fısıldadım kısık çıkan sesimle. Eskiden şarkılar söyleyip bizi eğlendiren kadın şimdi ağıt yakıyordu. Başını kaldırdı ve yüzümü avuçlarının arasına aldı. “Umay, geldin.” dedi içli içli. “Algan’ın söz-” lafını kestim. Yine oğlu adına özür dileyecekti. Değişmemişti.
“O da haklı Aslıhan abla. Acısı var, tahmin bile edemem...” dedim anlayışla. Aslıhan ablanın arkasında duran bedeni yeni fark ediyordum. Pürdikkat annesine bakıyordu. Çok değişmişti. Eskiden çok naif, hassas ve zayıftı. Şimdi kocaman, Tuğrul Amca’nın aynası olan bir adam vardı.
Aslıhan abla tekrar içi çıkana kadar ağlamaya başladığında onu kaldırdılar mezarın yanından. Herkes gitmeye başlamıştı zaten. Bende kalktım oturduğum yerden. Hala oradaydı. Yüzüne baktım bir an, “başınız sağ olsun.” Diye mırıldandım. Başını salladı bir kez ağır ağır. Yanından geçip gittim. Miran’ın yanına gitmek geldi bir an içimden ama beni tanımayacağı kesindi. O beni en son gördüğünde bir bebekti ama Asil öyle değildi.
İstanbul’dan bir an önce gitmek istiyordum. Buraya hiç gelmemeliydim. Kapının sağındaki üç bedene baktım. Soykar kardeşleri ilk kez birlikte görüyordum. Algan’ın bakışlarıyla karşılaştım bir an çıkarken. Hemen gözlerimi kaçırdım ve arabama yürüdüm. Birkaç saniye kendime izin verdikten sonra İstanbul’daki birkaç işimi halletmek için İstanbul’daki liman deposuna sürdüm. Burada olmam bir hataydı. İstanbul bana yasaktı, tuzaktı, ırak kalmalıydı.
Israrla çalan telefon sesiyle aramayı açtım ve hoparlöre al-dım sesi. “Efendim Alp?” Bu çocuk bana rahat vermemeye ye-min etmişti resmen. “Abla, annem arattı yemin ederim bu sefer. Dedim ben arama-”
“Alp.”
“Abla?” İmtihan gibi bir kardeş...
“Alp niye aradın söyle artık, çıldırtma beni!”
“Unuttum ki…”
“Alp kapat şu telefonu.”
“Tam- Dur dur, hatırladım. Annem arattı. Ne olduğunu merak etmiş.”
“Sabaha orada olurum. Gelince konuşuruz, işlerim var.” Telefondan ses gelmedi bir an. Kapattı sandım ama açıktı. “Alp?”
“Bu kadar erken mi geliyorsun?”
“Bu kadar sevgini belli etme. Üzerler seni,” dedim ama sözlerimin aksine sesim ciddiydi. “Başka bir şey var mı?”
“Şey bir de sen yokken Doğu geldi.”
“Alp, düzgün konuş. Kaç yaşında adam, abi desene.” Parmaklarım hafif bir tempoda direksiyonda ritim tutarken yeşil ışığın yanmasını bekliyordum.
“Yok, ben abi demem ona. Çok itici, bir de sürekli seni soruyor.”
“Ne dedi?”
“2 gündür İstanbul’da olduğunu bilmiyormuş, bende biliyordur diye söyledim. Koz verdim resmen adamın ağzına abla. Çok mutsuzum. Senin hakkında bilgi sızdırdım.”
“Gelince konuşacağız seninle, Alp. Telefondan artistlik yapmakla olmuyor o işler.” Telefon yüzüme kapandı. Derin bir nefes aldım ama çok havasızdı. Camı açtım sonuna kadar ve içeriye giren soğuk havayla kendime gelmeye çalıştım.
Limana ulaştığımda birkaç tanıdık yüz görmek beni rahatlattı. Gemi kaptanımız Haluk abi geleceğimi babamdan öğrenmiş olmalıydı. Depolardaki son eksiklere bakılırken birkaç şeyi kontrol ettim. Aslında bu işlerden pek anladığım yoktu eskiden. Zamanla babamın yanında durmaktan öğrenmiştim bazı şeyleri ve formaliteden yapıyordum. Benim asıl hayalim şirketin avukatı olmaktı ve şimdiki şirket avukatımız Ada ablanın yanında stajımı tamamlamaya çalışıyordum.
Limandan ayrıldığımda işim beklediğimden uzun sürmüştü ama bu sürede Ersin abi bana uçak bileti ayarlamıştı. Zamir Amca hâlâ babamın en yakın arkadaşı ve yardımcıydı. Ersin abi de güvenlik şefi olmuştu birkaç sene önce.
Sabiha Gökçen Havalimanına doğru yola çıktığımda içimde çok tuhaf bir his vardı. Bazı hisler insanın içine doğar, büyür ve ölürdü. İçimde doğan bu his büyüyor ve tüm vücudumu sarıyordu. Ölüm ise bir son değil, başlangıç olacak gibiydi.
İstanbul trafiğinde sakin kalmak elde değildi. Parmaklarım direksiyonda kendine bulduğu ritmi tutarken uçağı kaçırmak istediğim en son şeydi.
Bir saatin sonunda artık bu şehre veda vaktim gelmişti. İçimdeki tarifi bilinmez his hâlâ büyüyor ve benliğimi kendine ev ediniyordu. Arabayı yarın İstanbul’daki çalışanlardan birisi alacaktı. Havalimanına girdim hızlıca, uçağın kalkmasına yarım saat vardı. Kayıt yaptırmaya giderken dikkatsizlikten birisine çarptım. “Pardon,” dedim refleks olarak ve önümde dikilmeye devam eden adama bakmadan yanından geçtim. Ama beni durduran şey, içimde büyüyen hissi öldürmüştü. Bir başlangıcı getirmişti bu hissin ölümü. Nelerin başlangıcı olacağını ise kestirmek güçtü.
“Kargalar unutmazmış, Alpagu. Öğrendim anlamını.”
Şimdi
“Benden size hayır gelmez. Bence siz beni bıra-” Algan oturduğu yerde ağır bir hareketle bana döndü. “Şu an çok şaşkınım. Sana o kadar katılıyorum ki,” Asil’e döndü. “Bırakalım, gitsin kız. Bir bok yapamayız biz bu ekiple zaten.” Sabahki hâline göre bu sakinliği beni bozguna uğratmıştı ama her kelimesinde o iğneleyici tonu duyuyordum.
Beni dikkatle inceleyen Miran’a kaydı gözlerim, en son gördüğümde 2 yaşında minicik bir bebekti. Sarı saçlarıyla tüm ailesine meydan okuyan o bebek, şimdi hafif koyulaşmış saçları ve ela hareleriyle karşımda bir genç olarak oturuyordu. Dediği cümle beni bozguna uğrattı.
“Bu mu şimdi Umay dediğiniz kız?”
Beğenemedi sanırım beni. Ay çok da umurunda sanki Umay!
“Bir şey diyeceğim de demiyorum.” diye mırıldandım kendi kendime. Ben onun boklu bezini değiştiriyordum pardon da. Tüm gözler bana döndü. Nasıl duymuşlardı ki?
“Söyle söyle. İçine atma, şişersin falan maazallah.” dedi Algan ciddiyetsiz bir tavırla. Onu duymazlıktan geldim.
Odanın içinde bilmem kaçıncı turunu tamamlayan Asil’e döndü gözlerim. “Benden ne istiyorsunuz?”
“Her şeyi anlatmanı.”
“Oradan bakınca her şeyi biliyormuş gibi miyim?”
“Buradan bakınca…” dedi ve başını eğip beni süzdü. “Epey değişmişsin. İlla ki bildiğin şeyler vardır, Alpagu.” dedi sadece.
Yıllar sonra kalbimi böyle soğutma nedeni, cümlesindeki soğukluktu. Bazı şeylerin değişmediğini görmek güzel olurdu ama şans benimle ancak alay ederdi.
Miran arkasına yaslandı. Hiçbiri cenazedeki gibi asabi ve kötü görünmüyordu. Sanırım Soykar kardeşler bu yönden de fazlasıyla Tuğrul amcaya benziyorlardı. “Abi bu kadının adı Umay Alpagu değil mi? Eminiz yani.” Yazık, garibim. Hâlâ kafasında benim kim olduğumu oturtmaya çalışıyordu.
“Ne diyorsun lan?” dedi Asil anlamsız bakışlarıyla.
“Algan abim cenazede sorduğumda Dilge demişti. Sen Alpagu dedin. Alpagu olduğunda hemfikiriz ama Umay hangi kısımda,” bana dokundu ela hareleri. “Kim şimdi bu?”
Miran için çok özel teknikler düşünüyordum tam şu anda. Ama abisi benden önce davrandı.
Asil onun kafasına sertçe vurduğunda bir ah koptu dudaklarından. “Lan dingil! Bu ne lan? Mağarada yetişmiş gibi davranma. Anlattık her şeyi işte, tamam mı abisi?”
Miran homurdanarak odadan çıktı. “Adını kesinleştirince beni çağırırsınız.” Kapıyı çarptı. Normal şeyler bunlar ergenlikte tabi.
Odada üçümüz kaldığımızda tek ses şöminenin çıtırtısı oldu. Bu sessizliğe dayanmak mümkün değildi. “Sizin yüzünüzden uçağı kaçırdım. Yetmezmiş gibi bir de neden burada olduğumu da bil-”
“15 yıldır hayatında olan her şeyi istiyoruz. Daha kaç kez söyleyeyim?”
“Bu pek açıklayıcı değildi. Sanırım yanlış anladım.” dedim. Salak gibi davranmak en mantıklısıydı.
Gelip karşımdaki deri koltuğa oturdu. Algan kenarda silahını siliyordu. Gerçekten silahlara zaafı vardı bu herifin. “Bak Umay. 15 yıl önce yaşananlardan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Ya da her şey yoluna girdi olanlarla ama hâlâ çözülmeyen çok şey var. Senden istediğimiz bize yardım etmen. Babam öldürüldü, seneler önce bana bunu yapanlarla aynı kişiler olduğuna eminim ama-“
“Ama bunu kanıtlayamıyor çünkü seneler önce olan şeylerin suçlusu baban, Dilge.” dedi Algan bir ok gibi gözleri bana saplanırken.
Ona baktım inanamayarak. “Olanlardan sonra hâlâ babamı mı suçlu görüyorsun gerçekten?”
“Görmemeli miyim?”
Hiddetle ayağa kalktım. Bedenim yanıyor, kalbim öfkeyle kaynıyordu. “Ya o adam kendini ne kadar suçladı, kaç kez Tuğrul Amcayla konuşmaya çalıştı biliyor musun sen? Seni Kars’tan getirmek için Kars’a bile gitti ama Tuğrul Amca engelledi onu! O zaten masumdu, buna inanmayan bir sen bir de kendisi vardı! O gün oradaki tüm korumaların geçmişini geleceğini araştırdı senelerce, sırf senin masumiyetini göstermek için yaptı her şeyi!” O da kalkmıştı benim yüksek sesimle. Asil sabır dileyerek beni yerime oturttu tekrar.
Algan işaret parmağını salladı bana. “Buraya cenaze ayağına babanı aklamaya mı geldin?”
“Eğer izin verseydiniz tek istediğim cenazeye gelmekti. Resmen beni kaçırdınız!”
“Umay, sesini kısık tut. Sinirlenecek bir şey yok.” Bariz bir şekilde kendisi de sinirliydi ama sakin görünmeye çalışıyordu beni ve abisini dindirmek için.
Saçlarımı geriye attım hızlıca. “Tamam, sakinim ben zaten. Abine söyle sen onu.”
“Onun lehçesinde öyle bir kelime yok.”
Algan gözlerini devirdi kardeşine ama hayatımda ilk kez böyle bir devirme görüyordum. Resmen gözünün akı kaymıştı ve boşluğuma gelse irkileceğim şekildeydi. “İkna et sen Umay’ını. Gidiyorum bende. Anlatsın sana yalanlarla dolu hayatını. Hadi eyvallah.” Silahının beline taktı ve kapıyı sertçe çarparak gitti.
İkimiz kalmıştık bu sefer. Şöminenin sesi bile yoktu odada. Bakışlarını hissediyordum ama ona bakmıyordum. Birkaç dakika sessizlik oldu ama birkaç saat gibi geçti. En sonunda ona döndü gözlerimiz buluştu. Derin bir nefes aldım ve bir tutamı kulağımın arkasına sıkıştırdım.
“Nereden başlayayım anlatmaya?”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |
