
“Ne demek lan o?” dedi Kartal şaşkınlıkla. “Sen düşündün ve aklına bir şey gelmedi, hayatta inanmam.” diye devam etti.
Birkaç dakikadır tek konumuz Asil’in bir planının olmamasıydı. Ama yok dememişti tabii.
“Canımı sıkma benim.” Dudaklarının arasında bir sigara olduğu için sesi boğuk çıkmıştı.
Güldü Kartal. “Canımı sıkanın canına sıkarım, diyorsun.” dedi imayla. Asil umursamadı. Benim imalarımı da hiç takmıyordu zaten.
“Ne yapacağız peki? İllaki aklınızda birisi vardır.” dedim arkama yaslanırken.
Asil’in bakışları bana döndü ve sigarasını küllükten alıp dudaklarının arasına götürdü. Külü uzayıp kendisi düşene kadar içine çekti. Gözlerini de bir saniye benden ayırmadı.
“Var Ama hiçbiri buna cesaret edemezdi. İstanbul’un büyük bir kısmı bizim bölgemizde. Limanlar da dâhil.” dedi sigarasının külünü küllüğe silkerken. “Çoğunun Rusya’yla imzaladığı anlaşmalar var ve geri çekilemiyorlar.”
“Sedat Alpagu.” dedi Algan. Ona baktım, babamı Asil’e olanlar yüzünden hala suçluyordu ve babasının ölümünü de buna bağlıyordu. Ama beni de düşman olarak görüyordu. Yalnızca 9 yaşında bir çocuğu suçluyordu. 24 yaşındaki bir kadını değil.
Asıl suçluyu değil de masum bir çocuğu, babası yüzünden suçlayacak kadar kör müydü insanlar?
“Algan yeter.” dedi Kartal ve Asil aynı anda. Miran girdi o sırada içeri. “Abimi mi susturuyoruz?” dedi heyecanla. Algan, Kartal’ın elindeki eriği alıp onun kafasına fırlattı. “Geri zekâlı! Benim eriğimi niye suçuna alet ediyorsun?” diye bağırdı Kartal. İkisi de birbirine nefretlerini kusarken Miran gelip yanıma oturdu. Oha!
“Abi, Gökçe geldi. Seni sordu,” dedi diğerlerini umursamadan Asil’e laf anlatarak. Asil başını salladı sadece. Gökçe kimdi?
“Gelmez o bir süre, dedim ama aradı sonra bir de,” Asil dinlemeye devam etti. “Engelledim bende çok arayınca, sanırım önemli bir şey ama.” Neredeyse gülecektim. Birkaç metre ötede kavga eden iki adamdan daha olgun bir çocuktu.
“Yarın gider, konuşurum. Bir daha gelirse bir şey deme sen,” başını salladı Miran. Bana döndü bakışları yeni fark eder gibi ama sonra sırıtarak abisine döndü. “Bir kere Umay ablayı görse gelemez zaten.” dedi ama kafasına yediği yastıkla gülmeyi bıraktı. “Ya sizin benim kafamla zorunuz ne?” dedi arkasına yaslanarak.
“Salak salak konuşmayı bırakmıyor o boş kafan, abisi.” dedi Asil yeni bir sigara yakarak. “Şuradaki iki aptaldan daha dolu olduğu kesin olan kafam mı, abisi?” dedi Miran tıpkı Asil gibi.
Asil ve Algan fiziksel olarak benzese de, Asil ve Miran kesinlikle birbirlerinin aynısıydı. Asil, abisine göre daha olgun davranırken Miran tıpkı Asil gibiydi. Sanırım bunun nedeni Algan’ın onlardan uzakta olması ve Miran’ın Asil’le büyümesiydi. Bu hikâyede yanan Algan’dı. Ve yananlar yakardı. Algan’ın duracağını da hiç sanmıyordum.
Birkaç dakikalık sessizlikte tek gürültü hâlâ tartışan Algan ve Kartal’dı. Ayağa kalktım. “Biraz hava alabilir miyim?” kaşlarım çatıldı, hiç kaçırılmış gibi davranmıyordum. Biraz abartıyordum tabi ama ilk başta gelmeye rızam yoktu sonuçta. “Kaçmam bir yere, kırk tane adam var kapıda zaten.”
Asil başını salladı bana bakmadan. Sürekli beni kaçırdığına değiniyordum ve umursamıyor gibi görünüyordu.
Kapıya doğru yürüdüğümde Miran’ın da arkamdan geldiğini fark ettim. Kabanımı giyerken o da kendi montunu alıp giydi. “Nereye?” dedim ama çok yersiz bir soruydu. Bana neydi mesela?
“Sakıncası mı var?” dedi ayakkabılarını giyerken.
“Yok.”
Kapıyı açtı centilmen bir tavırla benden önce. Dışarı çıktığım anda kapıdaki korumalar hareketlendi ama Miran kapıyı kapatıp yanıma gelince kaçmayacağımı anlamış olacaklar ki işlerine döndüler.
Miran ile birlikte bahçede yürümeye başladık. Garipti, sanki bir anda büyümüş gibiydi. En son yaşındaydı, şimdiyse 17. Bir de Algan’dan daha olgundu.
“Algan Abim niye bu kadar suçluyor babanı?” diye bir soru yöneldi şahsıma. Konuşmaya mı çalışıyor yoksa laf mı almaya çalışıyordu anlamıyordum.
“Abine olanlardan sonra babam da kendini suçladı, Algan hâlâ onun etkisinde.”
Birkaç dakika düşündü sanırım dediklerimi. Ne bildiğini bilmiyordum, bu yüzden anlatamıyordum ama onun da bilmesi gerekiyordu. “Ne değişti peki sonra?”
“Babam çok araştırdı, her yere uzanıyordu eli kolu ama senelerce uğraştı. Delil aradı, en sonunda görgü tanığı buldu, delil gösterdi. Ateş Pars’ın adamıymış o gün gelen kişi. Tanıyor musun onu?” Başını salladı olumlu anlamda.
“Peki, hiç onun peşine düşmesinden korkmadı mı?” Duraksadım. Ne denirdi bu soruya bilemedim çünkü babamın gözünde hiç görmemiştim o duyguyu.
Yalanlar, yılanlar. Yılanlar, yalan söylerdi. Hayattan yılanlar ise gerçek yalancılardı.
“Bilmiyorum, Miran. Abin beni de suçluyor ama tek suçum babamın kızı olmam.” dedim burnumdan histerik bir nefes vererek. Babamın kızı olmam. Sırf bu yüzden suçluydu küçük Umay. Peki büyük Umay? İkisi de Alpagu olmadığı her an anlamsızdı.
“Kardeşin varmış bir de.” Gülümsedim. “Evet, on dört yaşında. Tanısan seversin, kardeşim diye demiyorum çok kafa çocuktur,” güldü o da ama buruktu her zamanki gibi. Bu yaştaki bir çocuk için normal olmayan gülüşü kalbimi dağladı ama tepki vermedim.
“Seni de sevdim ben, merak etme. Algan abime çok uyma, o kimseyi sevmiyor zaten.” Bir zamanlar beni severdi ama, Miran.
“Ona pek takılmıyorum zaten. Acısı var, çok severdi Tuğrul amcayı. Hepinizin acısı var ama Algan fazla kindar.” İç çekti. Ellerini montunun cebine koydu. Omzuna kolumu attım boyum el verdiğince ve sıvazladım. “Kocaman olmuşsun ya! Şuna bak kolum yetişmiyor, ne yedin oğlum sen?” Güldü, kolumu omzundan çekince o kolunu omzuma sardı. Kendimi ufacık hissettim. “Karma diyelim,” Gülüşümüz gecenin karanlığına karıştı. Ay gökyüzündeki yüzlerce yıldızın arasında, başka bir yıldızın ışığını yansıtıyordu ve karanlığa ışık tutuyordu. Peki, bu adamların karanlığına kim ışık olacaktı?
Arka bahçeye geçmeden hava daha da soğudu ve eve girdik. İçeriden Asil’in sesi geliyordu.
“…Sizinle mi uğraşalım işimize mi bakalım? Kızı kaçırdım amına koyayım! İki gün sonra bize ne olacağının garantisi yok. Bir halta yarayın lan,” birkaç saniye sesler duruldu. O sırada biz salona geçtik. “Ulan hadi bu andaval,” Kartal’ı göstermişti. “Sana ne oluyor, abi?” dedi Asil.
“Ben miyim lan andaval?” dedi Kartal öfkeyle, bu hali bile ciddi değildi. Ayağa kalktı ve Asil’e söylenerek salondan çıktı. Asil gözlerini tavana dikti ve sanırım Allah’tan sabır diledi. Dış kapı sertçe çarpıldığında Algan’ın ne ara gittiğini bile algılayamamıştım.
“Bir de bana laf et,” diye mırıldandı Miran kendi kendine ama ben duydum. Hiç oturmadan, “İyi geceler, Umay abla,” dedi ve abisine baktı. “Sana da iyi geceler, Karan Soykar.” dedi yüksek sesle ve salondan çıktı. Yine ikimiz kalmıştık.
Birkaç dakika sessizce onu izledim, gelip yanıma oturdu ve bana döndü. “Umay, çok özür dilerim. Seni burada boşuna tutuyorum resmen. İstediğin zaman gide-” Lafını kestim.
“Aslında kaçırmasan yine gelirdim,” onu işaret ettim gözlerimle. “Acın var. Yarayla alay etmem ben çünkü bende yaralandım, Asil. Ne faydam olur size bilmiyorum ama en sonunda yine buradan olurdum.” dedim anlayışlı bir dille. Yaralanmamış olan yarayla alay ederdi ama ben yaralanmış bir ruha sahiptim. Her şeyiyle anlıyordum onu. Karşımda bir tabut duruyordu, ruhuna mezar etmişti bedenini. En iyi ben anlıyordum.
Bakışları yumuşadı. “İstanbul’da limanda bir sevkiyata görevlendirdi babam beni. Gece gitseydim yarın yine geri gelecektim.”
“Limana gideceğin zaman yanına koruma al. Cenazede seni görenler oldu, ne olur ne olmaz.”
“Yok, yok. Gerek yok,” dedim hızlıca. “Kaçmamdan mı korkuyorsun yoksa?”
Önce çatık kaşları düzeldi sonra güldü. “Kaçmayacağını biliyorum.”
“Nereden biliyorsun?”
“Sen kaçacak bir insan değilsin.” Bir Alpagu hiçbir şeyden kaçmaz. Kaçmazdım. Kaçanı da kovalardım üstüne. Aslında kaçacak yerim yoktu, bende bunu fırsata çevirmiştim.
“Ateş Pars,” dediğinde içim titredi. Konuyu değiştirmesi aniden tüylerimi ürpertmişti. Devamını getirmese o ürperti geçmezdi. “Seneler önce babama mesaj yollamak istemiş, beni vurma nedeni buymuş. Belki de babama mesajı buydu. Ölüm. Belki de amacı hep Tuğrul Soykar’a önce zarar verip sonra saldırmaktı.” dediklerinden kendisi de emin değil gibiydi, ona saçma gelen teorisini çürütmeme ihtiyacı vardı.
“Bilemiyorum, gerçekten anlamıyorum da. O adamın ölüm haberi geldi ve sonra ortalığı ayağa kaldırdı.” durdum ve ona döndüm. “Adli tıp sonuçlarını görmeden ne yapılır bilmiyorum, sonuçlar çıktığında yasal olarak süreç başlatılabilir.”
Ofladı. Dirseklerini dizlerine yaslayıp alnını ovdu. Yorgundu ve bu çok belliydi. Kendini saklamaya çalışmıyordu. “Yemin ederim ilk değil, Umay. Babam giderken abime tahtını bıraktı, gördün işte bana da bahtı kaldı.” İçimde yanan ateşler harlandı. O ateş bir kızın intikam ateşiydi ve gitgide büyüyordu. Bu oduna bir odun daha atmıştı Asil. Onunla ne kadar benzediğimi fark etmiştim belki de. Bazı babalar çocuklarına sadece dertlerini miras bırakırdı. Tuğrul Soykar, yaşarken Algan’a olan ihmalini ölünce bıraktıklarıyla telafi etmeye, Asil’e verdiği değeri de dertleriyle çıkarmaya çalışmıştı. Ama ne Algan mutluydu ne de Asil. Babamın bana ne bırakacağı meçhuldü. Canımı bıraksa yeterdi.
Teselli etmek istedim onu. Geçecek demek istedim ama geçmeyecekti, biliyordum. Yalnızca oturmak geldi elimden. Sehpanın üstündeki sigarasını ve çakmasını aldı, ayağa kalktı. “Dolapta kıyafet vardı, üzerini değiştirmek istersen diye. Dinlen, zaten bir bok yapamıyoruz.”
Kapıya yürüdü, o çıkmadan önce ayağa kalktım ve gitmesine engel oldum. “Asil,” Durdu ama bana dönmedi, yanında duran eli yumruk oldu. “Kendini hırpalamana değmez. Sen hala kanayan yaradan iyileşmesini bekliyorsun, kabuk bağlamazsa iyileşmez o yara.” Omzunun üzerinden bana baktı. Hiçbir şey söylemedi ama bakışları çok şey söyledi.
Başını salladı. Çıkıp gitti. Dış kapı kapandı.
Dertlerinden yananlar, başka şeyleri yakmaya bakardı içlerindeki ateşleriyle. Biri söner, diğeri yanardı. İçi de söner umuduna tutunurdu insan ama içindeki kor büyürdü iyice. Tüm bedenini ele geçirirdi. En çok yakanlar, aslında en çok yananlardı. Çünkü yangının ortasında yanmadan kalan hiçbir şey yoktu.
Daha fazla orada durmadım ve üst kattaki odaya çıkıp kapıyı kilitledim. Dolabı açtığımda işime yarayacak kıyafetler vardı. Elime gelen ilk gri eşofman ve beyaz tişörtü aldım, üzerimdeki kıyafetleri değiştirdim. Odanın ışığını kapattım ve arka bahçeye bakan boydan camların önüne geçtim. Çardakta oturan beden hemen gözüme çarptı. Elindeki sigarayı söndürdü ve yenisini çıkarıp yaktı. Canı acıyordu ve ilacını farklı şeylerde arıyordu.
🐦⬛
Sabah çıkmadan önce Asil’i yakalamış ve işim bitince şirketine gelmek istediğimi söylemiştim. Sanırım birinin onu harekete geçirmek için teşvik etmesi gerekiyordu. O da bir şey dememişti.
İstanbul’a arada sırada yine iş için geliyordum. Burada da bir hayatım vardı, alışıktım bu şehrin gürültüsüne ve trafikte bu güzel bir şeydi. Arabanın içine telefonun sesi dolduğunda uzanıp açtım. “Doğu?”
“İstanbul’daymışsın.”
“Söylemem mi gerekiyordu gelmeden önce?” burnundan histerik bir nefes verdi. “Umay, yapma. Şu an üstüm değil arkadaşımsın ve seni merak ediyorum.”
“Her arkadaşıma nereye gittiğimin hesabını vermiyorum, Doğu.”
“Gidecek misin?” Ne demek istediğini anlamıştım.
“Gelecek misin?” diye bir soru yönelttim. “Her zaman.” diye cevap verdi gecikmeden.
“Ona soracağım şeyler var ama bekliyorum şimdilik. Her şeyin bir vakti var.”
“Onu ele verecek misin peki?” duraksadım. Yapar mıydım bunu? Şüpheleniyorlardı ve şüphe kolay kolay silinmezdi. Her şeyin bir zamanı vardı. “Henüz hiçbir şey belli değil. Gidişat gösterecek her şeyi.”
“Onu satarsın yani?” Seni sınıyor, Umay. Uyma şu Şam şeytanına.
“Haddini bil, Doğu. Az önce arkadaşımdın ama şu an üstünüm ve haddini aşıyorsun. Görevle ilgili konuşma arkadaşımsan eğer.”
“Gelince görüşürüz o zaman. Haber ver, ekibi topl-” durdurdum onu daha fazla konuşmadan. “Gerek yok, bu benim kendi meselem. Gerekirse bırakırım her şeyi. Yaptığım şeyden de asla pişman olmam, doğruyum der geçerim. Ama bu her halükarda olanların hesabını soracağım gerçeğini değiştirmiyor. Şimdi kapat, trafikteyim.”
“Nasıl istersen, Fallon.” Telefon kapandı. Birkaç saat içinde işlerimi bitirdim ve sevkiyat için limana uğradım. Gerekli her türlü durumu kontrol ettikten sonra limandan ayrıldım ve Soykar Holding’i buldum navigasyondan.
Ne demiştim? Yalanlar. Hayattan yılanlar ve yılanlar. Ben yalancının tekiydim. Gerçek bir yalan nasıl söylenir, nasıl yalanlarla yaşanır öğrenmiştim.
En tehlikeli yalansa, insanın kendisini bile inandırdığı yalandır. Ben artık bu hayata kendim bile inanıyordum.
Yeni bir sayfa açıldı, senarist bu defa farklıydı ama tüm suçlular aynıydı. İlk cümlesi yazıldı ama kağıda dökülen mürekkep değil kandı.
Yaşarken ölen ama toprağın altına tek girmeyen…
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |
