@amatoriceyazar
|
Bölüm Müziği: Cem Karaca-Bindik Bi Alamete Gedeyoz Kıyamete "Çorba, Mercimek Olanından" 🌃 Çirkin bir kalabalığın ortasında göğe bakabilmenin muhteşemliğini nasıl anlatabilirim ki? Her yaşamın ortasına düşen bu kargaşa, nefes almayı bile güç kılarken yaşamaya değer bir şeyler bulmak, bulabilmek o kadar muazzam ki. Şimdi, kafamın içinde dönen bu kargaşa olmasaydı şayet şu kaldırıma uzanabilir ve kendimi bir mükemmelliğin ortasında bulabilirdim. Fakat Sokrates dedemi bile yaşadığım şu durumlara şahit tutabilirim ki kafam hiç rahat değil. Niye değil? Ben de bilmiyorum. Gökalp, bir erkek olarak beni etkileyebilecek kalibre de yakışıklı bir adam. Yine de ona deli divane olduğumu iddia edemem. Hem daha önce de dediğim gibi erkek ilişkilerim iyi değildir ve zaten iyi olmasını isteyen bir yanım da yok. Sadece uzaktan sevilesiler. Hatta bana kalsa bir de eldiven şart bu sevmeye. Yoo, kalbim kırılmadı sadece ön sezi. Evet. Bir yıldız kayarken, köşe başındaki köpek kuyruğuna basılmışçasına havlarken ve Neriman teyzenin balkonunun ışığı yanarken tüm bunları neden düşündüğümü gözden geçirdim. Kendi kendine gelin güvey olmak deyimi vücut bulacak olsa baş aktör ben olurdum. Gökalp’i gördüğümden bu yana öyle büyük bir sıkıntıyla harman dalı oynamaya başlamıştım ki son radde de abim kırmızı kuşağımı bile bağlıyordu. İşin gerçek yanı şu ki böyle bir şey yok. Olmayacak da. Öyleyse müshil içmiş martı gibi neden sıçmak için yer arıyorum? Hah! Evet. “Hayırdır kııız, gece gece ateşin başına mı vurdu, ne yapıyorsun sokak ortasında?” Bu düşünce paradoksunun ortasına kesinlikle Fitneci Kadınlar Kurulu Neriman teyze dahil olmalıydı. Hatta baş köşeye kurulmalı ve terleyen koltuk altlarını yelleye yelleye o pis sırıtışını sunmalıydı. “Allah’ın sokağı, Neriman teyze, çıkmak için saati mi olur?” Kısa saçlarını ensesinde toplayıp yine o kınayıcı bakışını takındı. “Sen iyice arsız bir şey oldun.” Heh, iki lafından biri de bu olmuştu artık. “Arsızsam konuşma benimle, Neriman teyze.” Ağzından eksik etmediği -nıç nıç tekrar duyuldu. “Aman, ne konuşacağım! Gidiyorum zaten haftaya, kına yak sen de.” Merakla baktım yüzüne. O ise balkon demirlerine daha çok yasladı koca göbeğini. “Hayrola?” Derin bir nefes aldı. “Yaşlandım artık, bizim oğlan gel yanıma deyip duruyor. Gelin biraz mırın kırın etti ama ben onu yola getirmesini bilirim.” Allah gelinin yardımcısı olsun. “Ee, taşınıyorsun o zaman?” Ağır ağır başını salladı. “Öyle. Evi de kiraya vereceğim. Bu devirde geçim zor. Oğlana da yük olacağım. Kirayı ona veririm, rahmetlinin emeklisi de bana yeter zaten.” Gece gece dert yanacak adam arayan Neriman teyzeyle biraz daha mesele üzerine konuşmuştuk ve sonrasında o, küçük dili ta bu mesafeden ve bu karanlıkta gözükecek şekilde esneyip içeri geçmişti. Dakikalar önce birbirimize çemkirmiyormuş gibi iki medeni insan olarak dertleşmemiz beni bir miktar şaşırtsa da yine de komşuluk böyle bir şeydi. Bu yüzden bir yanım bu çemkirme makinesi kadının taşınacağı için üzgündü. Beynimdeki küçük karmaşaya bir de Fitniyat Neriman’ın taşınıyor oluşu eklenince her şey tamam oldu. Bir dolu kafayla tekrar yıldızları seyretmeye başladım. Çok geçmemişti ki birkaç tıkırtılar eşliğinde artık yavaş yavaş aşina olmaya başladığım koku ve sahibi tekrar yanımda belirdi. Önce siyah eşofmanını parmak uçlarıyla tutup yukarı çekti sonra da yavaşça yanıma oturdu. “Gitmemiş miydin?” Kısa bir -nıç sesi çıkardı. “Gittim de çok sıcak, uyuyamadım. Biraz daha hava alayım dedim.” Başımı salladım. “İyi yapmışsın.” Ellerini dizlerinin önünde bağladı. Yan gözle süzdüm bedenini. Dikkatle gökyüzüne bakıyordu. "Sana iş buldum," dedi bir an da. Sonra yavaşça başını indirip yüzüme baktı. İş mi buldu? "Ne işi?" Göğsü derin bir nefesle yükselirken ellerinin bağını çözüp kaldırıma bıraktığı telefonunu eline aldı. Çok geçmeden de telefonun yüzünü bana çevirdi. "Instagram da çok olmasa da belli bir takipçi kitlem var. Çoğu zengin kesim. Yaptığın resimleri paylaşacağım. Sana da bir tane hesap açacağız. Reklam olacak yani. Beş, on bine satacağın tabloları elli, yüz bine bile kapatırım. Sen sadece yapmaya bak." Şaşkın bir şekilde yüzüne bakarken ne anlattığını çözemeyecek kadar alık hissediyordum. Bu koca cümbüşün ortasında, ne işi? "Anlamadım, bir dakika. Ne yani, şimdi resim çizip instagramdan senin zengin camiana pazarlayacağım, öyle mi?" Kendinden emin bir şekilde başını salladı. "Nesi var? Şimdi bu mecralar çoğu kişiye ekmek kapısı oluyor. Sen de emeğinle kazanacaksın. Hem, bu senin işin." Söylediği girişimden başarılı çıkma oranım neydi? Bilmiyorum. Fakat saf bir güdüyle ona inanacağımı ve dediklerini birbir yapacağımı biliyordum. "İyi de o kadar iyi tablolar yapamam ki ben." Gözlerini kısıp dikkatle yüzüme baktı. "Yapabileceğini biliyorum." Ekilen küçük bir inanç tohumu sonrası Fatih'in karadan yüzdürdüğü gemilerin birine atlayıp İstanbul'un fethine katkı bile sağlayabilirdim. Bu inanç denen meret, evet, her şeyi yaptırabilir insana. "Düşüneceğim," dedim, çoktan kabul ettiğimi bilerek. Kimdi, neydi, nereden geldi çok da sorgulamadığım bu adama karşı hissettiğim sarsılmaz güven beni yarı yolda bırakmasın diye dua ediyordum. Keza anlattığı şeyler bu yokuşu tırmanmama yardımcı olmayacaksa, derin bir hayal kırıklığı içerisinde depresyona hapsolabilirdim. Fakat yine de, evet, yine de. 🌃 Ethem bey, emekliliğin verdiği muhteşem rahatlıkla yirmilerinin başında gibi hissediyordu. Emekli olmanın gururuyla her sabah en geç dokuzda uyanıyor, tavşan kanı çayını içtikten sonra mahalle kahvesine uğruyor ve emekli yoldaşlarıyla gerek politika tartışmalarına giriyor gerek okey oynuyor gerekse de birkaç tur tavla çeviriyordu. Yaşadığı hayattan oldukça memnun olmasına rağmen yeni yetme bir heyecanla farklı lezzetler arıyordu. Ruhunda gezinen faşist ataklar onu rafting yapma istemine bile itiyordu. Bu faşist atakların sonucunda emekli yaşlı yoldaşlarıyla bir karar almışlar ve emekli kampı düzenlemişlerdi. Fakat gelin görün ki Zehra hanım, aman Ethem altmışından sonra kalkıştığın işlere bak! Diye azarlamış gitmesine rıza göstermemişti. Yine de Ethem beyin Zehra hanımı dinleyeceği yoktu. “Onu bunu bilmem, Zehra. Ben gidiyorum,” derken elindeki küçük çantaya da sıkı sıkıya sarılmıştı. Evin güzide misafiri Cihangir, sersem kızı Sare, ağır abisi Okan, çakma şirini Berfu bile bu sabah vaktinde uyanmış ve ev de kopan hengameye bir ad koymak istemişlerdi. Fakat gelin görün ki hepsi uykulu ve sersemlerdi. Ayrıca Ethem bey ve Zehra hanımda anlaşılamayacak kadar sinir dolulardı. “Ethem! Delirtme beni çocukların önünde. Yarın köye gideceğiz, babamlar bizi bekliyor sen kamp diyorsun ya!” Ethem bey, çocuk inadıyla şişko omuzlarını silkti. “Beklesin babamlar, ne olacak sanki! Köy kaçmıyor ya! Kampa gideceğim ben!” Zehra hanım, yılgın bir şekilde nefes aldı. Okan, sonunun nereye varacağını pek de saptayamadığı bu kavgayı bir kenara bırakıp işe gitmeden önce biraz daha uyumak için odasına geçti. Berfu’da abisinin izinden yürüdü. Cihangir ve Sare ise bu tatlı atışmayı hoş bulmuşçasına izlemeye devam ettiler. “Ne halin varsa gör! Ama sonra babam hesap sorunca geveleyip durma. İki gün veriyorum, iki gün sonra buradasın. Yaşlandırdınız beni canım!” Ethem bey, altı çizilen iki günle mutlu bir şekilde evden ayrılacaktı ki durakladı. “Evladım, beni gideceğim yere kadar bıraksan olur mu? Bir arkadaşın arabasıyla gideceğiz ama arabanın kalkacağı yer uzak biraz.” Cihangir, bu şirin talebe karşı ufak bir baş sallaması ve eşsiz bir gülümsemeyle cevap verdi. Üzerindeki tişörtü çekiştirip eşofmanının da o kadar kötü olmadığına karar verince Ethem beyin peşi sıra ilerledi. Kuş cıvıltıları ve uzaktan gelen araba seslerinden başka bir ses yoktu. Sabah saatleri şehrin en çekilir zamanlarıydı belki de. Cihangir, bunun bilincin de olarak derin bir nefes çekip gülümsedi. Gözleri kısa bir aralık geçen gecelerin birinde Sare'yle oturdukları kaldırım kenarına takıldı. Yüzündeki gülümseme garip bir tını alırken eli de gayri ihtiyarı dağınık saçlarının arasına girdi. Gözleri bir müddet daha kaldırımda takılı kalmıştı ki Ethem bey, sabırsız bir şekilde arabanın içinden el salladı. “Zamane gençleri… Hadisene yavrum, geç kalacağız!” Altmışlarında olan yaşlı bir adam için saniyeler bile kıymetliydi ve bu yüzden dakik olmanın kıymeti harbiyesi yüksekti. Artık hayat, hafife alınamayacak kadar azalmıştı ve kalan zamanı salise hesabıyla öğütmek en doğrusuydu. Yollarda şıngır mıngır ilerleyen arabanın içinde Ethem bey, çakır keyifti. Cihangir ise kısa süre de düştüğü bu sıcak aile yuvasında olmanın derin saadetini tatmakla meşguldü. Otoriter babası her ne kadar çocuklarını sevse de bu sevgiyi gösterme taraftarı olmamıştı. Daima emrederdi ve yapılmasını beklerdi. Cihangir, tüm bunların sonucunda kukla çocuk olmuştu. Kuklacı nereye çekerse oraya gidiyordu. Ve hayatının bir noktasında bu ipleri koparmayı düşleyip nihayetinde de koparmıştı. Hayaller Amerika, gerçekler Polis Okulu olunca babası bir hayli kızmıştı. Fakat elden ne gelir? Cihangir şimdi çıtır bir polisti ve babası ne kadar kızsa da elindeki tüm parasını kuruşuna kadar alsa da bu mutluluğun önüne geçemezdi. Hem yine iyi tarafından bakacak olursa Amerika’ya gitmiş olsaydı bu insanlarla tanışma şansı hiç olmayacaktı. “Alooooov, kime diyorum oğlum! Geldik, geldik! Geçtin bile. Zamane gençleri… Aşık mısın nesin anlamadım ki!” Ethem beyin sinirle söylenmesi sonrası uzak diyarlardan dönüş bileti alan Cihangir, arabayı sağa çekip durdu. Ethem bey, çok önemli bir toplantıya geç kalmış edasıyla Cihangir’e kısa bir teşekkür edip koşar adımlarla arabadan uzaklaştı. Geldiği yolları miskinlikle geri dönerken aklının bir köşesinde kısa süre sonra açıklanacak olan atama sonuçlarındaydı. En başa Okan’ın çalıştığı ve staj yaptığı karakolu yazmıştı, orasının çıkmasını ümit ediyordu. Başka yer çıkarsa bir miktar üzülecekti fakat yine de hayali olan mesleği yapacağı için bunun kısa süreceğini biliyordu. (Yazardan kısa bir not: Polis atamalarıyla ilgili hiçbir fikrim yok. Biraz araştırma yaptım fakat yeterli sonuca ulaşamadım. Yanlış bir şey yazdıysam görmezden gelin lütfen.) Midesinden gelen küçük guruldamalar eşliğinde arabayı park edip indi. Umuyordu ki Zehra hanım yine mükellef bir kahvaltı sofrası hazırlamıştır. Sare’de dağınık saçlarıyla söylene söylene annesine yardım ediyordur. Onun bu halleri gözünün önünde canlanınca gülümsemeden edemedi. Yüzünde yer eden gülümsemeyle kapıyı çaldı. 🌃 Zor olan imkansızlığın içinde imkan oluşturmaktı sanırım. Mezun olduktan sonra hiç atanma girişiminde bulunmamıştım. Yorucu akademik yolculuktan sonra buna enerji bulamamıştım. Kendi çapımda bir şeyler karalayıp mahalle eşrafına zorla kakalamak daha keyifli geliyordu daha doğrusu. Ayrıca kimseye bir şey öğretemeyecek kadar pasif hissediyordum. Hal böyleyken fosil aygıtı Cihangir’in işkembeyi kübradan uydurduğu bu fikir cazip gelmişti. En kötü batarım diye düşünüyordum ki zaten batık olduğum aklıma geldi. Bu durumda kaybedeceğim bir şey yok, diye düşündüm ve kahvaltımı yapar yapmaz bir instagram hesabı açtım. Sonra Cihangir’in yüz bin takipçili hesabıyla takipleştim. Az dediği takipçi sayısı… Zengin olmak böyle bir şeyse acil biri beni evlatlık alsın. İşleri bu raddeye kadar sürükleyince çizimlerimden bir kaçını Cihangir’in ultra lüks telefonuyla estetik bir şekilde çekip story attık. Beni de etiket yapınca işler bildiğiniz çığrından çıktı. Saat geçmeden yüz takipçi gelince neye uğradığımı şaşırdım. Tabi tabi kedi şeyini görmüş… Neyse. İnsanlık için mikro benim için makro olan bu takipçi çığırı sonrası gaza gelip hoşuma giden bütün resimlerimi, tablolarımı çekip attım. Bildirimlerim bir an olsun susmazken garip duygular eşliğinde Cihangir’e konuştum. “Sen dahi olabilir misin, dahi? Abiiiii, sabahtan beri bildirim yağıyor ya kafayı yiyeceğim!” Tepkime kıkırdayıp kendi telefonunu çevirdi. “Asıl sen bir de benimkine bak. En az otuz tane normal mesaj geldi. İstekleri saymıyorum bile.” Kıvırdık galiba. “Sen beni zengin ettin Allah’ta seni zengin etsin. Gerçi zenginsin ama şu sıralar potansiyel fakir sayılırsın. Neyse. Bunun şerefine benden sana kıyak bir dondurma. Ha, ne dersin?” “Allah derim!” “Kaldır koca poponu o zaman,” deyip ayaklandım. Peşimden o da ayaklanırken gevşek gevşek konuştu yine. “Sen benim popoma mı bakıyorsun?” Göz devirdim. “Evet. Bir tarafı bir tarafından daha büyük. Eğri göt seni.” Ağzı açık kalırken kafasını çevirip poposuna bakmaya başladı. Kıkırdayıp dış kapıyı açtım. O ise hala arkamda bir şeyler söyleniyordu. Dışarı çıktığımızda Neriman teyzenin evinin önünde kısa çaplı bir hengame vardı. Geçen hafta gideceğini söylemişti fakat Cihangir geldikten sonra kafam resetlenmişti, unutmuştum. Fitniyat Neriman devri artık kapanıyordu demek. Oğlu valizleri ve kolileri arabaya yerleştirmeye çalışırken Neriman teyze de komşular kuruluyla vedalaşıyordu. “Ah komşum, çıkın çıkın gelin. Rize dediğin neresi ki, şuradan şura.” Sorma Neriman teyze. Yürüyerek bile geliriz biz ya. Bunca yıllık komşuluk hukukumuza binaen ben de küçük topluluğa doğru ilerledim. Cihangir’de peşimden geldi. Neriman teyze beni ve Cihangir’i görünce yine o manidar gülümsemesini sundu. “Maşallah Sare, yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmiyor misafirinizle.” Giderken bile fitne kusuyor kadın. “Misafirle yediğimiz içtiğimiz nasıl ayrı gitsin, Neriman teyze?” Göz devirdi. Yaptıklarını yutup koca bedenine sarıldım. Sırtına iki defa pat pat vurup güzel dilekler sunduktan sonra ayrıldım. Cihangir’de küçük temennilerde bulununca oradan ayrıldık. Sokaktan aşağı sessiz sedasız yürürken telefonum çalmaya başladı. Geçen gün yaşanan faciadan sonra ilk iş o absürt zil sesini değiştirmiştim. Şimdiki de pek güzel sayılmazdı ya, neyse. Telefonumu çantamdan çıkarınca gördüğüm isimle gözümün önünde biskolata reklamının canlanması ne kadar ahlakiydi kestiremiyordum. Zaten ben de çok ahlaklı sayılmam. O yüzden bu erotik sahneden çok da ar duyduğum söylenemezdi. Uzatmayalım. Yaşayan biskolata, bir günlük aşkım, Süleyman Çakır faciasının afili taş yeğeni Gökalp arıyordu. Elim gayri ihtiyarı saçlarıma uzanırken hızlı hızlı onları düzelttim. Cihangir bu yersiz çabamı sessiz sakin izlerken kapanmak üzere olan telefonu hızla açtım. “Alo, Gökalp Beeey!” Karşıdan meraklı bir ses yükseldi. “Merhaba, Sare. Rahatsız ettim, kusura bakma. Bugün işe başlayacaktın, gelmeyince merak ettim.” Bana aşık diye yorumladım. Ayakkabımın ucuyla yerde daireler çizerken cevap verdim. “Kusura bakmayın lütfen, ben çalışamayacağım.” Gözlerim Cihangir’le kesişti bu anda. Dikkatle yüzüme bakıyordu. “Bir sıkıntı yok değil mi?” “Hayır hayır, sadece çalışmayacağım.” “Anladım… Amcamdan dolayı bir sıkıntı mı yaşadın yoksa? Gerçekten tekrardan özür dilerim.” “Gerçekten ekstrem bir durum yok. Sadece restoran fazla kalabalık geldi gözüme.” “Pekala. Fikrini değiştirirsen bana ulaşabilirsin.” “Teşekkür ederim.” “Rica ederim, kendine iyi bak.” “Sen de yani siz de, ehehehehh!” “Bana sen diye hitap edebilirsin, Sare.” “Peki, Gökalp, kendine iyi bak.” “Şimdi oldu. Görüşürüz.” “Görüşürüz.” Telefonu yüzümden silinmeyen sırıtışla kapattım. Cihangir, çok da uzun sürmeyen bu telefon konuşmasının arasında arkasındaki binaya yaslanmış ve beklemeye başlamıştı. Hoş, neden durduğumuzu da bilmiyorum. Yürürken konuşamayacak kadar mı motor gelişimlerim yavaştı ki durmuştum? Belki de. “Gidelim mi?” diye sessiz bir tını da sordu. Başımı salladım sadece. Sonra da sessiz yürüyüşümüze tekrar devam ettik. Eylül’lerin çay bahçesine geldiğimizde istikameti şaşırmadan arka bölmeye geçtik. Kimsecikler yoktu. Telefonumu çıkarıp gruba mesaj gönderdim. Fakirzadeler ve Zengin Bebesi Grubu Sare: Çay bahçesindeyiz, müsaitseniz kopun gelin gadaşlarııım! Merve: (-iz??????) Sare: Cihangir’de yanımda. Eylül: Hayırlı işler bacım. Sare: Saçmalama karşim. Oğuz: Baba yol da. Yalın: Ben de yarım saate oradayım. Sare: Gelüün, bekliyom. Merve: Ok, bebem! Öpüldün. Merve’nin mesajını beğenip gruptan çıktım. Cihangir, çardaktaki büyük pufların birine oturmuş telefonuyla ilgileniyordu. Tam yanına ilerlemiş diğer pufa oturacaktım ki heyecanla doğruldu oturduğu yerden. Gözlerindeki parıltıyla telefona bakarken heyecanlı bir sesle konuşmaya başladı. “İlk işin hayırlı olsun, Sare Baysal!” Aynı heyecanla yanına sokulurken koluna yapışıp telefonuna baktım. Görkem Dağgil adında biri okyanus temalı bir tablo istiyordu. Daha doğrusu istesem çizer mi diye Cihangir’e soruyordu. Çizmem mi be! İste okyanusu buraya getireyim! Abartmayalım tabi ama işte duygulu bir ressamım şu an da. “Cihangiiiiir,” dedim şımarık bir ton da. Sonrasında başımı kaldırıp içime sığdıramadığım heyecanla oldukça yakınımda duran yüzüne kısa ve sulu bir öpücük bıraktım. Sonra yaptığım şeyin idrakine varınca hızla geri çekildim. Kalbim yerinden zoru varmış gibi çarparken, beyaz tenim domatese evrilirken, dudaklarımdan sıcaklığı silinmemişken, onu öpmenin idrakine varabilmiştim. Ben, Cihangir’i, öptüm. Çorba gibi hissediyorum, mercimek olanından. |
0% |