
Bölüm 13:
"Aşkın Yalın Hali: Duygusal Karmaşa"
Bölüm Müziği: Furkan Halıcı-Sarıl Bana
🐸
"Lale!"
Abimin, derinden gelen sesini işitebiliyordum. Umurumda değildi. Belki de üçüncüye bağırıyordu.
"Lale!" diye tekrar gür bir şekilde bağırdığında başımı kaldırıp camdan sarkıttığı bedenine baktım. Gözlerinde sahici bir öfke vardı. İyi de benim abim hep öfkeli değil miydi zaten?
"Ne var abi?"
Başıyla karşımdaki Fırat’ı gösterdi. Beni bu gerçekliğe kavuşturmasaydı keşke. Ne de hoş rüzgarın esintisiyle düşüncelere dalmış ve Fırat’ın söylediklerini unutmuştum. Tarık, bizi izlemiyormuş gibi hülyalara dalmıştım. "Lale, ben seni..." diyen sözlerini neredeyse unutmuştum.
"Karşındaki dümbük, elindeki gülü sana uzatmıyor değil mi?"
Dümbüğe yani Fırat’a baktım. Gayette elindeki gülleri bana uzatıyordu hem de dilinin ucundaki itiraf notuyla.
Yüzümü buruşturmamak için büyük bir çaba sarf ederken abim tekrar bağırdı.
"Lan bana bak dümbük! Aşağı inersem seni soğana çeviririm. Yıkıl kardeşimin karşısından!"
Her an camdan düşecek kadar aşağı sarktığında ne yapmak istediğini anlayamıyordum.
"Lan Tarık, Tarık!" diye tekrar bağırdığında kalbim çıkacak sandım.
Tarık, abimin sesine doğru gelirken benden tarafa hiç bakmıyordu.
"Söyle, Harun!"
Abim, sabah sabah mahalleyi inleten sesiyle tekrar bağırmaya başladı.
"Lan sen pezevenk misin? Gözünün önünde kardeşine ilanı aşk ediyorlar!"
Yüzünün her mimiğini ezber etmek istercesine dikkatle baktım. Oysa o, ifadesiz kaldı. Ne sanıyordum ki, kıskanmasını mı? Kardeşin, lafına bozulmasını mı?
Gözlerim Fırat’a değdiğinde bir adım öne çıktığını gördüm.
"Abi, benim niyetim ciddi."
"Abini s*- Tarık, yapıştır şunun ağzına bir tane. Ben inersem kötü olacak. Lale, sende çık yukarı."
Fırat, bana doğru gelecekken aramızdaki Tarık, koluyla onu durdurdu.
Fırat "Sana ne oluyor birader?" diye söylenince...
Tarık’ın yüzünü göremiyordum. Ama kasılan bedeni an be an gözlerimin önündeydi.
Şimdi yalnızca sırtını görüyordum. Bir adım kadar önümde, Fırat’la burun buruna bir haldelerdi.
İşlerin bu raddeye kadar nasıl geldiğini düşündüm. Şayet o, Can'ı dövmeseydi belki de ben Fırat'la hiç bir araya gelmeyecektim. Tüm bunlara onun için katlanıyorken şimdi bir başkasını daha darp etmesini öylece izleyemezdim.
Yanına gidip elimi koluna koyduğumda gözlerimin içine baktı. Yeşil gözleri o kadar kırgın bakıyordu ki...
"Lale..."
"Yapma abi," diyebildim sadece. Göz bebekleri büyüdü. Bakışları değişti.
"Lale, kırarım bacaklarını! İniyorum lan şimdi!" Abim, hala kendi kendine camda söylenirken benim tek odaklanabildiğim Tarık ve onun gözleriydi. Görüyordum. Fırat’ı koruduğumu düşünüyordu o gözler.
"Öyle olsun," deyip bir adım geri çekildiğinde elim boşluğa düştü. İki yanında sallanan kolları yumruk halindeyken sıktığı çenesi de bir hayli seğiriyordu.
Ona doğru bir adım attım ve o, geriye doğru bir adım daha attı.
Henüz hiçbir şey yokken bile bir şekilde uzaklaşıyor olmamız daha çok canımı sıkıyordu. Belki de şu an haykırmalı ve yalnızca onu sevdiğimi söylemeliydim. Ne yapardı? Güler miydi, kızar mıydı? Ben ne yapardım? Hazır mıydım buna? Ya bir daha yüzüme bakmazsa?
Sokağın gürültüsü kadar gerçekti her şey. Ben, ona sırılsıklam aşıktım. O ise beni yalnızca kardeşi olarak görüyordu. Hikaye bu kadardı. Bundan fazlası değil.
Fırına geri girdiğinde Fırat'ın yüzüne bile bakmadan "Bir daha karşıma çıkma," dedim. Dinler miydi dinlemez miydi umurumda bile değildi. Tüm bunların tekrarı olmayacaktı.
Eve çıktığımda abim, girişte kendine yanıcı ve yakıcı maddeler arıyordu. Onun bu kadar şiddete meyilli olmasını da yine saçını okşayan bir babası olmadığına bağlıyorum. Bizim her halimizi hep, babama bağlıyorum.
"Kimdi o?"
Odama ilerlerken nefessiz bir şekilde peşimden geliyordu.
"Lale!"
İçeri girip hırkamı üstümden çıkarırken de burnumun dibinden ayrılmadı.
"Kime diyorum?"
Pencere kenarına geçip, karşı daireye baktığımda, fırında olduğunu bile bile onu görecekmiş gibi heyecanlandım. Ellerimi pervaza yasladığımda abimin nefesi ensemdeydi.
"Bak, alışık değilim böyle şeylere..." Derin bir nefes aldım. Bende alışık değilim.
"El alemin diline düşürme bizi."
Ellerim pervazdan düşerken sakince arkamı döndüm. Şimdi aynı yere belimi yaslıyordum. Kollarımı önümde bağladığımda abime dikkatle baktım.
Kendi, gün aşırı kızların peşinde dolanmaya bayılırdı. Bunun çoğu yerde taciz olduğunu bile düşünüyordum. Çünkü hiçbir kadın bu şekilde rahatsız edilmemeliydi. Bazen gönlü birinde bazen başka birindeydi. Buna rağmen Gonca'yı sevdiğini iddia ediyordu. Tüm bunlar ortadayken bana el alem putundan bahsediyordu.
Her şeyden öte... "Benim sevmeye ve sevilmeye hakkım yok mu?"
Sesim kırgın mıydı? Hayır. Bu soruyu ondan çok kendime sormuştum sanki.
Yüzündeki ani değişimi seyrettim. Şaşırdı, üzüldü ve ne diyeceğini düşündü.
"Öyle değil..."
"Çok mu çirkinim?"
"Saçmalama."
"Öyleyse sizi el alemin diline düşürecek kadar namussuz biriyim."
"Aklını mı yitirdin?"
"Öyle birinin yanına yakışmıyorum o zaman."
"La-"
Elimi kaldırıp sözünü kestim. Uyumak istiyordum.
"Dinlenmek istiyorum abi."
"Bak, ben öyle demek istemedim."
"Dedin ama."
"Ama kastettiğim o değildi."
"Tam olarak oydu abi. Böyle bir zihniyetle yaşadığın için ben üzgünüm. Orada taciz ediliyor bile olabilirdim. Ama sen kalkmış bana el alem putundan bahsediyorsun. Her neyse, dinleneceğim. Siz kahvaltınızı edin."
Yanından geçip yatağıma uzandığımda yaklaşık otuz saniye olduğu yerde bekledi. Sonrasında da sessizce odadan çıktı.
Abim bile sevilmeye layık biri olmadığımı düşünüyor belki de. Bakınca gerçekten de Fırat’ın beni sevdiğini düşünmüyorum. Buna ben bile ihtimal vermezken abime nasıl kızabilirim?
Tarık’ı ve kırgın gözlerini düşündüm. Belki de o da abim gibi düşünüyordu. O da el alem putuna takılıp yanlış yolda olduğumu düşünüyordu. Oysa ortada hiçbir şey yoktu. Kırgın gözlerini başka nasıl açıklayacaktım?
Kollarımı yastığıma sarıp üzgün yüzümü içine gömdüm. Nefessiz kalmak belki iyi gelirdi, nefes aldığımı düşündüren bu hayatta gerçekten nefes almamak belki, oyi gelirdi.
🐸
Tarık, ekmekleri öfkeyle poşete koyup komşusu Davut amcaya uzattı. Parayı alıp üstünü geri verdi. Davut amca fırından çıktığında da saatlerdir kafasında döndürdüğü senaryoyu tekrar döndürdü.
Lale’ye o kadar kızgındı ki. Gözlerinin içine baka baka elin yabancısını korumuştu. Her koşulda yanında durduğu halde o, gidip başkasının yanında durmuştu.
Peki ama öfkesi yalnızca bunun için miydi?
Derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştı. Fakat nafileydi.
"Harun doğru diyor. Tam bir dümbük! Nereden girdiyse hayatımıza!"
Neye öfkeleneceğini şaşırmıştı. Bir yanı da fazlasıyla kırgındı. Fakat bunu da görmezden gelmeye çalışıyordu.
Lale’yi düşündü.
İçinde kıpırdanan organları da sağlam bir küfrü hakkediyordu sanki.
Lale’yi düşündü.
Gülümseyen fakat sonrasında düşen suratı sağlam bir yumruğu hakkediyordu sanki.
Lale’yi düşündü...
Sahi, neden engel olmuştu, Lale? Oysa Tarık, kesinlikle Fırat denen o dümbüğe bir şey yapmayacaktı. Onu elinde ilk gülle gördüğü anda ağzının ortasına yumruk atma isteğini bastırdıktan sonra... Lale'ye ilanı aşk etmek üzere olduğunu duyup saldırgan yanını tuttuktan sonra... Evet, bu büyük kalp krizlerini yaşayıp bir şey yapmadıysa elbette o anda da bir şey yapmazdı.
Fakat Lale, niçin ona engel olmuştu?
Aklının kıyılarında dolaşan soruyu sormaktan ölesiye korkuyordu. İhtimali bile bu kadar can yakarken gerçek olduğunu hayal bile etmek istemedi.
Çalıştı.
Çabaladı.
Fakat soru, aniden düşüncelerinin arasında belirdi.
Lale, Fırat’ı seviyor olabilir miydi?
Ağız dolusu küfretti. Az önce Lale’yi düşününce heyecanla kıpırdanan kalbi şimdi yabancı olduğu bir duyguyla kavruluyordu. Aklında yankı yankı dolaşan o sorunun cevabını öğrenemediği sürece de bu yangın geçecek gibi değildi.
🐸
Bazen, boz tepelerden aşağı çırılçıplak koşmak istiyorum. Yaşamak, göğsümde bir kuş kadar canlıyken hayata tutunmak istiyorum. Rüzgar, saçlarımın arasında dans etmeli, her telini birer birer dansa kaldırmalı. Çekirgelere fısıldamalıyım hayatın güzelliğini. Çimenlerin çiğ düşen sırtlarını okşamalıyım.
Evet, boz bir tepeden aşağı tepe üstü düşecek kadar hızla koşmalıyım. Hayatın üstesinden başka türlü nasıl geleceğimi bilmiyorum. Bedenim bir dal kadar ruhsuz. Sanki güneşim hiç buluttan başını çıkarmayacak. İçimdeki bu yoksulluk neden? Ben, hayatın seveceği biri değil miyim? Başımın üstündeki kapüşon kadar karanlık mı her yer? Sahi, ne olacak benim bu halim? Saksı bitkisi gibi konulduğum yerden yalnızca hayatı mı izleyeceğim? Hangi zaman diliminde o müthiş filmin başrolü olacağım? Varlığımı hissetmek istiyorum. Herkes, varlığımı ne kadar çok görmezden geliyorsa o kadar çok var olmak istiyorum.
"Tamam anne. Uyandırırım şimdi."
Bir gün bir gece.
Dünden bu yana yemek yemek dışında odamdan hiç çıkmadım. Annem çok kez geldi. Abim defalarca geldi. Konuşmak istemediğim için uyuyor numarası yaptım. Annem, hasta olduğumu düşündü. Abim, ona kırgın olduğumu. Evet, abime kırgındım. Saat dokuzdan sonra ona kadar düşüncelerim arasında boğulmamın sebebi de daha çok abimdi. Evet, Tarık’ta vardı. Fakat abim... Gözlerimin içine baka baka neler söylemişti öyle... Abim, çoğu zaman patavatsızdı. Ama içten içe beni ne kadar çok sevdiğini biliyordum. Yine de sevgisi bu kadar kırıcı olmamalıydı.
Tamam, dürüst olmak gerekirse abimden çok kendime de kırgınım. Onlar böyle düşünüyorsa bir yerde sebebi de benim. Ben bu kadar içine kapanık, hayalet rolü oynamasaydım... Neler düşünüyorum? Kimliğime yabancılaşıyorum. Hiçbir sebep abimi haklı çıkarmıyor işte.
Odamın kapısı iki kez tıklatıldı. Gözlerimi penceren dışarı sabitledim. Bir kez daha vuracak ve ses vermediğim de içeri girecekti.
Öyle de oldu.
"Abicim?"
Yüzüne bakmadım.
Yatağımın ucuna oturup ayaklarımı kucağında topandığında da yine hareketsizdim.
"Küs müyüz?"
"Hayır."
Ayak tabanımı gıdıkladığında usulca iki ayağımı da kendime çektim.
"Aman Lale! Biliyorsun öyle demek istemediğimi."
"Herkes her şeyi biliyor ama herkes her istediğini söyleyip yapmıyor, değil mi abi?"
Yüzüne bakıp bunları söylediğimde suçluluk duygusuyla gözlerini kaçırdı.
"Pikniğe gidiyoruz," dedi konuyu kapatarak.
"Ne pikniği?"
"Her sene yapılan gençlik pikniği."
Göz devirdim. Gitmekten asla hoşlanmadığım ama her sene abimin zoruyla götürüldüğüm piknik.
"Siz gidin."
"Her sene aynı kavgayı yapmaktan yorulmadın mı? Sende geleceksin."
Derin bir of çektim.
"Herkes eğlenirken bir kenarda durmak hoşuma gitmiyor."
Yüzünün düştüğünü gördüm.
"Sende eğlen o zaman."
"Ben eğlenmek istemiyorum. Hoşuma gitmeyen durum insanların bu duruma acıyarak bakması."
Evet, herkesin yaptığı bir eylemi yapmıyor olmak beni acınası yapmıyordu. Tabi olarak eğlenmek istemiyor olabilirim. Ya da onlarla eğlenmek istemiyor da olabilirim. Bu beni acınası biri yapmaz ki.
"Haklısın ama... Yine de geleceksin."
Cevap vermedim.
"Tarık’ta seni sordu."
Bakışlarım abime döndüğünde kalbimdeki heyecanı bastırmaya çalıştım. Dünden sonra kesinlikle benimle konuşmayacağını düşünüyordum ama o, beni sormuştu.
"Neden?"
Gözleri boşluğa daldı.
"Bilmiyorum. Bir garipti zaten. Sen dün, bir şey mi yaptın?"
Sorgulayan bakışları beni bulduğunda omuz silktim.
Dün yaşananlardan oldukça uzaklaşmak isterken bir şekilde gelip buluyordu işte. Tarık’a bir açıklama borçluydum. Benim için tek kıymetli olanın o olduğunu bilmeliydi.
"Tamam, pikniğe gidelim. Ne zaman?"
Bu ani değişimime şaşırsa da üstünde durmadan devam etti.
"Bugün. Hatta birazdan."
"Yine ana yoldan yukarı olan ormana mı gideceğiz?"
Başını salladı.
"Tamam. On dakikaya hazır olurum."
Odamdan çıktığında yataktan fırladım. Evet, bugün kesinlikle Tarık’la konuşmalı ve ona doğruları anlatmalıydım. Belki benden böyle bir beklentisi yoktu belki umurunda bile değildim, fakat kendimi daha iyi hissetmek için bu konuşmayı yapmalıydım.
Hava bugün neredeyse bulutluydu. Eylül ayını yarılamış sayılırdık. Aksaray, henüz serin havalara kavuşmuş olmasa da geceleri hissedilir bir rüzgar oluyordu.
Merasime dönen bu piknikler geceleri de kampla devam ediyordu. Adını gençlik pikniği koydukları bu etkinliği genellikle de bu ayda yapıyorlardı. Ne çok sıcaktı ne çok soğuk. Ayrıca ormanda bu mevsimde daha güzel oluyordu.
Tüm bunları göz önünde bulundurarak sırt çantama yedek hırka, orta kalınlıkta pijama takımı koydum. İki çift çorap ekledikten sonra daha sonra aklıma gelenleri koymak için ağzını açık bırakarak kenara koydum.
Üzerimdeki pijama takımını hızla çıkarıp yerine eşofman takımı giydiğimde ve birbirine girmiş saçlarımı hızla tarayıp kapüşonu kafama çektiğimde artık hazırdım.
Çantama son birkaç bir şey atıp odamdan çıktım. Abim, hazır bir şekilde kapıda bekliyordu.
"Dikkat edin. Gece üzerinizi sıkı örtün. Seviyorum sizi."
Annem, tembihlerini yapmaya devam ederken spor ayakkabılarımı hızla giyindim.
Vedalaşıp aşağı indik.
Sokağa çıktığımda gözlerim onu aradı ve hemen de buldu.
Siyah, bol, bilekten sıkmalı bir eşofman altı ve yine siyah bir tişört giymişti. Boynuna bağladığı siyah hırkasını giyip giymeme konusuna kararsız kalmış olsa gerek. Beyaz tenine çok yakışan bu kombinasyona karşı iç çekmekten başka bir şey yapamadım. Yeşil gözleri daha da parlıyordu ve iç çekmem başka bir boyut kazanıyordu.
Sırt çantasını tek omzuna atıp abimle tokalaştılar.
"Merhaba, Lale," dedi ayrılırken. Düz, tok bir ses... Her şeyde çok fazla mı anlam arıyorum?
"Merhaba, Tarık abi."
Tekrar abime baktığında "Otobüs açık hava sinemasının oradan kalkacak," diye bilgilendirdi.
Oraya doğru yürümeye başladık. Sokak oldukça gürültülü olmasına rağmen bizim ayak seslerimizden başka bir ses yoktu sanki. Can sıkıcı bir gürültü ve aynı zamanda can sıkıcı bir sessizlik...
Alana geldik.
Büyük bir otobüs tıklım tıklım dolmak üzereydi. Abim ve Tarık'ın gölgesinde saklanırken kalabalık ortamların beni ne kadar gerdiğini bir kez daha düşündüm.
Otobüse geçtik. Bizden önce binen iki kişi son kalan ikili koltuklardan birine oturunca geriye sadece üç kişilik boş yer kaldı.
İkili koltuk ve Gonca'nın yanı...
Gonca'nın gözleri üzerimizdeyken, sırf Tarık’la birlikte oturmak için yanını boş bıraktığını biliyordum.
Oturur muydu?
Başka seçeneği yoktu ki.
Yüzüm asılırken ikili koltuğun cam kenarına geçip oturdum. Gözlerim camdan dışarı kayarken abimin yanıma oturmasını bekledim.
"Ben, Lale’yle otururum. Sen buraya otur, Harun."
Tekrar o tarafa baktığımda Gonca'nın yüzünü göremesem de müthiş bir hayal kırıklığıyla dolup taştığını tahmin edebiliyordum. Ben ise mutluluktan belki de camdan çıkmak üzereydim...
Tarık, yanıma oturduğunda boynundaki hırkayı çözüp kucağına koydu. Bende tarafa bakmasını bekledim ama bunu yapmadı.
Tekrar önüme döndüğümde otobüs harekete geçti.
Konuşmalar, gülüşmeler otobüsü inletirken mahalleden bir çocuk omzuna koyduğu hoparlörle koridora atladı.
Açtığı şarkılara göz ben göz devirirken diğerleri gülerek eşlik ediyorlardı.
Tarık’a baktığımda kulaklık taktığını gördüm. Tamam, yalnız hissetmediğim için mutlu olmuştum. Yalnızlığımı, onunla paylaştığım için daha da mutlu olmuştum.
Koluna işaret parmağımla dokundum. Bana baktığında kulaklığını işaret ettim "Ne dinliyorsun?"
Birini çıkarıp gürültüden dolayı başını bana doğru uzattı.
"Efendim?"
Burnuma vuran şampuan kokusunu kısa süreli koklayıp "Ne dinliyorsun diye sormuştum," dedim.
Güldü. Yanağındaki küçük, yakından bakmayınca neredeyse görülmeyecek olan gamzesine baktım.
"Daha sakin tınılar. Furkan Halıcı, Sarıl Bana," deyip kulaklığın tekini uzattı.
Kulaklığı kulağıma taktığımda şarkıyı başa sardı. Diğer kulağıma çılgın bir müzik sesi dolarken kulaklık taktığım kulağım sakinlik denizindeydi.
Sözleri ezber etmek ister gibi dikkatle dinlemeye başladım.
Ve o cümle geçtiğinde kocaman gülümsedim.
"Benim bütün gülüşlerim senden sonraya denk gelir..."
Yüzümdeki gülüş solmamışken ona baktım ve o, zaten bana bakıyordu. Dudakları yavaş yavaş kırıldı. Gülüşüm öylece dudaklarımda asılı kalırken daha çok gülümsedi.
Şarkı devam ederken bu bakışmayı devam ettiremeyeceğim için camdan dışarı baktım.
Gülüşüm bir büyüyüp bir küçülürken iç dudağımı kemirdim. Avuç içlerim terliyordu. Kalbim hiç sakin değildi. Yalnızca şarkı dinliyor gibi gözüküyor olabilirdik ama yalnızca şarkı dinlemiyorduk işte. Ben, bu dakikalarda onu dinliyordum sadece. Onu, kalbimi. Kalbimin ritmi anlatıyordu onu bana.
Yolculuğumuz bitene kadar aynı şarkı çalıp durdu. Değiştirmedi. Değiştir demedim. Bir çok yerde bu şarkı bizi anlatıyordu ve değiştirmesini zaten istemiyordum.
Otobüsten indiğimizde piknik ve kamp alanına uzaktan baktım. Hatırı sayılır bir kalabalık vardı. Fakat bizim alanımız burası değildi. Biz, çoğunlukla bu alanın biraz daha yukarısında, ormanın daha içine kalan alanda konaklıyorduk. Daha sakin oluyordu. Daha doğrusu biz kalabalık olduğumuz için diğer insanlara sakinlik bırakmak istiyorduk.
Sırt çantalarımızla, çadırlarımızla ve neredeyse bir orduyu doyurabilecek kadar yiyecekle alana doğru yürümeye başladık.
Ben, yalnızca sırt çantamı taşıyordum. Abim, bizim çadırımızı ve Tarık'ta kendi çadırını taşıyordu. İkisininde çadırının altında sırt çantaları vardı. Ekstra olarak Tarık’ta, otobüse binmeden önce aldığımız yiyecekler vardı.
Alana geldik.
Herkes bir tarafa yığılırken, bizde çadırlarımızı kuracağımız bir köşe seçtik kendimize.
Kısa süre dinlendikten sonra eşyaları orada bırakıp kahvaltı etmek için hazırlık yapmaya başladık. Aç açına kimse çadır kurabilecek gibi gözükmüyordu.
Bu hazırlık aşamasında ben, çok aktif değildim. İnsanlarla iletişimim yoktu. İletişimim olsa bile aralarına girmek istemediğim için kenarda duruyordum. Benim yerime abim ve Tarık fazlasıyla aktiftiler.
Herkes atom karınca gibi çalışıp kısa sürede ortaya uzun kuyruklu bir kahvaltı sofrası kurdular.
Abim ve Tarık'ın ortasına oturdum. Kimseyle yan yana gelmek istememiştim.
Bana yakın olan tabaklardaki yiyeceklerden yiyip karnımı doyurmaya çalışıyordum. Evet, bu kadar kalabalığın içerisinde kolumu fazladan ileri uzatacak cesaretim bile yoktu.
Çaprazımızda oturan Gonca "Bal yer misin, Tarık?" diye sorduğunda olan iştahımın da kaçtığını düşündüm.
Lokma ağzımda büyürken bir bala bir Tarık'a baktım.
Almayacak diye düşünürken bir anda uzanıp balı aldı.
"Lale, balla kaymağı çok sever. Sağ ol, Gonca."
Gonca'nın yüzü düşerken benim midem bulanıyordu. Evet, heyecandan.
"Lolo, bollo koymoğo çok sovor!"
Abim, yine kendini belli ederken yetmiyormuş gibi bana yapılan bal kaymaklı ekmeği önümden kapıp tek lokmalık etmişti.
"Teşekkürler, hayatım. Bende çok seviyorum bal kaymak ikilisini."
"Ağzın doluyken konuşma bari."
Tarık, söylenerek yeni ekmek hazırlıyordu ve benim tek yapabildiğim, önüme düşen ellerimle onu izlemekti.
Ekmeği hazırladığında bana uzattı. Yüzünde sıcacık bir gülümseme vardı. Düne nazaran ne kadar da güzel bakıyordu. Dünkü kırgın bakışından sonra bir daha bu güzel bakışı göremeyeceğim diye çok üzülmüştüm.
"Teşekkür ederim," dedim ekmeği alırken. Göz kırpıp bir tane daha hazırlamaya başladı.
Aşktan, başımın döndüğü bir kahvaltı sonrasında sofra toplanmış, çadırlar azda olsa kurulmaya başlanmıştı.
Eşyalarımızın yanında, yere çömelmiştik. Kollarımı dizlerime sarmış öylece insanları seyrediyordum. Mutlu gözüküyorlardı. Abimde öyle.
Gonca, istemediği halde gidip çadırına yardım etmeye başlamıştı. Ve buradan gördüğüm kadarıyla da işler yolunda gitmiyordu.
"Şu Harun!"
Tarık, abime bakıp gülerken bende içime doğru kıkırdadım.
"Keşke uğraştığı kız Gonca değilde başkası olsaydı."
Düşüncelerimi dile getirdiğimde aramızda sessizlik oluştu. Belki de Gonca'nın ona olan ilgisinin ortaya çıkmasından korkuyordu. Ama ben, bunu zaten biliyordum. Bilmekten öte görüyordum.
Ayaklarını ileri uzatıp bilekten ayak ayak üstüne attı. Sırtını ağaca yaslarken kollarını da önünde bağladı. Tüm bunları, yan bir gözle seyretmiştim.
"Harun işte. Yarın da başkasına tutulur."
"Umarım," dedim iç çekerken.
Bağdaş kurup ona baktığımda ileride bir noktaya bakıyordu.
"Dün..." deyip durduğumda bakışları bana döndü. Hissiz ve donuk bir şekilde yüzüme bakmaya devam etti.
"Yani ben..."
Konuşmamı yarıda kesti. "Açıklama yapmak zorunda değilsin, Lale."
"Ama yapmak istiyorum."
"Peki, dinliyorum."
Dudaklarımı dilimle ıslatıp gözümün önüne düşen bir tutam saçı geriye atmaya çalıştım.
"Ben orada, onunla kavga et istemedim."
Söylemek istediklerim bunlar değildi. Fakat diğer türlü de ona olan hislerimi itiraf ediyormuş gibi heyecana kapılıyordum.
"Ona... Bir şey olmasından mı korktun?"
Hızla başımı iki yana salladım.
"Sana bir şey olmasından korktum."
Dilimden çıkan her sözcük, aramızda bir yangına dönüşüyordu. Görüyordum, hissediyordum. Bakışlarında titreşen o duygunun adı, her neyse bu yangına daha fazla kor oluyordu.
"Bana mı?" diye sordu yumuşak bir sesle.
Bakışlarımı kaçırırken usulca başımı salladım.
"Tanımam etmem onu. Benim için önemli olan sensin."
Gülüşü yüzünde iyiden iyiye büyüyordu. Ben ise utançtan ölmek üzereydim.
Yutkunup bakışlarımı etrafta gezdirip tekrar ona baktım.
Başını yana yatırmış bir şekilde gülümseyerek bakmaya devam ediyordu.
"Aranızda bir şey yok yani."
Kaşlarım çatılırken olumsuz anlamda başımı salladım.
"Neden öyle bir şey olsun?"
"Neden olmasın?" diyerek beni taklit etti.
"Yani ben... Ben... Biliyorsun."
Ellerimi birbirine geçirip bu şekilde stresimi atmaya çalıştım.
"Evet, biliyorum. Ama benim bildiklerimle senin bildiklerin hep çelişiyor."
Tekrar ona baktığımda "O ne demek?" diye sordum.
Derin bir nefes aldı."Şu demek ki... Sen, sevilmeye layık olan çok güzel bir kadınsın. Benim bildiğim bu ve sen aksini düşünüyorsun. Yanılıyor muyum?"
Sözleri kulaklarımda yankılanırken utançla başımı iki yana salladım.
"Çok güzel olduğunu da biliyor musun?"
Göz bebeklerimin bile titrediğini hissettim.
Başını eğip, eğik olan yüzüme baktığında daha çok titrediğimi hissettim.
Kısa bir kahkaha attı.
"Utanınca daha güzel oluyorsun."
Kalbim, nefes almayı unutturacak kadar hızla atıyordu. Neden, bir anda böyle şeyler söylüyordu ki?
Konuyu değiştirmem gerektiğini düşündüm.
Derin bir nefes çektim. Burnuma vuran çam ağacı kokusu aklımı başımdan alırken aynı zamanda da konuyu değiştirmek için fırsat sundu.
"En sevdiğin koku ne, Tarık abi?"
Bu ani sorum karşısında şaşırsa da bozuntuya vermeden gülümsemeye devam etti. Bakışları hala üzerindeyken derin ama kesik bir nefes aldığını işittim.
"Lale..."
"Efendim?" dedim merakla.
Yine kısa bir kahkaha attı.
"Sevdiğim koku, lale kokusu."
Zaman, mekan ve insanlar artık anlamı olmayan bir boşluktan ibarettiler. Şimdi, tek gerçek o ve ormanı andıran yeşil gözleriydi. Kalbimi yerinden edip yerine geçen, yeşil gözler.
Heyecan elle tutulacak kadar gerçekti.
"Laleler kokmaz ki..." diye cılız bir sesle konuştum.
Gözlerimi kaçırmak için can çekişirken o, daha rahat bakmak için başını ağaca yasladı. Yüzünde anlamlandıramadığım bir gülüşle tekrar konuştu.
"Biliyorum. Ama koksalardı tıpkı senin gibi kokarlardı."
---
amma da ayrı kaldık değil mi??
bütün gün, iş arasında bile oturup iki cümle bile olsa yazmaya çalıştım. kısa olmasını istemediğim için de bu saate kaldı. hatta bana kalsa daha da uzun yazacaktım bu bölümü ama hem kamp bir iki bölüm sürsün ve daha detaylı yazayım istedim hem de daha fazla geçe kalmayayım dedim
bu bölüm, çok sevgili, merakla bölüm bekleyen o iki üç okuruma gelsin. etiket yapılmıyor ama hatırladığım kadarıyla isimlerini yazacağım
bir insan...
cansu...
ela...
ve birkaç soruyla bu fasli burada kapatalım
1) bölümü nasıl buldunuz?
2) gidişattan memnun musunuz?
3) sormak istediğiniz soru varsa sorabilirsiniz
ve ve veee... umarım buralar oy ve yorum patlaması yaşar:)))
sevgiyle...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 12.01k Okunma |
1.77k Oy |
0 Takip |
28 Bölümlü Kitap |