18. Bölüm

17. 🐸 Paraşütsüz Atlayış

venom
amatoriceyazar

Bölüm 17:

"Paraşütsüz Atlayış"

Bölüm Müziği: İkilem-Kaybolurum Gülüşünde

🐸

Hayatınız, yokuş aşağı seyir halindeyken ve nereye çarpacağınız belli bile değilken; aniden bir düzlüğe çıkıp, çiçekli yollardan gitmeye başladığınızda, nevriniz dönüyor.

Babam bizi terk ettikten sonra, bulutlar arkadaşım oldu. Puslu havalar, tıpkı kalbimi andırıyorlardı. Ve hayatım, tam da dediğim gibi yokuş aşağı, belirsizliğe doğru gidiyordu. Sonra bir anda tıpkı fularımdaki çiçekler gibi bir yola çıktım. Yürüdüğüm bu yolun yabancısıyım. Tıpkı, güneşli günlere alışık olmadığım gibi.

Ruhum, kara bulutlardan arınmaya başlayıp, güneşi selamlasa da, gerçekte tam tersiydi.

Sonbahar, iyiden iyiye kendini göstermeye başlamıştı. Bugün, Ekim'in ilk haftasıydı. Havalar neredeyse soğumuştu. Ve bir haftadır kara bulutlar tepemizden eksik olmuyordu. Yağmuru seviyordum. Özellikle yağmurdan hemen sonra ortaya çıkan toprak kokusunu...

Bugün de öyle bir gündü. Yağmur, yeni yeni yağmaya başlamış ve açık penceremden içeri, o güzel kokuyu getirmişti. Gözlerim, penceremin önüne yeni koyduğum laleye takıldı. Beyaz çiçeği o kadar güzeldi ki... Bir miktar su verdim.

"Lale! Açlıktan ölüyorum, hadi kahvaltı yapalım."

Abimin, gür sesi beni düşüncelerimden sıyırırken, tişörtümün üstüne hırka giyip odamdan çıktım.

Mutfağa geçtiğimde abim, mahzun bakışlarla etrafa bakıyordu. Kahvaltı koymaktan aciz bir varlık, yani abim.

"Bari çay suyunu koysaydın."

Söylediklerime karşı esneyip, küçük dilini bana gösterdikten sonra, başını duvara yaslayıp uyuyor numarası yaptı.

"Ne kadar düzenbazsın! Seni alacak kıza acırım."

Bir gözünü açıp bana ters ters bakarken "Kurban olsun, o kız bana!" diye söylendi.

"Sana kurban olacak kızın da aklına şaşarım. Alnına uyarı yazısı yazmamız lazım aslında. -Hayvandır- yaklaşmayın."

Gözleri kocaman açılırken, hızla ayağındaki terliği çıkarıp baldırıma fırlattı. Kaçma fırsatı bulamayan popom, acı içinde kalırken, tek yapabildiğim kötü bakışlar atmaktı.

"Bana bak yer cücesi..." Durdu, boyuma baktı. Sonra dediğinin çok yerinde olmadığını fark edip "Bana bak sırık! Alırım ayağımın altına şimdi. Doğru konuş benimle."

Göz devirdim.

"Yalan mı söylediklerim?"

Attığı terliği yerden alıp, oturduğu yerde ayağına giydirdi.

"Yalan tabi! Ben ki çok beyefendi biriyim."

Kendini tutamayıp kısa bir kahkaha attım.

"Gorilden bir gün önce doğmuş gibi bir halin var daha çok."

Biraz ileri gittiğimi düşünüp, hızla çenemi kapattım.

"Kırdın şu an beni."

Küçük bir vicdan azabından sonra:

"Ne yapayım ama... Bazen iyiyken bazen çok değişik bir yaratığa dönüyorsun."

Çay suyunu ocağa koyduğumda, içli bir nefes çektiğini işittim.

"Belki de Gonca'da böyle düşündüğü için bana bakmıyor."

Gonca'nın adını duyar duymaz kaşlarım çatıldı.

"Aman abi, sende Gonca'ya mı kaldın sanki!"

"Sende bir öyle bir böyle deyip duruyorsun. Hem, nesi varmış Gonca'nın?"

Sıkıntılı bir nefes alıp karşısına oturdum.

"O kız... Bilmiyorum. Sana uygun değil bence."

Bir süre gözleri masanın üzerinde oyalandı.

"Kime ne anlatıyorum. Sen ne anlarsın ki zaten aşktan meşkten!"

Bu kez, abartılı bir şekilde gözlerimi devirdim.

"Aşkın kimin düşüncelerinde anlam kazandığını bilemezsin, abi."

Gözlerine yerleşen şüpheyle bana baktığında, müthiş bir pot kırdığımı anca fark edebildim.

"O ne demek?" dedi, sorgulayan bir ifadeyle.

"Ekmek yok demek. Ben, ekmek almaya gideyim."

Eliyle dur işareti yaptı.

"Dur dur! Tarık, üç ekmek alıp gelsin. Kahvaltı ederiz hem de."

Kalbim, müthiş bir atışla kendini belli ederken, nefesimi tuttuğumun farkında bile değildim.

Telefon etti.

"Gadaşım! Üç ekmek kap gel. Kahvaltı edelim."

Telefonu kapatıp, masaya koyduktan sonra "Bir sucuklu yumurta mı yapayım?"

Heyecanlı tarafımı belli etmemek için gülüp "Tamam, öyle dedik diye marifetlerini sergilemene gerek yok."

Masanın üzerine uzanıp, burnumdan bir makas aldığında "Çok konuşmaya başladın. Ayrıca o aşk zırvalamalarını da unuttum sanma. Çok kitap okumana bağladım sadece."

Yanaklarım, yanmaya yüz tutmuşken hızla masadan kalktım.

"Sucuğu çıkarıyorum o zaman."

"Çıkar çıkar," dedi, imalı bir ses tonuyla.

Dolaba yöneldiğimde, üzerinde çok durmadığı için dua ettim.

Sonrasında zaman, kaplumbağa hızında geçti desem, yeridir. Kulağımı sürekli olarak kapı ziline kabartsam da, bir türlü çalmıyordu. Bir ara ümidi kesmiştim bile. Fakat tam o anda, zil çaldı.

Heyecanla gidecekken abim, önümü kesti. Bakışlarında sezdiğim tuhaflık, fena can sıkıcıydı. "Yumurtaya bak sen."

Abim, salınarak mutfaktan çıktığında, dediğini yapıp yumurtaya baktım. Çok geçmeden ikisi beraber geri geldiler.

Elimi kolumu nereye koyacağımı bilmesem de, bir cesaret dönüp yüzüne baktım.

Yine yüzünde o müthiş gülümseme... Haki bir gömlek giymiş. Kahverengi tonlarında da bir pantolon giymiş. Elinde tuttuğu ekmeklerle, öylece bana bakıyordu.

"Hoş geldin..." Abim, manasız bir şekilde yüzüme bakarken, "Tarık abi," diye tamamladım sözlerimi.

"Hoş bulduk. Sucuklu yumurta mı yaptın?"

"Ben yaptım!" Abim, böbürlenerek araya girdiğinde; Tarık, elindeki ekmeği sandalyenin başına asıp, oturdu. Abimde yanına kurulunca ayakta kalan bendim.

Pişen sucuklu yumurtayı ortaya koydum. Geri kalan kahvaltılıkları koymak için döndüğümde "Yardım edeyim," diyerek oturduğu yerde doğruldu.

"Yok, ben hallederim şimdi."

Ezbere bildiği çekmecelerden birini açıp içinden üç tane bardak çıkardığında "Olur mu öyle şey? Beraber hazırlayalım işte. Harun?"

Abim, suratsız bir ifadeyle ayaklandı.

"Yumurtayı ben yaptım ya zaten."

"Sofrayı da koy, eline mi yapışır?"

Bezgin bir ifadeyle abimin suratına üfledi. Gerçek bir çocuk.

Sofrayı kurduk. Kahvaltımızı gülerek ettik. Böyle anlarda ne kadar huzurlu olduğumu defalarca kendime hatırlatıyordum. Küçük bir kahvaltı sofrasında, birkaç çeşit yiyecekle yapılan o eşsiz kahvaltı ve yanına çaydan sıcak sohbet... Yanı başınızda da sevdikleriniz oldu mu, tadından yenmiyor.

Abim, çayını son damlasına kadar içip, bardağın altını masaya vurduktan sonra ayaklandı.

 

Tarık’ın kulağının dibine girdikten sonra, başladı şarkı söylemeye. Son zamanların popüler şarkısını duyunca gülmeden edemedim.

"Vaaay anasını!" derken, kollarını kaldırıp, zombi hareketleri sergilemeye başladı.

Diğer kulağına yaklaşıp "Oyuna mı geldin?" diyerek absürt hareketlerini yapmaya devam etti.

Eli, kendi kulağına giderken "Efendim, işitmedim. Bana bir şey mi dedin?"

Yavaş yavaş mutfaktan çıkmaya başladığında "İki orta bir sade, haydi bana müsaade!" deyip, selam çakarak mutfaktan ayrıldı.

Yanaklarım gülmekten acırken, Tarık’ta benden farklı değildi.

"Hayata eğlenmek için gelmiş."

Başını, olumsuz anlamda iki yana salladığında, ona içimden hak verdim.

"Çay içer misin?"

Kendi, boş bardağımı da alıp ayaklanacakken, benimle birlikte bardağıma hareketlenince ellerimiz bir bir üstüne kapandı. Onun eli altta, benimki üstteydi. Elleri kemikliydi. Avcumun içindeyken bunu daha net hissediyordum.

Ellerimizden, kalbime akan sıcaklık, aklımı başımdan almaya yetmişti. Öyle ki, bardağı nazikçe çekip, elimi boşluğa bıraktığında bile hala elini tutuyormuşçasına bir hisle kalakalmıştım.

Toparlanmaya çalıştım.

Kendi bardağını ve benim bardağımı da doldurup, geri döndü.

"Bugün, belediyenin yeni park açılışı var."

Belki de, o da tıpkı benim gibi ne konuşacağını bilmiyordu. Çünkü şu an, belediyenin açtığı yeni park, hiçte ilgimi çekmiyordu.

Sol elinin parmaklarını ritmik bir şekilde masaya vururken, stresli olduğunu hissettim.

"Öyle mi? Gidilir belki ama kalabalık olur şimdi."

Onaylarcasına başını sallayıp, çayından küçük bir yudum aldı.

"Öyle öyle. Hiç çekilmez şimdi. Sonra gideriz."

Aramızda, derin bir sessizlik oluştuğunda, istemsizce ben de gerildim.

"Lan, bir sofra toplamak kaç saat sürüyor!"

Abim, salondan -tabiri caizse- böğürdüğünde, sessizlikten kaçmak istediğim için ayaklanıp sofrayı toplamaya başladım. Tarık'ta bana yardım edince kısa sürede toparladık.

Salona geçtiğimiz de abim, bir klasik olarak Çalıkuşu'nu açmıştı yine. Feride'nin 6 dakika 45 saniye kuralını uygulamaya çalıştığı bölümdü.

Kaçıncıya baştan sona izlediğimizi bilmediğim için sıkıntıyla koltuğa oturup, boş gözlerle ekrana baktım.

Feride, Kamran'a gözlerini dikmişken içimde manasız bir merak uyandı. Ya gerçekten böyle bir şey varsa?

Kaçamak bakışlarım, diğer koltukta oturan Tarık’a uzandığında, dikkatle diziyi izlediğini fark ettim. Ne düşünüyordu acaba? O da, benim gibi bu durumun gerçekliğini merak ediyor mudur?

"Böyle saçmalık olur mu?"

"Saçmaysa izleme abi," derken buldum kendimi. Bugün, haddimi fazlasıyla aşmıştım sanki.

Ayağındaki terliğe ikinci defa uzandığında, hızla çıkarıp bana doğru atmıştı ki, terlik havada kapıldı.

Tarık, terliği bana ulaşmadan yakalamıştı.

"Süper kahraman mısın oğlum sen?"

Abim, Tarık’a yükselirken Tarık, hala gözlerini televizyondan ayırmamıştı.

"Lale’yle uğraşmaktan ne zaman vazgeçeceksin?"

Televoyona bakarak söylendiğinde, terliği de geri sert bir şekilde abime attı. Karnına gelen terlikle inleyip, öfkeyle Tarık’a bakmaya devam etti.

"Gudubetsin oğlum!"

Tarık, zafer kazanmış bir edayla, ilk defa gözlerini televizyondan çekip, bana göz kırptı. Abime baktığında ise "O senin gudubetliğin, gülüm," diyerek iyice sinirine dokundu.

"S*tir git, Tarık. Ayağımı ağzına sokacağım şimdi."

"Yaparsın aslan," deyip, sırtına iki kere vurdu.

Abim, iyice harlanırken "Tutmayın küçük enişteyi," diyerek, küçük bir kahkaha attım. Tarık bana eşlik etti. Abim ise...

Öfkeli boğa.

Hızla üzerime atıldığında, bir sıçrayışla koltuğun üstüne fırladım. Tarık, güç bela kollarını ona doladığında "Kaç Lale, tutamıyorum küçük enişteyi!" diyerek makarayı devam ettirdi.

Abim, bir yandan Tarık’a vururken, bir yandan da bana ulaşmaya çalışıyordu. Köşeden sıyrılıp dış kapıya ulaştığımda, kendi ayakkabılarımı ve Tarık’ın ayakkabılarını alıp eşiğin önüne koydum. İçeriden hala boğuşma sesleri geliyordu. Gülerek "Kaçış planı hazır, Tarık abi!" diye bağırdım.

Geri, o da bağırdı.

"Sen kaç asker! Ben sana yetişirim."

Dediğini yapıp hızla katları inmeye başladım. Sokağa çıktığımda nefes nefese kalmıştım. Aynı zamanda yüzümdeki sırıtışta yerli yerindeydi.

Avuç içlerimi dizlerime yaslayıp nefesimi kontrol etmeye çalışırken, komşumuzun sevimsiz çocuğu Ilgaz'ı ve köpeği Pusat'ı gördüm.

Ilgaz, bana gözlerini büyüterek baktığında, elimi "Ne var?" dercesine salladım.

"Saçların ne güzelmiş kız senin!" dediğinde, gülüşüm yüzümde dondu kaldı.

İşte o an, yıllardır dışarıya adım atmadan önce başımdaki kapüşonu kontrol eden ben değilmişim gibi dışarıya özgürce fırladığımı idrak ettim. Ellerim, saçlarıma uzandığında, çiçekli fularım olmasa da varmış gibi saçlarımı süslü hissettim. Onun eseriydi. Baştan ayağa, sadece onundu...

"Güzel mi cidden?"

Sorum sonrası Pusat, yüksek sesle havlarken Ilgaz, "He valla, çok güzel. Kıvırcık saç sana yakışıyormuş," deyip, ondan hiç beklenmeyecek bir şey yapıp göz kırptı. Resmen küçük bir çocuk benimle flört ediyordu.

Gülüşüm yüzümde büyüdü.

"Teşekkür ederim," dedim utançla.

Yanına yaklaşıp, turuncu saçlarını karıştırdığımda, memnuniyetsiz bir ifadeyle yüzüme baktı. Bu haline daha çok gülümserken yanından uzaklaşmaya başladım.

"Hay, Allah! Elimden kaçtı," diye arkamdan söylendiğin de, elinde kaçan şeyin ne olduğunu pekte merak etmedim. Ta ki... Pusat, popomun oldukça yakınında havlayana kadar.

"Ilgaz! Çağır şu köpeği!" derken, çoktan koşmaya başlamıştım bile.

Ilgaz, çağırmak şöyle dursun, kahkahalarla arkamdan gülmeye başladı. Yapacak bir şeyimin kalmadığını anlayınca, tabanları yağladım. Herkes, bu gülünç fotoğrafa bakarken, ben utanç içerisindeydim. Ve korku da tam kalbimin içindeydi.

Ne kadar koştuğumu bilmiyordum. Ciğerlerim her an patlayacak gibiydi. Durmaya ihtiyacımın olduğunu biliyordum. Fakat nerede?

Tarık'ın bahsettiği yeni park alanına geldiğimde, girişte bir yandan bir yana uzatılmış kırmızı bir kurdele vardı. Henüz içeride kimse yoktu. Yalnızca birkaç görevli vardı. Parkın içinde köpekten kurtulmak daha iyi olur diye düşünüp, kırmızı kurdele doğru koştum.

Kurdele kopup, benimle birlikte gelmeye başladığında Pusat, daha çok havladı. İçimden bildiğim tüm duaları okumaya başladım. Ve tüm bunlar yetmiyormuş gibi bir de görevliler peşimden koşmaya başladı.

Bir umut "Yardım edin," diye bağırdım.

Duydular mı emin bile olamadan koşmaya devam ettim. Çimlere basarak, ağaçların arasına dalarak ilerlerken, en son adını bile bilmediğim bir ağaca koşarak yaklaşmaya başladım. Tam dibine girdiğimde hiç düşünmeden, can havliyle tırmandım. Pusat, gecikmeden gelip ayaklarıma doğru zıpladığında daha da tırmandım, yükseklik korkumu unutarak.

Görevliler geldiğinde Pusat, kuyruğunu kıstırıp koşarak uzaklaştı. Koala gibi yapıştığım dala daha çok sarılıp gözlerimi kapattım. Nefes almaya ihtiyacım vardı. Son yaşananları göz ardı ederek sadece buna odaklanmışken, görevlilerden biri "Hanımefendi, saatler sonra açılış yapılacak. Kurdeleyi kopardınız, parkı talan ettiniz. Üst merciler duymadan lütfen ağaçtan inip, parkı terk edin."

Görevliye kısık gözlerle bakarken "İnemem," dedim.

Bezgin bir ifade takındı yüzüne. Daha fazla aşağı bakamadığım için gözlerimi tekrar kapattım.

"Hanımefendi..."

"İnemem diyorum işte. Yükseklik korkum var."

"Biz ne yapalım bu durumda?"

"Tarık..."

"Lale!"

Gözlerimi hızla açtığımda, aşağıda onun yüzünü gördüm. Her yer bulaşıklaşırken başım dönmeye başlamıştı.

Telaşlı bir ifadeyle konuşmaya başladı.

"Aşağıya bakma yavrum. Ben şimdi gelip seni alacağım."

"Lütfen beyefendi! Açılışımız v..."

"Lan sus! Başlayacağım şimdi sana da açılışına da!"

Bir müddet sessizlikten sonra tekrar konuştu.

"Merdiven falan bir şey yok mu buralarda?"

"Yok maalesef."

"Lale!"

Bana tekrar seslendiğinde bir gözümü açıp yüzüne bakmaya çalıştım.

"Bak, şu aşağı da bir dal var. Oraya kadar inebilir misin? Sonrasında ben hemen alacağım seni oradan."

Dediği yere bakmaya çalıştım. Başım iyice dönmeye başladığında, "Düşecek gibiyim," dedim.

"Düşmek yok. Tamam, ben geliyorum şimdi. Sadece sıkı tutun sen."

Dediğini yapıp, dala iyice sarıldığımda, ağacın çok az sallandığını hissettim. Korkuyla, mümkünmüş gibi dala daha çok tutundum. Sarsıntı giderek arttığında, bacağıma bir el dokundu.

"Geldim," dedi güven veren sesi. Gözlerimi biraz araladığımda, onu ayak ucumda gördüm.

"Ben buradayım. Güven bana. Şimdi yavaşça ayağını şuradaki dala koy," deyip eliyle bir dalı gösterdi.

Dizlerim, çılgınca titriyordu. Yine de dediğini yapmaya çalıştım. Ayağımı yavaşça uzattığımda, elini ayak bileğime sarıp yön verdi. Nihayet ayağım dala değdiğinde kuvvetlice bastım.

Az da olsa aşağı indiğim için artık Tarık, belime geliyordu.

"Kardeşim, istersen bize uzat kızı. Alalım biz buradan."

Kollarını her an açmaya müsait olan görevliye ters bir bakış attı.

"Hallediyorum ben."

Görevli, içinden "Sanki yiyeceğiz," diyor gibiydi.

Kısık olan gözlerimi tekrar sıkıca kapattım. Çünkü midem de bir hayli bulunmaya başlamıştı.

"Şimdi ben biraz aşağı ineceğim. Sen, benim durduğum yere geleceksin. Tamam mı Lale?"

"Tamam."

 

"Şimdi," dediğinde tekrar gözlerimi açtım. Şimdi yine ayak ucumda duruyordu. Dediğini yapıp az önce durduğu yere ayağımı indirmeye çabaladım. Fakat bu kez, az önce olduğu kadar şanslı değildik. Tüm gün yağmur yağmıştı ve ağaç, haddinden fazla kaygandı. Tabanları eskimiş olan spor ayakkabılarım ise asla bu ağaca uygun değildi.

Tiz bir çığlık eşliğinde boşa çıkan ayağımla aşağı kaydığımda, çok geçmeden onun kolları bedenimi sardı. Sert bir şekilde yere düştük. O altta, ben üstte...

O, altta...

Gözlerim kocaman açılırken, acıyla kasılan yüzüne baktım. Yine başına iş açmıştım.

Gözleri aralandığında, ifadesi telaşlıydı. Belimdeki elleri sıkılaştı.

"İyi misin?"

"Asıl sen iyi misin?"

Yeşil gözleri, tüm bedenimi hızla tararken, iyi olduğuma kanaat getirmiş olsa gerek, başını çimenlere geri koydu.

"İyiyim," diye fısıldadı.

Öylece birbirimize bakarken, belki de hiç olmayacak bir yerde saniyeleri saymaya başladım.

Üçüncü dakikaya geldiğimde, görevlilerin bir şeyler söyleyip uzaklaştığını duydum.

Beşinci dakikaya geldiğimde, vücudunun sıcaklığı bedenime geçmişti.

Altıncı dakikaya geldiğimde, bakışları farklı bir hal aldı. Yeşil gözleri, hipnoz görevini görürken artık son saniyeleri sayıyordum belki de.

Kırk iki.

Kırk üç.

Kırk dört.

Kırk beş.

"Kırk beş," diye fısıldadı.

Şaşkınlık, tüm bedenimi ele geçirmişti. Savrulmaya müsaittim. Bir rüzgar esse...

Rüzgara gerek kalmadı.

Eli, yüzüme dökülen saçlarımdan bir tutama uzandığında, yavaşça kulağımın arkasına sıkıştırdı. Parmakları, boynuma doğru usulca yol alırken, kalbimin duracağından emindim.

"Lale," dedi, sesinin duyulmasından korkar gibi.

Dudaklarımı yalayıp, çatallı sesimle cevap verdim. "Efendim?"

"Sana karşı bir hata yapmak istemiyorum. Eğer, yanlış bir şey yaptığımı düşünüyorsan beni durdur. Çünkü ben, kendimi durduramıyorum."

Sözleri biter bitmez, boynumdaki parmakları sıkılaştı. Başımı, kendine doğru çekerken, değil durdurmak, ona yardımcı oldum.

Henüz, yeterince yaklaşmamıştım. Gözleri ve dudakları arasında kaybetmeye mahkum olduğum bir kumar oynarken, hızla başını kaldırıp, dudaklarıma kapandı.

Ve düşleri sarsıldı.

 

-

şurada yorum patlaması istiyoruuuuuuuum!

son sahneyi bekleyenler???

beklemeyenler ansnsnsnsn

bölümü nasıl buldunuz????

Bölüm : 04.06.2025 00:15 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...