
Bölüm 21:
"Kıvırcıklar da Prenses Olabilir"
Bölüm Müziği: Berkay Altunyay-Olmazlara İnat
🐸
"Hüüüüpp!"
"Çüüüüş!"
"Ağzına acı biber sürerim sevgili kardeşim, ağzını topla."
Göz devirip, elinden çekeceklermiş gibi sarıldığı çay bardağına baktım.
"Harun!"
Ağzına bir zeytin atıp anneme döndü: "Efendim sultanım?"
Annem, gardını indirecek gibi olsa da indirmedi.
"Kardeşine iyi davran."
Abim, hayatının şokunu yaşıyormuş gibi abartı bir tepki gösterip "Demek onu daha çok seviyorsun ha!" diyerek demagoji yaptı.
Annem, oğlunu çok iyi tanıdığı için cevap vermeyip kahvaltısını yapmaya devam etti.
Kahvaltı bitiminde "Ben kaçar," deyip açıklama yapmadan sıvışmayı planlıyordum ki, Harun Korkmaz...
"Nereye bakalım fıstık?"
Yalandan bir kahkaha atıp elimi ağzıma kapattım.
"İlahi abi! Fıstıklar nereye kaçar?"
Yaptığım ince ve iğrenç espriyi anlamayınca, çöpe bakar gibi yüzüme baktı. Tek kaşı havada öylece bakarken, bir cevap beklediğini biliyordum.
"Nereye olacak?"
Omuz silkti, "Ne bileyim, nereye?"
"Off, Tarık abimin yanına gidiyorum, sanki başka gidecek yerim var da soruyorsun."
Gözleri kısıldı.
Kurdun dişine kan değdi.
"Siz hayırdır?" derken, başını Adanalılar gibi salladı. Buradan hepsine selam olsun. Selam okunacak şimdi, hepsini cenazeme beklerim.
"Ne biz hayırdır?"
Çayından, kaba bir şekilde bir fırt daha çekti.
"Götle don gibi haftalardır ayrılamadınız bir."
Yaptığı benzetmeye yüzümü buruşturdum.
"Başka görüşecek arkadaşım mı var?"
Doğruya doğru. Ne kadar aşık olsam da, aynı zamanda tek ve en yakın arkadaşımdı o benim.
Son söylediğim frenlemesine sebep olmuş olacak ki "Neyse, bende geleyim," diyerek kıvırdı.
Hayal kırıklığı her bir yanımı sararken, annemle çok kısa bir an bakıştık ve bir kurtarıcı edasıyla araya girdi.
"Sen hiçbir yere gidemezsin."
Şımarık bir çocuk gibi kaşlarını kaldırdı.
"O niye ya!"
"Evi temizleyeceğim. Koltukları kaldıracaksın."
Zafer sırıtışı sunup, anneme sulu bir öpücük armağan ettikten sonra odama geçtim.
Dışarıya kısa bir göz attığımda, havanın kapalı olduğunu gördüm. Zaten son günlerde de iyice soğumuştu. Kasım ayının ortalarına gelmiştik. Meteoroloji uzmanlarına göre bu sene kış erken gelecekmiş bir de. Bana göre hava hoştu. Kış mevsimini severdim.
Kalın sayılacak siyah bir kazak giyip, altıma da yine siyah, bilekten sıkmalı bir eşofman altı giydim. Saçlarımı özenli sayılacak bir şekilde tarayıp, küçük çiçekli tokamla bir tutamını geri de tutturdum. Dolabımın ücra köşelerine gizlenmiş bir çift beyaz spor ayakkabı bana göz kırpınca, belki de yıllar sonra içimde koyu renklerden başka bir renk giyme isteği belirdi.
Elim, hayri ihtiyari onlara uzandı. Bulundukları kutudan çıkarıp aldım. Bir çift çorap giydikten sonra hızla onları da giydim. Aynada kendimle göz göze geldiğimde bu ufak değişimin benim için bir çığ kadar büyük olduğunu düşündüm. Bu halim içimi ısıtırken, kahverengi kapüşonlumu da giyinip odamdan çıktım.
Kapıda abimle burun buruna geldik. Çorabının içine koyduğu pijamasıyla çok ciddiye alınır bir tipi olmasa da, gölgesi yine de korkutuyordu.
Burnu kırışırken, baştan ayağa bedenimi inceledi. Ayakkabılarıma bakınca kaşları olabildiğince havalandı. Tekrar yüzüme baktığında gözleri biraz yukarıda oyalandı ve ağzı açık bir şekilde bir adım geriye gitti.
"Şu ne?" derken işaret parmağıyla saçlarımı gösterdi. Öyle bir tepki gösterdi ki saçımda böcek var korkusuyla, henüz dakikalar önce taramışken birbirine kattım.
"Gitti mi?" diye, hararetle konuşsam da cevap vermedi. Nefes nefese kalmış bir halde yüzüne baktığımda, nadir görülen sinsi bakışı yüzündeydi.
"Hayırdır toka falan? Nereden çıktı bu çiçekli şey?"
Hızla yanıma yaklaşıp, saçlarımı acıtarak tokamı söküp aldı. İncelenmesi gereken bir vakaymışçasına yakından bakarken "Orkide mi bu? Yok, papatya gibi ama değil de."
Kendi kendine konuşmaya devam ediyordu. Uzanıp elinden almaya çalışsam da uzun boyunun avantajıyla kolunu yukarı kaldırdı.
"Ne iş?"
Göz devirdim.
"Nasıl ne iş abi? Her kız gibi bende saçımı toplamak için toka kullanıyorum."
Tek kaşı havalandı.
"Ne zamandan beri?"
Yakalandığımı belli etmemek adına bıkkın bir ifade takındım.
"Bilmem, yaklaşık yirmi üç yıldır falan."
Ben bu ayakları yemem, bakışı atıp tokayı geri saçıma taktı. Beceriksizce iliştirdiği tokayı düzeltip derin bir nefes bıraktım.
"Var sende bir şeyler ama hadi bakalım."
Tam ağzımı açmış cevap verecekken, annem benden önce davrandı.
"Harun! Bırak kızı da gel buraya."
Anneme, içten bir teşekkür sunup evden çıktım.
Apartmanın merdivenlerini hoplaya zıplaya indim. Ağır demir kapıyı açıp çıktıktan sonra, gözlerim hemen fırını buldu.
Fırına girmek üzre olan Rukiye teyzenin peşine takılıp, bende girdim. Gözlerim Tarık’ın güzel yeşilleriyle buluştuğunda, karnımda defalarca hissettiğim o yumruğu tekrar hissettim. Güzel bir gülücük sunmaya çalıştım. O ise ufak bir göz kırpıp Rukiye teyzeye döndü.
"İki ekmek mi yine Rukiye teyze?"
Rukiye teyze, usul usul başını salladı. Tarık, eldiven takıp ekmekleri poşetlerken, Rukiye teyze bana döndü.
Yüzündeki tonton nine gülümsemesiyle "Lale, kızım saçların ne güzel olmuş," dediğinde ellerim saçlarıma uzandı. İşte o an, ilk defa evden çıkarken kapüşonumu yoklamadan çıktığımı fark ettim. İşte o an, annemden, abimden ve Tarık’tan başka biri saçlarıma iltifat etti. Sevincim göğsümden taşarken, nedenim çoktu.
Kendime karşı bir adım daha atmıştım.
Başka zaman olsa utançla hemen saçlarımı kapatmaya yeltenecekken, Tarık’ın cesaret veren gülümsemesiyle o şekilde durmaya devam etmiştim.
Görünmez prangalarım düşmüş de, ilk defa gökyüzüyle bakışmış kadar özgürlük doluydum.
Ve daha nicesi...
Rukiye teyzeyi sevgiye boğma isteğimi bastırıp, minik bir teşekkür ettim. O ise karşılığında aynı sıcak gülümsemeyi sundu. Ekmekleri alıp fırından çıktıktan sonra ise bizi, tarifsiz bir sessizliğin içinde bıraktı.
Çoğu günü beraber geçiriyor olmamıza rağmen son zamanlarda çelişkili bir sessizlik yaşıyorduk. Bazen, onu uzun uzun bana bakarken yakalıyordum. Ve böyle anlarda yerin yedi kat dibine girip, üstüme bir de yorgan çekmek istiyordum. Sonra gülüp, göz kırıyordu. Bu halden şikayetçi değildim. Fakat bu gürültülü sessizlik bazen kulaklarımı kanatıyordu. Çünkü bu dakikalarda kalbimin sesi daha gür çıkıyordu.
Şimdi de o anlardan biriydi işte. Kalbim, kulaklarımı acıtacak kadar sesli atıyordu. Taburede sessizce oturuyordum. Önüme simit ve çay koyup, afiyet olsun dedikten sonra içeri geçmiş, bir süre gelmemişti. O sıra da koyduklarını yemiştim. Sonrasında ekmek almaya yine çokça kişi geldi. Zaten bu saatlerde yoğunluk fazla oluyordu. Erken geldiğim için pişmanlık duysam da burada varlığıyla oturmak bile güvende hissetiriyordu.
Aradan bir saat kadar geçmişti. Tek tük kısa cümleler, bazı espri ve gülüşlerin ardından yine bir sessizlik meydana geldi. Kasada birkaç hesaplamaya dalmasını fırsat bilip onu seyretmeye başladım.
Siyah bir kumaş pantolon, üstüne de kirli beyaz bir tişört giymişti. Bu havada üşüyüp üşümediğini düşündüm. Sonra küçükken soğuk havalarda ceketini hep bana verdiği geldi aklıma. Bu anda minik bir gülümseme yüzümü süsledi.
Kahverengi saçları özenle taranmıştı. Kirli sakalları yine hep olduğu kısalıktaydı. Gözleri bir zümrüt gibi parlıyordu yüzünün ortasında. Şekilli kaşları, biçimli dudakları... O kadar eşsiz bir görüntüsü vardı ki... Kemikli elleri bile estetik bir görüntü içerisindeydi.
Onun bu halini ilk defa görüyormuş gibi inceledikten sonra gözlerim kendime kaydı. Önce, tırnak etlerimi defalarca koparıp yara ettiğim ellerime baktım. Uzun ince parmaklarım olsa da bu yaralarla gerçekten korkunç gözüküyordu. Sonra üzerimdeki kıyafetlere baktım. Bu belki de en özenli halimdi. Elimde olsa yüzüme de bakmak isterdim ama bu daha fazla kötü hissetmemi sağlayacağı için iyi ki bakamıyorum diye düşündüm.
Evet, onun yanına yakışmıyorum.
Hiçbir şekilde.
"Her çiçek bahçede yetişmez, biliyor musun?"
Aniden konuşmasıyla, irkilerek ona baktım. Parmaklarıma bakarak düşüncelere daldığımın farkında bile değildim.
Söylediklerine odaklanmaya çalıştım. Neden durup dururken bunu söylemişti ki?
"Bazı çiçekler daha kurak daha taşlı daha engebeli ve daha zor şartlarda yetişir. Sen de onlardan birisin."
Henüz söylediklerinin heyecanını yutamamışken, yeşil gözlerini bir anda yüzüme kaldırdı. Güven veren bir gülümsemeyle parmaklarımı işaret etti.
"Uzun süredir parmaklarına bakıyorsun. Kendini hiç kimseyle kıyaslama. Ve onlar gibi olmak için de kendini değiştirme. Bu halinle de çok özelsin. Eğer gerçekten değişmek istiyorsan bunu kendin için yap."
Bir öğretmen edasıyla ellerini önündeki tezgaha dayayıp, bilgiç ifadeyle konuşurken ne dese evet demeye hazırdım. Hoş söylediklerinde haksız değildi. Yalnızca ben fazla çömezdim. Hayata yeni doğmuş gibi adımlarım bir o kadar güçsüzdü. Bu yüzden her halimi bir falso olarak görüyor ve diğer herkes gibi olmak için çaba gösteriyordum. Oysa şu an fark ettiğim bir gerçek vardı: Ben, renklere yalnızca kendim için boyanmak istiyordum. Aynada gördüğüm bedende pembeler, morlar parlasın istiyordum. O veya bunun için değil, kendim için.
Kendimi başımı sallarken buldum. O ise devam etti.
"Bu arada eminim ki sana beyaz çok yakışır. Sadece ayakkabıların da görmek yerine güzel bir elbise içinde görmek de isterim."
Başı boynuna doğru nazikçe kıvrılırken, nasıl hayır diyebilirdim ki. Kendim için giydiğim ilk elbisenin rengi belki de beyaz olmalıydı.
"Biraz daha seni bekletmek zorundayım. Babam meydana kadar gitti. O gelince çıkarız, olur mu?"
Problem değil dercesine omuz silkip, söylediklerini düşünmeye devam ettim. O da işine döndü.
Aradan çok zaman geçmeden Mümtaz amca fırından içeri girdi. Selamlaştıktan sonra Tarık, izin aldı. Mümtaz amca da hiç görmediğim manidar bir bakış belirdi. Usulca başını sallarken gözleri üzerimizde oyalandı. Sebepsizce utandım. Belki de sebepli.
Buna takılmamaya çalışarak fırından çıktım. Tarık'ta ceketini giyerek peşimden geldi. Nereye gideceğimizi veya ne yapacağımızı bilmiyordum. Sadece diğer günlerde olduğu gibi bugün de spontane olarak evden ayrılmıştım.
Yolda yürürken ara ara kollarımız birbirini yalayıp geçiyordu.
Adımlarımı sayıyordum. Siyah, İtalyan model olduğunu düşündüğüm mat ayakkabıları, gösterişli duruyordu. Onun adımları da benim adımlarımın yanında süsleniyordu.
Yürürken ara ara bir yerleri gösterip bizi çocukluk anılarımızda gezdiriyordu. Bunların bir çoğunda, başına iç açıyordum. O ise tüm bunları minik bir kahkahayla anlatıyordu.
Uzun bir süre böyle yürüdük. Yoruldum ama geçirdiğim vaktin güzelliğiyle tüm yorgunluğum hissedilmez bir haldeydi.
Biraz daha yürüdükten sonra yeni açılan parka geldik. Soğuyan havalarla birlikte parktaki insan sayıları da azalmıştı. Yine de hafta sonu olduğu için hatırı sayılır bir kalabalık vardı. Bir kamelya bulup yerleştik. Buraya neden geldiğimizi bilmesemde sorgulamadım.
Semaver kiralayan küçük işletmeden semaver aldık. Sonra parkın içindeki marketten damağımıza göre abur cubur alıp tekrar kamelyaya yerleştik. Sıcak çaylarımızı içerken benden mutlusu yoktu.
Çayından ince bir yudum çekerken, gözleri manidar bir şekilde yüzümde dolaştı. Yol boyunca da bu bakışı hep üzerimde hissettim. Sebebini merak etsemde sorma cesaretim yoktu.
"Çok kısa zaman sonra öyle bir hale geleceksin ki, bugün yaşadığın tüm kaygılar, o gün minik bir gülümseme bırakacak yüzünde."
Anlamayan gözlerle yüzünü inceledim. Çayından bir yudum daha alırken gözleriyle başımı işaret etti. Elim istemsizce oraya uzandığında saçlarımın açık olduğunu o an anladım. Kalbimde adını koyamadığım bir his uyanırken, anlamsız gözlerle yüzüne bakmaya devam ettim.
"O kadar yol yürüdük. Hatta yolu bile uzattık. Sayısız insanla karşılaştık, hala etrafımızda bir sürü insan var. Ve kimse dönüp senin güzel saçlarına bir tür karmaşa görmüş gibi bakmadı."
Söyledikleri kulaklarımda uğultu bırakıp geçiyordu. Önce evden bu şekilde çıkmıştım. Sonra Rukiye teyzenin övgüsüne kapılıp yine unutmuştum.
Kaygılar, boğaza ip dizer...
En büyük kaygılarımdan biri olan kıvırcık saçlarım, boğazımdaki ipini kesmişti belki de. Belki de düşündüğüm kadar korkunç değildi. Belki de...
Büyük bir ikilem içinde kavurlurken, elim kapüşonuma uzandı. Beyaz yanaklarım çoktan kırmızının bir tonuna bürünmüştü. Bu şekilde dışarıya çıkmaya alışkın değildim işte.
Tarık, bir anda karşımdan kalkıp yanıma geldi. Aramızda bir el karış mesafesi kalana kadar yaklaştı. Elleri narin bir şekilde ellerimin üzerine kondu ve yavaşça onları indirdi.
Yakındık.
Bir nefes rüzgarı kadar.
Yakından nasıl gözüküyordum?
Yakından efsunlu bir şiir gibi gözüküyordu.
Gözleri, dudakları, boynu... Hepsi günaha davet gibi yakınımda duruyorlardı. Nefes almaya çalıştım. Kokusu genzimi yaktı geçti. Boyun girintisine gözlerimi sabitledim. Elleri hala ellerimdeydi. Aklım çok ücra yerlerde...
Ceketinin iç cebine uzanıp küçük bir toka çıkardı. Bir saniye olsun dinmeyen heyecanım tekrar baş gösterdi. Benim içindi... Tıpkı diğeri gibi bu da benim içindi.
Bu seferkinin çiçeği biraz daha büyüktü. Diğeri kadar güzeldi. Ucu sarı bir çiçekle süslenmişti.
Gözlerimin içine izin ister gibi baktı. Nasıl hayır diyebilirdim ki? Usulca başımı salladım.
Kakülümün bir diğer tutamını parmakları arasında toplayıp yukarıda tutturdu. Yüzüm artık hiç olmadığı kadar açıktı. Yıllardır gizlediğim her şey meydana çıkmış gibi rahatsız hissetsem de bir o kadar da rahattım.
Eserini incelemek isteyen sanatçı gibi biraz geri çekildi ve yüzümü incelemeye koyuldu. Bu hareketi kabuğuma çekilme iç güdümü artırsa da sabit kalmaya devam ettim.
"Çok güzel oldun," dedi. Gözleri ışıl ışıldı, tıpkı kalbim gibi.
"Sahi mi?"
Yüzüne tanıdık olan o gülümseme yayıldı yine.
"En sahici olanından hem de."
Sessizlik.
Tıpkı fırında olduğu gibi.
Gürültülü bir sessizlik.
Dilim, bazı düğümleri çözmek istiyor, tıpkı kalbim gibi.
"Tarık abi," dedim, her soru sorduğumda sesime yapışan o tınıyla. Meraklı gözleri yüzümde dolaştı: "Efendim?"
Cesaretimi topladım ve bir nefeste "Neden benim için bu kadar çok çabalıyorsun?" diye aniden soruverdim.
Durdu.
Durdum.
Sessizlik büyüdü.
Gözlerindeki siyah hare yeşillerini yutmaya çok yaklaştı. Ama o, susmaya devam etti. Bu süre içerisinde birkaç defa dudaklarını açıp kapattı.
"Benim için kıymetlisin çünkü," dedi. Geçen onca dakika boyunca bu cümleyi düşünmediğine neredeyse emindim.
"Sadece o kadar mı?"
Belki sadece yanılsama ama nefeslerinin sıklaştığını hissettim.
"Belki de değildir."
Söyledikleri beynimde yankı buldu. Heyecanım dalga dalga büyürken, umutlanmak için kulp aradığımı düşündüm.
Ne söyleyeceğimi bilemeyerek uzun bir süre yüzüne baktım. O da aynı şekilde bakışını sürdürdü.
"Lale," dedi nihayetinde.
"Efendim, Tarık abi."
"Prensesim olur musun?"
Aklım bana oyun oynuyor diye düşündüm. Canımı yakmak için olmayan sesler duyuruyor bana... Ama hayır. Saf bir gerçekle karşımda işte. Ama bu ne demek, ne demek!
Ağzım, hiç de hoş olmayacak bir şekilde açık da kalırken, o tekrar konuşmaya başladı.
"Uzun zamandır bunu planlıyordum. Belediyeden gerekli izinleri zorda olsa aldım. Kısıtlı olsada bütçemiz var. Bir oyun oynayacağız. Kurbağa Prens. Ve oradaki Prenses sen ol istiyorum."
Nefesimi tuttum. Uzun bir süre denebilecek kadar hem de. Ne denir bilinmez. Ama hem yıkılmış hem de yükselmiş hissediyordum.
Anılar zihnimde bir bir canlandı. İlkokulda tiyatro seçmeleri için öğretmen beni prenses olarak seçmek istemişti de, sınıftakiler kıvırcık bir çirkin nasıl prenses olacak öğretmenim, diye dalga geçmişlerdi. Oysa o kadar heveslenmiştim ki. Hayatımın bir döneminde yalan da olsa güzel rolü yapacaktım. Ellerimden kayıp gitmişti. Oyun da yine Kurbağa Prens'ti. O günden sonra içten içe asıl Kurbağa benim diye söylenip durdum. Belki de öğretmen beni Prenses yerine Kurbağa olarak seçmeliydi diye bile düşündüm.
"Lale?" dedi, tedirgin bir sesle. Sessizliğim onu ürkütmüş olmalı. Gülümsemeye çalıştım. Nasıl yapacaktım? Prensesleri yalnızca masallardan tanırken nasıl Prenses olacaktım? Hem kıvırcık prenses olur mu? Saçlarım da sarı değil. Gözlerim okyanusu taşımıyor. Nasıl prenses olacağım?
"Benden Prenses olmaz ki," dedim yenik bir hüzünle.
Eli, beklemediğim bir şekilde saçlarıma uzandı. Şefkatli bir okşama bıraktı oraya.
"Kıvırcıklar da Prenses olur," dedi, yumuşak sesiyle.
"Benden olsa olsa Kurbağa olur. Bence oyunu tersine çevirip Kurbağa Prenses yapalım ve sen Prens ol."
Gözlerim önüme düştü. Bu kez de aynı şefkatli el, çenemi tuttu. Yüzümü kaldırdı ve yavaşça yüzüme doğru yaklaşmaya başladı. Kalbim, çoktan yolundan çıkmıştı. Ne yapıyordu? NE YAPIYORDU?
Yüzlerimizin arasında çok az bir mesafe kala durdu. Gözlerimin içine baktı. İzin istiyordu sanki. Ne yaptığımı bilmeden gözlerimi kapattım sadece. Çok geçmeden yumuşak dudakları, dudaklarımın biraz kenarına kondu.
Sıcaklığı henüz beni terk etmemişken biraz geri çekildi. Nefesi, yüzümü yalayıp geçiyordu. Kokusu her bir hücremde dolaşıyordu. Ne yaptığımı bilmiyordum. Bir cesaret gözlerimi açtım. Yeşil gözleri hiç olmadığı kadar yakınımdaydı.
"Prens, Kurbağa Prenses'i öptü. Artık bir Kurbağa değilsin. Şimdi Prenses olmamak için bir bahanen kalmadı."
-
holaaa
sürpriz olduu birrazz
bu bölüme oy ve yorum patlaması istiyorummm
üzmeyin bu yazarı :(
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 12.01k Okunma |
1.77k Oy |
0 Takip |
28 Bölümlü Kitap |