
Bölüm 4:
"Zil Çalana Kadar"
Bölüm Müziği: Mansur Ark-Silinmez
🐸
“Lale!”
“Kız, Lale!”
Küçük Lale, ağlamamak için sıktığı çenesi ve ısırdığı dudaklarıyla yalnızca ayak uçlarına bakıyordu. Gidemiyordu, çünkü Harun ve Tarık abisini beklemek zorundaydı. Eğer giderse Harun abisi eve geldiğinde saçlarını bir bir yolardı. Öyle demişti, Harun. “Bana bak Lale! Eğer biz dersten çıkmadan gidersen eve geldiğimde o kıvırcık saçlarını bir bir yolarım.” Küçük aklıyla bu tehditten bir hayli korkmuştu. Abisi daha önce de saçlarını çekmişti ve çok acımıştı. Yine acırdı.
“Hşt, Lale! Kime diyorum ben!”
Can. Her okulun bir zorbası muhakkak olurdu fakat bu çocuk… Bu çocuk, zalimdi. Yediği yemekler koca göbeğini az şişiriyormuş gibi bir de çocukların başının etini yiyip daha çok doyma peşindeydi. Kötülük bir çocuğun damarlarında bu kadar saf bir şekilde akmamalıydı ama Can’ın damarlarında akıyordu işte. Hele de söz konusu olan Lale’yse…
Lale, kimseye çaktırmadan derince iç çekti. Çenesi titriyordu. Boğazında kocaman dikenli bir top vardı. Gözleri doluyordu. Küçük kalbi korkudan hızla çarpıyordu. Ve içinden sürekli dua ediyordu: “Allah’ım n’olur artık zil çalsın.” Fakat zilin çalmasına henüz on dakika daha vardı.
Can, yanındaki diğer arkadaşlarıyla birlikte bankta yalnız başına oturan Lale’nin başında dikildi. Bahçedeki diğer çocuklarda bu zorbalıktan memnun bir şekilde etraflarını sardı. Lale, başını bir kez olsun yerden kaldırmıyordu. Uçları yer yer yıpranmış spor ayakkabılarına bakmaya devam etti.
Can, elini Lale’nin saçlarına daldırıp karıştırdı. Elini geri çekerken de birkaç teli acımasızca kopardı. Lale’nin canı yandı. İçi zaten acıyordu üstüne bir de bu eklenince hıçkırarak ağlamak istedi. Sıktı kendini. Abileri gelecekti şimdi. “Baban nerede?” Tiz sesiyle kahkaha. Yanındakiler de güldü. Lale, utanç dolu hissediyordu.
“Baban, başka kadınla kaçmış diyorlar!”
Kaçtıysa kaçtı, sana ne, demek istedi ama içine doğru haykırmaktan başka bir şey yapamadı. “Babasızlara ne diyorduk biiiiiz!” deyip, ellerini havaya kaldırdı. Diğerleri bu coşkuya katılırken hep birlikte bağırdılar. “Piiiiiiç, diyorduk.” Lale, dişlerini sertçe diline geçirdi. Tam bu anda gözünden bir damla yaş düştü mavi önlüğüne.
“Piç, piç, piç!”
“Piç, Lale!”
Ellerini çırpıp keyifle bağırmaya devam ettiler. Can, bu defa iki elini birden Lale’nin saçlarına geçirip onlarla oynamaya başladı. Bu esnada da “Piç, Lale!” demeye devam ediyordu.
Zil çaldı. Lale, gümp gümp atan kalbiyle abilerini bekledi. Şimdi geleceklerdi ve bu zalimlerin ellerinden onu kurtaracaklardı.
Bekledi.
Saniyeler sonra kendi küçük ama yüreği büyük bir oğlan çocuğu kalabalığı yararak aralarına girdi. Lale, onu gölgesinden tanırdı bir kere. Umutla başını kaldırdı ve dakikalardır titreyen çenesini, akmak için zaman kollayan göz yaşlarını onu görünce bıraktı. Şimdi hüngür hüngür ağlıyordu. “Tarık abi,” dedi, hıçkırıklarının arasında. Can, Tarık’ı görünce ellerini Lale’nin saçlarından çıkartmak istedi fakat tombul parmakları kızın saçlarına dolanmıştı. Lale’nin canını umursamadan ellerini sertçe çekip parmaklarını kurtardı. Lale, acıyan başıyla inleyip daha çok ağladı. Bu dakika da küçük Tarık, ağırlığı poposuna kadar inen çantasını tek hamlede yere fırlatıp Can’a doğru koşmaya başladı. Lale’nin oturduğu banka basıp havalandıktan sonra uçarak Can’ın tepesine kondu.
“Sensin ulan, piç! Sensin piç! Piç kurusu! Yolmaz mıyım şimdi tüm saçlarını!”
Tarık, küçüktü ama yüreği büyüktü işte. Onun küçük kardeşi olmamıştı hiç. Lale doğduğunda küçük kollarının arasına bırakmışlar ve işte -kardeşin- demişlerdi. Yumuk yumuk gözlerini açıp Tarık’a baktığında kalbi yerinden çıkacak gibi olmuştu. Öyle sevmişti ki Lale’yi… Her gece yatmadan önce sabaha kaç saat kaldığını hesaplar, çalar saat gibi Lale’nin süt emmek için uyandığı saatte uyanır, kapılarına dikilirdi. Annesi ne kadar ikaz etse de bundan vazgeçmemişti. Lale, küçük hayranının farkına varmış gibi emerken daima onun işaret parmağını tutardı. Hatta bu yüzden annesi geceleri sorun yaşıyordu. Bebek Lale, çaresizce Tarık’ın parmağını arıyordu ve olmadığını anlayınca feryat figan ağlıyordu. Hal böyleyken kalabalığı yarıp içlerine girdiğinde ve Lale’yi o halde gördüğünde küçük kafasına şimşekler çakmıştı. Bebekken sevmeye kıyamadığı Lale’sini dombili Can, ağlatıyordu, hakaret ediyordu, yetmiyormuş gibi en sevdiği kıvırcık saçlarını yoluyordu.
Tarık, hala Can’ın tepesinde sarı saçlarını yolup arada yüzüne yumruklar atarken Can’ın arkadaşları Tarık’ı yere attılar. Tarık, yaşına göre kuvvetli bir çocuktu fakat üç kişiye güç yetirecek kadar değildi.
“Kimmiş piç!” Can, öfkesini almak istercesine Tarık’ın karnına bir tekme savurdu. Lale, biricik kahramanının o halde yerde kıvrandığını görünce dayanamadı elbette. O da çantasını sırtından atıp koşarak kavgaya karıştı. Can’ın yumruk atmak için kalkan kolunu tutup sertçe dişlerini geçirdi. Can, acıyla inleyip Lale’nin saçlarından tuttuğu gibi kafasını geri çekmeye çalıştı.
“Lale, git!” diye, bağırdı Tarık. Bu halde bile onu düşünüyordu. Lale, saçlarının çekilmesine daha fazla dayanamayıp dişlerini çekti. Bu kez de cılız bacağıyla Can’ın ayaklarını tekmelemeye çalıştı. Can, öfkeyle Lale’yi göğsünden ittirdi. Küçük beden kaldırıma savruldu. Önce uzun çorabı yırtıldı, dizleri soyuldu sonra avuçlarına taşların battığını hissetti.
“Ağzına s*çtım senin çocuk!” Tarık, Lale’yi o halde görünce bedenine güç geldiğini hissetti. Bu güçle de tekrar ayağa kalktı. Bu esnada da ders çıkışı tuvalete giden Harun, geldi. Gördüklerinden sonra kan beynine sıçramıştı. Kardeşine acılı gözlerle baktı. Sonra gözleri Tarık’la kesişti. Tarık, öfkeyle dudağının kenarındaki kanı sildi. Sonra Harun’a başıyla işaret verdi ve iki koca yürek tüm hepsine karşı dövüşmeye başladı. Lale’yse yerde bulduğu çakıl taşlarını karşı tarafa atarak bu kavgaya destek olmaya çalıştı.
Öğretmenler geldi. Kavga ayrıldı. Müdür, iki tarafı da ikaz edip evlerine yolladı. Lale, yürüyebilecek bir halde değildi. Dizleri ve elleri bir hayli yanıyordu.
Okul binasından ayrılıp köşeyi döndüklerinde Lale, kaldırıma çöküp ağlamaya başladı. Bir yanına Harun abisi bir yanına da Tarık abisi oturdu. Gözyaşlarını küçük yumruklarıyla silip burnunu da koluna sildi. Yüzüne gelen saçlarını kulak arkası edip yaşlı gözlerle Tarık abisine baktı.
“Tarık abi, ben piç miyim?”
Tarık, Lale’nin ağlayan gözlerine ne zaman baksa gözleri dolardı. Yine dolmuştu.
“O ne demek, maymun. Biz piç falan değiliz,” dedi, Harun öfkeyle.
“Sana mı sordum, goril,” dedi öfkeyle. Harun, saçlarını çekecek gibi oldu ama bundan hemen vazgeçti. Lale, tekrar Tarık’a döndü. “Piç miyim ben?” diye sordu tekrar. “Güzel kızlar piç olmaz,” dedi, Tarık kendinden emin bir şekilde. Lale, gözlerini büyüttü. “Ben güzel miyim?” Tarık, dudağının kenarıyla güldü. “Çok güzelsin.” Gülümsedi Lale ve kızdı Harun. “Bu mu güzel? Maymuna benziyor.” Lale, öfkeyle abisine dönüp dil çıkardı. “Bana bak, ben senin abinim. Niye bana sormuyorsun?” Lale, omuz silkti. “Sen güzel cevaplar vermiyorsun.” Harun, kaşlarını çattı. “Tarık, götünden uyduruyor yine sende güzel mi diyorsun?” Lale, gözlerini yine kocaman açtı. Sonrasında da kaldırımdan hemen kalktı. “Seni anneme söyleyeceğim,” dedi yine hep dediği gibi. Sonra da koşmaya çalıştı fakat elbette bunu başaramadı. Dizlerinin ağrısıyla sendeleyince iki kurtarıcısı da aynı anda kollarının altına girdi. Sonra biri bir bacağını biri de bir bacağını tutup Lale’yi havaya kaldırdılar. Ve üçü beraber evlerine doğru yol aldılar.
🐸
Arkadaş, bu yaşa kadar aradığım bir şey olmamıştı. Çünkü eksikliğini hissetmemiştim. Tamam, itiraf ediyorum: bazen yakın bir kız arkadaşım olsa nasıl olurdu diye düşünüyordum. Fakat bu oldukça kısa sürüyordu. Çünkü biliyordum, aklı başında hiçbir kız benimle arkadaş olmazdı. Olmayan hayat enerjimle onunkini de yer, bitirirdim. Ve hazin son… Sonu gelen o arkadaşlık.
Şimdi de eksikliğini çektiğim bir yerdeydim. Sokakta. Sokaklarda. Ve yapmam gereken bir iş olduğunda. Yaşadığım öz güven eksikliğini hesap edip tekrar bu duruma bakarsak en çok bir işim olduğunda ihtiyaç duyuyordum. En ufak alışveriş yapacağım zamanda bile alnımdan ufak ufak terliyordum.
Ve bugün…
Annem, işe gitmişti. Abimin de iş görüşmesi vardı. Tüm bunların kötü tarafı alışveriş yapılması gerekiyordu. Anneme yapamayacağımı söylemiştim ama müthiş bir duygu sömürüsü yapıp vicdanıma oynamıştı. Asıl amacının bu içime kapanık halimin son bulmasının olduğunu biliyordum. Bu yüzden üzülmesin diye kabul etmiştim. Ve şimdi de keşke kabul etmeseydim diyordum. Ya da en azından annemle birlikte çıksaydık o zaman daha az rahatsız hissederdim.
Bizim sokağın arkasındaki markete gelmiştim. Alacağım çoğu şey burada mevcuttu. Marketten içeri girdiğimde tüm yüzler bana bakıyormuş gibi hissine kapılınca kapüşonumu yüzüme daha çok çektim. Eşofmanımın cebinden annemin yaptığı listeyi çıkarıp kıssaca bir göz attım. Yan taraftan alışveriş sepeti alıp raflar arasında gezinip, listedekileri sepete eklemeye başladım.
Nihayet birçoğunu aldığımda kasaya ilerledim. Burası en güç tarafıydı. Bazen kasiyerlerin ne dediğini anlayamıyordum ve geri dönüp sormak işkence gibi geliyordu. yüzüme -sen bir boksun- der gibi bakıyorlardı ve o an yerin dibine geçmek için zaman kolluyordum.
Neyse ki korktuğum olmadı. Ödemeyi yaptım ve elimdeki üç koca poşetle marketten çıktım. Ağırlıklarını göz önüne alınca bunlarla manava gitmem olanaksızdı. Aklıma gelen fikirle heyecana kapılıp fırına doğru yürümeye başladım. Sokağa geri döndüğümde fırından çıkan Necip Amca’yla karşılaştık. Başıyla selam verdi. Utansam da bende karşılık verdim. Sonra da fırına girdim. Emre, köşede yeni pişen ekmekleri dolaba yerleştiriyordu. Onu görmezden gelip Tarık’a baktım. Beni görünce kasanın arkasından çıkıp karşıma geçti. Heyecandan aklımı yitirmemek için içimden ona kadar saydım. Sonra ondan geriye saydım ve “Merhaba,” dedim.
Dümdüz dişlerini meydana sermek istermiş gibi kocaman gülümsedi. “Merhaba.” Ellerimdeki poşetlere baktı. “Alışveriş yapılmış.” Poşetlere uzandığında ellerimiz birbirine değdi. O an poşetleri olduğu gibi bırakıp fırından kaçmak makul bir fikir gibi geldi fakat kendimi sıktım.
Omuzlarımı silktim “Annem işte.” Poşetleri elimden çekti. “Eve kadar götüreyim.” Kaşlarımı kaldırdım hemen. “Bir de manava uğrayacağım. Bunlar burada kalsa olur mu demek için gelmiştim.” Başını sallarken poşetleri kenara koydu. “Olur olur.”
“Teşekkür ederim.” Göz kırpıp tekrar kasanın arkasına geçti. Kalbime sakin olması için telkinler sunup fırından çıktım.
Sokağın aşağısındaki manava kadar yürüdüm. Başımı kaldırdığımda görmek istediğim kesinlikle kapalı bir manav değildi. Hep bu manavdan alışveriş yapardık. Diğer manav diye bir seçenek yoktu benim için. Fakat annemin yüzü gözümün önüne geldi. Benim için çok üzülüyordu. Bu alışveriş için ona tamam demiştim. Mutlu olsun istiyordum ve mutlu olması için de her ne kadar Can’ın orada olduğunu bilsem de o manava gitmeliydim. Hem en fazla ne olabilirdi ki? Domates, biber, salatalık… Alıp çıkacağım. Bu kadar. Can’ı görmem bile belki de. Babasının manavı diye illa orada olacak değil ya! Tabi.
Düşüncelere dalmışken uzaktan Gonca’yı gördüm. Gülerek el salladı. Sonra da salınarak yanıma geldi. “Merhaba, Lale.” Yapay gülümsemesine bir karşılık vermeyip “Merhaba,” dedim, düz bir sesle. “Hayrola, sen pek dışarı çıkmazsın.” O görmese de gözlerimi devirdim. “Manava gidiyorum.” Başını salladı. “Bugün burası kapalı. Diğer manava gidersin artık.” Bu defa da ben başımı salladım. “Bende fırına gidiyorum,” dedi. Aynı zamanda da gömleğinin üstten bir düğmesini açtı. Gözüm anlık seğirse de gülümsemeye çalıştım. “İyi tutmayayım seni,” deyip yanımdan ayrıldı. Fırına gidiyor olması canımı ne kadar sıksa da her gün fırına gittiğini aklıma getirip kendi sıkıntıma odaklandım.
Bu kez de fırının arka sokağına doğru yürümeye başladım. Her adımımda kalbim yerinden çıkacakmış gibi atmaya devam ediyordu. Her adımımda, okuldaki iğrenç anılarım hafızama hücum ediyordu. Her adımda… Ve son adım. Kapüşonumu açtım. Kendime cesaret dileyip başımı kaldırdım. Hiçbir zaman şanslı biri olamadım. Şimdi de. Manavda bir tek Can, vardı. Kapıda dikildiğimi fark edince bana baktı. Yüzünde bir sırıtış belirdi. Geri dönmek istedim. Gözlerimi kaçırdım. Geriye doğru bir adımım düştü. Son bir cesaretle bir daha yüzüne baktım ve o alaycı ifadeyi yine gördüm. Aşağılayan itici bakışları…
Çenemi dikleştirip manava girdim. Can’dan tarafa hiç bakmayarak annemin isteklerini bir bir poşetlemeye başladım. Domates seçerken arkamdan yaklaştığını hissettim. Tüm tüylerim diken diken olsa da bir şey belli etmemeye çalıştım.
“Saçların önceden daha kıvırcıktı.” Elim, dolgun bir domatesin üzerinde kalakaldı.
“Boyunda epey uzamış.” Dudağımı içten ısırdım.
Can, artık şişman değildi. Fakat hatırı sayılır bir iriliği vardı. Kilolarıyla beraber kötülüğü de erimiştir diye düşünüyordum ama yanılmışım.
Elini saçlarıma attı. Korkuyla önümü dönüp bir adım geri çekildi. “Hop, sakin ol.”
“Ne yaptığını sanıyorsun sen!” Ellerini teslim olurcasına havaya kaldırdı. “Bir şey yapmadım.”
“Bir daha bana sakın dokunayım deme.” İğrenç bir şekilde gülümsedi. Gözleri kısa bir an dışarıyı taradı. Gayri ihtiyari bende baktım. Kimsecikler yoktu. Yüreğimde kocaman bir korku peydah oldu. “Niye bu kadar vahşisin ki.” Bana doğru bir adım attı ve bende geriye doğru bir adım daha attım. “Ne yapıyorsun?” Sesim titremişti. Korkuyordum, nasıl titremesin ki?
Yüzüne yine o alaylı ifade oturdu. “Senin gibi bir piçle ne işim olur benim.” Soluğum boğazımda takılı kaldı. Yıllardır kanayan bir yaraydı bu kelime bende. Her duyduğumda bana söylenmiş gibi irkilirdim. “Piç değilim ben.” Çenem titredi, dudağım büküldü, gözlerim doldu… Piç değildim ki ben. Babamın günahı niye benim boynuma dolanıp, alnıma piç damgası vuruyordu?
“Babasız değil misin kızım! Piçsin işte.” Burnumu sertçe çektim. “Piç değilim ben,” diye fısıldadım kendime. Elimdeki poşetleri olduğu gibi yere bırakıp koşarak çıktım manavdan. Yaklaşık beş adım gitmiştim ki öfkeyle durdum. Gözlerim dışarıdaki kasa kasa elmalara takılı kaldı. Can’a baktım. Dudaklarını oynatarak tekrardan -piç- dedi. Eğilip kasadan bir büyük elma aldım ve hiç düşünmeden manavın camına attım.
“Piç değilim ben!” Sesim öyle tiz, öyle acınası çıkmıştı ki en çok kendime ağladım. Sonra bir elma daha aldım, onu da attım. “Piç değilim ben!”
Can, korkuyla bir köşeye saklandı. Etraftan geçen tek tük insanlar buraya toplanmaya başladı. Durmadım. Bir elma ve bir elma daha. “Piç değilim ben,” dedim, defalarca. Ve son bir elma daha. Kolum elmayla birlikte havada asılı kaldı. Gölgesinden tanırdım onu ben. Tarık’tı bu.
Kaşları çatık, çenesi seğiriyor… Göz yaşlarıma baktı, elime baktı, elimdeki elmaya baktı, içeride fare gibi saklanan Can’a baktı.
Çenem daha çok titredi ve hep olduğu gibi onun görünce hıçkırarak ağlamaya başladım. Boynum büküldü “Piç değilim ki ben.” Gözleri doldu. Elimi yavaşça indirip elmayı alıp yere attı. Göz yaşlarımı yavaşça sildi. “Güzel kızlar piç olmaz.” Gülümsedi. Gülümsedim.
İki eliyle omuzlarımı sıvazladı ve gözleri içeri kaydı. Bakışlarındaki karanlığı görebiliyordum. Tıpkı yıllar önce olduğu gibi. Beni bırakıp sert adımlarla manava girdi. Köşede saklanan Can’ı yakasından tuttuğu gibi dışarıya attı. Can, öyle ufak tefek değildi. Yalnızca Tarık, daima cüssesinden kuvvetli biri olmuştu.
Can, ayaklarımın önüne düştü. Tarık, peşinden gelip üzerine çıktı. “Bu iki oldu lan! Bu iki oldu! Piç diye sana derler, g*tveren!” Bir yumruk ve bir yumruk daha. Donakaldım. Hem ne yapacaktım ki?
“Şerefini s*ktiğim! Derdin ne senin ha, derdin ne!”
Can’ın yüzü kana bulanırken Tarık’ı tutabilen yoktu. Koca koca adamlar yumruklarının önüne geçmeye çalışıyorlardı ama nafile. Bıraksalar öldürecekti. Öldürecekti. Öldürecekti. Ya öldürürse? Beynimde yankılanan bu cümleyle kendime geldim. Olduğum yerden ileri atılıp yumruğuna sarıldım. Ama gözü nasıl döndüyse beni bile görmedi. Geriye savrulup popomun üzerine kaldırıma düştüm. Ellerimle tutunmak için avuç içlerimi açınca da avuçlarım yaralandı. Acıyla inledim. Yumruğu havada asılı kaldı. Bir eli Can’ın yakasındayken ve bir eli hala yumruk halinde havadayken bana baktı. Gözlerinden pişmanlık aktığını görebiliyordum. Can’ı olduğu gibi bırakıp telaşla yanıma geldi. Önce avuç içlerime baktı. Batan taşları tırnak uçlarıyla çekip aldı. “Özür dilerim, Lale. Ben bir an..”
“Önemli değil. Teşekkür ederim hatta.”
Avuçlarını dizlerime yasladı. O an gördüm ellerinin üstünü. Yer yer yarılmış ve hatsizce kana bulanmıştı. Kendi acımı unutup onun ellerine sarıldım. “Yaralanmış.” Hemen geri çekti. “Önemli bir şey değil. Sen iyisin değil mi?” Başımı salladım. Ellerimden tutup ayağa kalkarken beni de çekti. Can’a ve Can’ın başında toplanan kalabalığa baktı. “Bunun üçüncüsü tekrarlansın, dinime imanıma seni piçlere s*ktiririm.”
“Hadi, Lale.”
Yıllar önce, yine böyle bir çaresizliğin içinde ışık olmuştu bana. Yıllar sonra yine aynı çaresizliğin içinde koşup yetişmişti. Sadece bu da değildi. Çocukluğuma baktığım zaman onu görmediğim bir resim yoktu. Pelerini yoktu ama kahramanımdı. Yanımda olmadığı zamanlarda bile gölgesini hissederdim. Öyle biriydi, Tarık. Öfkelenince gözü kimseyi görmezdi fakat merhameti de kendine hayran ettirirdi. Bu çerçevenin içinde kim olsa ona defalarca aşık olurdu. Ve ben bugün o defalarcaya bir aşk daha ekledim. Karşılığı olur muydu bilmem ama benim için daima kalbimin en iyi tercihi olarak kalacaktı.
“Yine beni kurtardın,” dedim, evin önüne geldiğimizde. “Ne günler için varım,” deyip, güldü. “Tekrar teşekkür ederim.” Kaşları çatıldı. “Ben, teşekkür edeceğin biri değilim Lale. Her abi, kardeşini korumak zorundadır.”
Ve bizim masalımızın gerçeği de buydu. Yollar yokuş ve sarp olsa aşılırdı. Peki ya size sorarım, yolun sarp ve yokuşu abi-kardeş olunca aşılır mıydı?
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 11.96k Okunma |
1.77k Oy |
0 Takip |
27 Bölümlü Kitap |