7. Bölüm

6. 🐸 Camdan Masallar

venom
amatoriceyazar

Bölüm 6:

"Camdan Masallar"

Bölüm Şarkısı: İzel-Işıklı Yol

🐸 

 

Vakitlerden bir yaz gecesi. Tarık ve Harun mahalle maçında. Küçük Lale’de kenarda onları izliyor. Abisi Harun, gece olduğu için gelmesini kesinlikle istememişti ama Lale, ısrar etmişti. Çünkü en çok sevdiği şeylerden biriydi mahalle maçını izlemek. Maç bahane aslında. Tarık abisi gol attığında koşarak gelip ona sarılıyordu. “Gördün mü Lale, senin için attım,” diyordu. Lale, kendisi için atılan golleri çok seviyordu. Tabi Harun durur mu? Durmaz. “Ben o pası vermeseydim nah atardın,” diyordu. Kıskançlık damarlarında bir hızla akıyordu.

“Pas ver,” diye bağırdı Harun, mahalleden Semih’e. Semih pası attı. Topu sürdü sonra da forvetteki Tarık’a ayak içiyle gönderdi. Karşı takımdan iri yarı olan Emirhan, geçen maçtaki yenilginin üzerine bu maçta da yenilmeyi kaldıramayacağından faul yapmayı aklına koymuştu. Topu kontrol edip golü atmaya hazırlanan Tarık’ın ayaklarına arkadan yattı. Tarık, yere düşerken acı içinde bacağını tutuyordu. Lale, yüreğindeki büyük korkuyla koşarak girdi sahaya.

“Tarık abi,” dedi göz yaşları içerisinde. “Acımıyor,” dedi, Tarık. Oysa acıdan deliye dönmek üzereydi ama küçük kardeşini korkutmak istememişti.

Lale, öfkeyle doğruldu. Yerde yalandan kıvranan Emirhan’ın bacağına sert bir tekme attı. “Bilerek yaptın!” Emirhan, şimdi gerçekten acıyla kıvranıyordu. Harun, kardeşine sahip çıktı. “Bırak abi, bilerek yaptı, gördüm ben.” Tekrar Tarık’ın yanına çömeldi.

“Tarık abi?”

“Efendim, Lale?”

“Bacağın iyileşecek mi?” Bu halde bile soru sormaya devam eden küçük kıza gülümsedi. “Geçecek, Lale.” Lale için bu en büyük teminattı. Tarık abisi geçecek diyorsa muhakkak geçerdi. O adan itibaren göz yaşlarını sildi.

“Peki Tarık abi, Emirhan’ın bacağı geçecek mi?” Tarık, yarım gözle Emirhan’a baktı. Lale, o kadar da sert vurmamıştı ama biliyordu ki bilerek yaptığı faulün hesabını kimse sormasın diye hala yerdeydi. “Onunda geçecek, Lale.” Gülümsemeye çalıştı. Lale, tekrar doğruldu. Dudağı titriyordu. “Geçmesin,” dedi ve Harun’un engellemesine müsaade etmeden az önce vurduğu yere bu kez daha sert vurdu. Emirhan, “Senin ayağına sıç-” diye Lale’ye yükselecekken Harun, “Emirhan, cümleni tamamlama yoksa bacağını bu defa gerçekten ben kırarım,” deyip susturdu. Bu dakikalarda bir tek Tarık, gülüyordu. Lale’nin cesaretine, ona olan bağlılığına…

Hastaneye gittiler. Liflerinde az da olsa yırtılma meydana gelmişti. Doktor, bir müddet zorlamamasını tembih edip taburcu etmişti. Lale, odasından karşı daireyi, Tarık’ın odasını seyrediyordu. Dirsekleri pencere pervazına dayalı, küçük yüzü de avuç içlerine yaslı, dolu gözlerle bakıyor. Tarık abisine geçip geçmeyeceğini sormuştu ama ne zaman geçeceğini sormamıştı. Hem doktorda ayağını sarmıştı. Yaralar sarılırdı. Annesi öyle demişti. Demek ki Tarık abisinin ayağı yara olmuştu.

Gözlerindeki yaşları silerek odasından çıktı. “Anne!” diye bağırdı ağlayan sesiyle. “Anne, Tarık abime gideceğim ben.” Meryem, kızının bu hallerine alışıktı fakat saat epey geç olmuştu. “Lale’m, yarın gitsen. Bak saat çok geç oldu.” Lale, sertçe burnunu çekti. Kıvırcık saçlarını kulak arkası etti. Şimdi ağlamaktan kızaran yüzü daha da ortadaydı. “Anne, Tarık abime ne zaman geçecek diye sormayı unuttum.” Harun, hemen atladı. “Doktor dedi ya bir süre zorlama diye.” Lale, abisine burun kıvırdı. “Bir süre ne kadar süre demek?” Harun, dudağını büktü. “Hiçbir şey bilmiyorsun sende,” diye hayıflandı, Lale. “Bana bak maymun!” Harun’u dinlemeden koşarak çıktı evden.

Saat geç olmuştu ama Tarık’ların evlerinin ışıkları yanıyordu. Yanmasa da giderdi yine de. Harun’un peşinden geldiğini bildiği için daha hızlı koştu. “Lale!” Bağırarak geliyordu peşinden. Küçük ve kısa bacaklarıyla koşarak çıktı merdivenleri. En üst kata gelince soluk soluğa bastı zile. Abisinin adım sesleri yaklaşınca art arda basmaya devam etti. En son, kapıyı telaşla Ömür açtı. “Lale, ne oldu?”

“Çekil, Ömür abla,” deyip, ayağındaki terlikleri atarcasına çıkarıp eve koştu. Ömür’ün arkasından “Harun,” dediğini de duyunca daha hızlı koşup kendini Tarık’ın odasına attı.

Kapısı bir anda açılınca korkan Tarık, elindeki okuma kitabını yanına bıraktı. “Lale!” Gördüğü yüz onu şaşırtmıştı. Lale, kapıyı sertçe kapatıp koşarak yatağın üstüne zıpladı. Tarık’ın ayak ucuna oturup nefesini dizginlemeye çalıştı. “Ne oldu, bir şey mi oldu sana?” Lale, olumsuz anlamda başını sallayıp eli göğsünde, derin nefesler almaya devam etti. O saniyelerde Harun, pat diye odaya girdi. Onu görünce daha çok korkan Tarık, aynı soruyu tekrar sordu. “Bir şey mi oldu?”

“Ne olacak! Bu maymun illa Tarık abime soru soracağım deyip kaçtı evden,” dedi sinirle. Tarık, rahat bir nefes aldı. “Bunun için miydi, çok korktum bir an.”

“Neden öyle dedin, Tarık abi? Sormamı istemiyor musun?” Tarık, Lale’ye baktı. Kıvırcık saçları iyice kabarmıştı. Ve bu haliyle oldukça tatlı gözüküyordu. “Sen sabaha kadar soru sorsan ben cevaplarım ki, Lale.”

Lale, büyük bir memnuniyet gülümsemesi sunup tekrar nazlı bir şekilde “Tarık abi,” dedi.

“Efendim, Lale?”

“Hani dedin ya geçecek ama ne zaman geçeceğini demedin. Ne zaman geçecek?”

“Bir haftaya geçer dedi, doktor.”

Lale, dudaklarını büktü. “Yaniiiii, bir hafta boyunca seni göremeyecek miyim?”

“Görüp ne yapacaksın ha!” Harun’a göz devirip tekrar Tarık’a baktı.

“Görürsün. Eve gelirsin. Hem bak pencerelerimiz çok yakın. Gece pencereye çıkarım, sende çıkarsın o zaman birbirimizi görürüz.” Lale, gözlerini kocaman açtı. “Komşuculuk mu oynayacağız yani!” Tarık, gülüp başını salladı. “Pekiiii, bana masal da anlatır mısın?” “Tabi anlatırım.”

Parmaklarıyla oynadı bir müddet. “Hadi gidelim artık. Geç oldu, dinlensin Tarık.” Harun abisi haklıydı. Dinlenmesi gerekiyordu ama gitmek hiç içinden gelmiyordu.

“Ama…”

“Lale, ben pencerede olacağım. Sana masal da anlatırım hem.” Lale, içine dolan sevinçle hemen yataktan zıpladı. Komşuculuk oyunu onu heyecanlandırmıştı. Tekrar Harun’u beklemeden koşarak çıktı odadan. Evdekiler koşan çocuğa hayretle bakarken Lale, onların yanından hızla geçip kapıyı açtı. İki yana savurduğu terliklerini seke seke giyinip koşarak merdivenlerden inmeye başladı. Harun’da peşinden…

Tekrar eve geldiğinde soluksuz bir şekilde odasına geçti. Işığını yaktı ve pencerenin önüne bir kuş gibi kondu. Tarık abisi oradaydı. Hep sözünü tutardı ve yine tutmuştu. Camı araladı. Tarık’ın camı ise zaten açıktı.

“Tarık abi,” dedi onun duyacağı kadar bağırarak.

“Efendim Lale?”

“Sence dinozorlarla zürafalar kuzen mi?”

Tarık, bu soruya güldü. Lale, çoğunlukla iç gıdıklayan sorular sorardı zaten. “Hmm, bunu hiç düşünmedim ama bence kuzenler.”

Lale, hevesle başını salladı. “Değil mi! Bence de kuzen olmalılar. İkisi de çok büyük ve boyunları çok uzun. Yalnızca dinozorların kuyrukları daha uzun. Zürafaların kuyruklarıysa saçım kadar.” Kıkırdadı.

“Tarık abi.”

“Efendim Lale?”

“Sence dinozorlar hala yaşıyor mudur? Öğretmen nesilleri tükendi dedi. Nesil tükenmesi ne demek ki? Tükendi dediği için hiç dinozor kalmadı diye düşündüm.”

Tarık, gülümseyerek cevap verdi. “Evet, nesil tükenmesi onların bittiği anlamına geliyor. Ama sen yaşamalarını istiyorsan hayallerinde yaşatabilirsin.”

“Yaaa,” dedi heyecanla. “Nasıl?”

“Gözlerini kapat.” Komutu dinleyip hemen kapattı. “Şimdi bir dinozor düşle. Sonra onunla arkadaş ol. Hatta ona bir ad ver.”

“Hıhııım, yaptım.”

“Ne ad verdin?”

Kıkırdadı tekrar ve “Tarık,” dedi. Tarık, kocaman gözlerle baktı Lale’ye. “Ben, dinozora mı benziyorum?” Üzülmüştü biraz. Lale için kahraman olduğunu düşünüyordu. En azından örümcek adama falan benzetebilirdi. Dinozora mı benzetmişti?

“Evet. Çünkü dinozorlar en büyük ve en güçlü hayvanlar. Sende çok güçlüsün. Ve senden başka arkadaşım olsun istemiyorum. O yüzden adını Tarık, koydum.”

Tarık, utanarak gülümsedi.

“Bu gecelik bu kadar yeter o zaman. Yarın yine bu saatte, anlaştık mı?” Lale, ayrılacak olmalarına üzülse de hevesle başını salladı. Sonrasında camını kapatıp geri geri giderek yatağına ulaştı. Kalkıp ışığını kapattı. Dönüp yatağına yattı. Hayallerinde Dinozor Tarık’la dünyayı kurtardı. Sonra da bir melek gibi uykuya daldı.

🐸 

Hayatla edilen hiçbir kavgadan insanın galip çıktığını görmedim. Buranın kuralları geçmişten bu yana hep acımasızdı. İnsan, bunu acı şekilde tecrübe ettiği için hep ayak uyduran oldu. Çünkü hayat ayak uydurmazdı. Ve insan ayak uydurmadığında da acımasızca ayaklarını koparırdı.

Küçükken dünyayı yalnızca yeşil renkte görürdüm. Canlı. Yaşanabilir. Çünkü ormanları severdim, ağaçları, çiçekleri… Bu yüzden dünya bir renk olmalıysa bu kesinlikle yeşil olmalıydı. Zaman geçti. Artık çocuk değildim ve dünyanın rengi artık griydi. İnsan sayısı kadar kir bulaşmıştı gökyüzüne. Zalimlerin sayısı kadar kara bulut… Bu yüzden berrak bir yaz gününde de gökyüzüne bakınca rengi boyanırdı griye. Ve gözlerim öyle alışmıştı ki bu renge, yeşili unutmuştum. Dünyanın küçükken ne kadar yeşil olduğunu, unutmuştum.

Ve ilk defa dün gece, tüm o karanlığa inat gökyüzünde yeşili gördüm. Umudun adını bağırıyordu. Çok mu anlam yüklüyordum? Belki. Fakat insan umut etmeli, öyle değil mi? Umutsuz insan, yapraksız ağaç gibidir. Kurumamıştır kökleri fakat dışarıdan gören kurumuş bir ağaç görür yalnızca. Kısacası umutsuzluk, insanı öldürmese de ölü gösterir. Ben, umuda yabancıyım. Nasıl elle tutulur bilmem. Fakat bugün gözlerimi ilk açtığımda gökyüzünü ve geri kalan her yeri yeşile boyamak istedim. Daha yaşanılabilir bir dünya için zalimlerin azalmasını diledim.

Yataktan kalktım.

Kendime acı çektirmek için koyduğum boydan aynada kendimle yüzleştim. Morarmış göz altları, birbirine girmiş saçlar, yorgun bakışlar… Kırk yıllık sigara tiryakisi gibi sararmaya yüz tutmuş bir ten. Acıdım kendime. Ne kadar acınası durduğumu görseniz sizde acırdınız bana.

Bu görüntüyü daha fazla görmek istemediğim için aynanın önünden çekildim. Yatakta duran telefonumu aldım. Gece ara ara uyanıp Tarık’tan mesaj var mı diye kontrol etmiştim ama hala bir mesaj yoktu. Görüldü de atmamıştı. İçten içe pişman olmuştum. Ne bekliyordum ki? Sanki yazmamı mı bekleyecekti?

Gözlerim saate kilitlendi. Henüz altıyı çeyrek geçiyordu. Bazı zamanlar çok uyurken bazı zamanlarda bu şekilde uykuyu kaybediyordum.

Hayata bugün zeytin dalı uzatmak istediğimden midir nedir, bilmiyorum. Ani bir kararla üstümü değiştirdim. Rahat bir eşofman üzerine de yarım atlet geçirdim. Gri kapüşonlu hırkamı da giydim. Kablosuz kulaklıklarımı takıp telefonumu cebime attım. Evden çıkarken anneme de bir mesaj attım.

Lale: Yürüyüşe çıkıyorum. İki saate dönerim. Merak etmeyin.

Apartmandan çıktığımda sokaklarda tek tük insanlar vardı ve onlarda işe yetişme telaşındalardı. Aksaray’ın bu semti diğer semtlerine göre daha sakin olduğu için sabah saatleri o kadar da yoğun geçmiyordu. Bu da elbette benim işime geliyordu. Ne kadar az insan, o kadar az rahatsızlık...

Sokak aşağı yürüyüp, dün gece geldiğimiz parka geldim. Uzandığımız yere gelince yüzümde ister istemez bir gülümseme peydah oldu. Ben, bu kadar ezik bir ruha sahip olmasaydım ve daha güzel olsaydım, dün gece burada iki aşık olarak durabilirdik belki. Aşkı böyle bir kalıba sığdırmam ne kadar doğruydu, bilmiyordum. Fakat Tarık’la olamayışımızı yalnızca kendi eksikliklerimden sebep görüyordum.

Parkın aşağısında spor için bir alan yapılmıştı, oraya yöneldim. Uzun bir koşu ve bisiklet yolu vardı. Telefonumu çıkarıp bir müzik açtıktan sonra o yola doğru tempolu bir şekilde koşmaya başladım.

Yola geldiğimde koşuyu biraz daha hızlandırdım. Işıklı Yol şarkısı bu koşu için ne kadar uygundu emin değildim. Bir an hızlanırken bir an sonra bir köşeye oturup ağlama hissiyle dolup taşıyordum. Uyandığımdan beri içimde büyüyüp kalbimi kanser eden bir sıkıntı vardı. Öyle ki bu sıkıntı yüzünden hiç yapmadığım bir şey yapıp koşuya bile çıkmıştım.

Biraz daha hız.

“Piçsin.”

Biraz daha hız.

“Güzel kızlar piç olmaz.”

Biraz daha hız.

“Fenerleri düşen eller.”

Biraz daha hız.

“Yağmuru ve ıslanmayı seviyorsun.”

Biraz daha hız.

Tarık’ın yüzü.

Kalbim sanki çok yavaş atıyormuş gibi heyecanla tekledi. Ağzımdan büyük büyük nefesler alırken baldırlarım sızlayana kadar hızlandım. Göğsüm kıvrandıran bir ağrıyla gerilirken avuçlarımı dizlerime yaslayarak durdum. Çimlere çıkıp ayaklarımı uzatarak oturdum. Kalbim saniyede kaç defa atıyordu, emin değildim. Terler sırtımdan kayarak eşofmanımın beline kadar uzanıyorlardı. Etrafa bakıp kimsenin olmadığını görünce kapüşonumu açtım. Ellerimle saçlarımı kaldırıp enseme hava girmesini sağladım. Az da olsa rahatlarken kendimi geriye doğru bıraktım. Çimenlere uzanıp bulutlu gökyüzüne baktım. Bugün hava hep gördüğüm gibi asıl griydi. Bulutlar her an ağlayacak gibiydi. Ve bu ilk defa beni rahatlatmak yerine huzursuz hissettirmişti.

Nefeslerim durulunca doğruldum. Telefonumu çıkarıp saate baktım. Sekize geliyordu. Annemin çoktan uyandığından ve işe gittiğinden emindim. Abimde dün görüşmeye gittiği iş yerine tekrar gidecek ve denemeleri için bir hafta çalışacaktı. Yani o da çoktan kalkmış olmalıydı. Yalnızdım. Eve gidip kendime güzel bir kahvaltı hazırlamayı hedef haline getirdim. Tabi bunun için önce ekmek almalıydım, değil mi?

Heyecanım tekrar beni yoklarken ayaklandım. Seri adımlarla parktan çıkıp fırının yolunu tuttum. Sokağın başına geldiğimde artık her yer daha hareketliydi. Çoğu kepenk kalkmış, iş başı yapılmıştı. Çocukların cıvıltıları daha şimdiden kulaklarıma ulaşıyordu.

Dünkü yaşanan hadiseden sonra insanların gözüne daha az gözükmek istiyordum. Bu yüzden kapüşonumu yüzüme doğru daha çok çektim. Bu dakika da elimin üzerine bir yağmur tanesi düştü. Sonra bir tane daha. Saniyeler sonra savruk bir yağmur başladı. Ve yağmur, ilk defa beni mutlu etmedi. İlk defa güneş açsın ve içimdeki bu hissi de alıp gitsin istedim.

Yok olmasını umarak derin bir nefes aldım ve adımlarımı hızlandırdım. Sokağa geldiğimde gözlerim fırındaydı. Açıktı. İçeri girdiğimde Tarık, kasanın arkasındaydı. Beni görünce ayaklandı.

“Nereden geliyorsun?”

Elimle mantıksız bir şekilde arkamı gösterdim. “Koşu yaptım biraz.” Şaşkınlıkla kaşları havalandı. “Sen?” dedi, tepkisini de dile getirerek. Gayri ihtiyari gülüp başımı salladım. “Ben.”

“Allah Allah! Nereden esti?” Ellerimi hırkamın ceplerine yerleştirdim. “Bilmem. Erken uyandım. Yapacak bir şey yoktu ve bu fikir geldi aklıma.”

“İyi yapmışsın. Ve bence her sabah yapmalısın.”

“Çok yorucu. Bacaklarımı hissetmiyorum.”

Bilmiş bir şekilde başını salladı. Hep bilirdi zaten. “İlk başlarda kas ağrıları olur. Hatta yarın uyandığında muhtemelen adım atmakta bile zorlanacaksın. Ama zaman sonra kasların bu duruma alışacak ve ağrı olmayacak. Spor zihnini de dinç tutar hem, devam et.” Söylediği çoğu şeyi yapmama rağmen spora mesafeliydim. Yine de o dediği için sürekli yapmasam da ara ara yapmayı aklıma not ettim.

“Bir tane ekmek alayım ben. Ama para yok üstümde. Akşam bırakırım.” Kaşlarını çattı. “Lütfen Lale, bir ekmek parasını bırakmazsan iflas ederiz. Akşama kesinlikle bekliyorum. Dalga geçiyorsun herhalde. Para getirirsen seni fırından kovarım,” deyip kocaman güldü. Söylediklerine bende güldüm. Çoğu zaman bir şekilde zaten para almıyordu. Bu duruma alışkındım ama bir yandan da rahatsız ediyordu.

Dolaptan sıcak bir ekmek alıp poşete koydu. Uzattığında bekletmeden aldım. “Harun, başladı mı işe?” Başımı salladım. “Deneme sürecinde. Bakalım.”

“Tek mi yapacaksın kahvaltıyı?” Omuzlarımı silktim. “Her zaman olduğu gibi.” Güldü. “Esnaf kahvaltısına ne dersin peki? Bende henüz kahvaltı yapmadım. Ortaya bir şeyler hazırlarız, olur mu?”

Uzun zamandır beraber bir şeyler yiyip içmiyorduk ve bu teklif, asla reddedemeyeceğim bir teklifti. Sessizce başımı salladım. Altıma bir tabure çekti. Dışarıda yağan yağmuru seyretmeye başladım. O ise içeriye girip gözden kayboldu. Mutlu muydum? Evet. Huzursuz muydum? Yine evet.

“Senin canın mı sıkkın?” Hep anlardı. Şimdi de anladı.

Elindeki tepsiye baktım. Küçük masayı önüme çekip elindeki tepsiyi bıraktı. “Uyandığımdan beri huzursuzum. Yağmur bile mutlu etmiyor.” Bir tabure daha çekip karşıma oturdu. “O zaman bu kesinlikle seni mutlu edecek.” Gözlerimi elindeki cebine diktim. Elini çektiğinde sürpriz yumurta tutuyordu. Gözlerim kocaman olurken avcumu sevinçle açtım. “Dün sana almıştım ama evde kaldığı için verememiştim. Çok seversin. Aç bakalım içinden ne çıkacak.”

O henüz cümlesini tamamlamışken heyecanla açıp yumurtayı kırdım. Yarısını ona uzattım. Gülüp aldı. Kendi parçamı tepsiye bırakıp sarı kutuyu açtım. İçinden küçük bir dinozor çıktı. Parmak uçlarımla tutup başını okşadım. “Çok güzelsin.”

“Al bak, bir tane daha oldu. Bu kaçıncı?”

“Hiç dinozor çıkmamıştı ama. Ve bilmiyorum bu kaçıncı oyuncak.” Küçüklüğümden bu yana bana sürekli sürpriz yumurta alırdı. Ve bu hep üzgün olduğum zamanlara denk gelirdi. Bu şekilde üzgünlüğümü hafifletmeye çalışırdı. Çocuk Tarık’ın bulduğu, yürekleri oldukça yumuşatan bir yöntemdi. Ve ben her sürpriz yumurta aldığımda dünyanın en mutlu ve en özel insanı gibi hissediyordum. Tüm bunların ortasında ona olan sevgim çoğu zaman azmış gibi geliyordu. Böyle bir adam haddini aşan bir aşka layık olmalıydı.

“Adını ne koyacaksın?” dedi gülerek. O an, geçmişteki o güzel anımızı hala hatırladığını anladım. Kıkırdayıp cevap verdim “Tarık.” Adının arkasına abi koymadan adını söylemek o kadar eşsizdi ki… Bu durum büyütülmeyecek bir mesele gibi dursa da yine de beni heyecanlandırmaya yetmişti.

“Yeni arkadaşın hayırlı olsun o zaman.”

“Yeni, en büyük ve en güçlü,” diye düzelttim onu. Tevazuyla başını eğip gülümsedi.

Ve hayat, yokuşuna ayak uydurmayanların ayaklarını kırardı. Mutluluk, çoğu dilde, çoğu ırkta yarım kalmasıyla meşhurdu. Bu yüzden bu kadar kıymetli ve bu kadar aranandı.

Küçük dinozorumun üzerine karartıcı bir gölge düştüğünde içimdeki huzursuzluğun beni boğmaya çalıştığını fark ettim. Bu dakikadan sonra başımı kapıya doğru çevirmek zulümden başka bir şey değildi. Fakat ben her ne kadar çevirmesem de o huzursuzluk gelip tam kalbimin ortasına hükümetini kuracaktı, biliyordum.

“Tarık Darıca, seni Can Üzümlü’yü darp etme suçundan tutukluyorum.”

Ve bugün ilk defa yağmur beni mutlu etmedi.

 

-

Bölümü nasıl buldunuz?

Bölüme puanınız kaç?

Genel olarak hikaye hakkında ve gidişat hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bölüm : 25.04.2025 00:11 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...