Yeni Üyelik
19.
Bölüm

19. Ii. Kitap 🍊 Zaman İzimizi Siler Ama Seni Asla

@amatoriceyazar

Multi: İlyas Yalçıntaş "Hançer"

II. Kitap

Bölüm 1:

"Zaman İzimizi Siler ama Seni Asla"

____________________

"Zaman izimizi siler ama seni asla, Leyla," diye fısıldadı, Halil Babür. Ona göre Leyla, hayatının güneşiydi. Erzurum'un kara kışının ortasında üzerine doğan güneş, o güneş Leyla'ydı işte. Halil, soğuk bir adamdı. Tıpkı Erzurum gibi. Sevgi dili dokuz aylık bebek gibi emeklemekteydi. Leyla öğretiyordu ona sevmeyi de sevilmeyi de. Leyla hayatını girdikten sonra doğan o güneş hiç batmamıştı. O güne kadar...

Arda, arkadaşının bu perişan halinden memnun olmayanların başında geliyordu. Onunla tam olarak bir yıldır ev arkadaşlığı yapıyordu ve bu kendinden vazgeçmiş olan adamı silkeleyip kendine getirmeye çalışmak onu düşündüğünden çok daha fazla yoruyordu. Hepsinden öte, üzülüyordu. Dostluk için uzun yılların geçmesine gerek olmadığını düşünenlerdendi, Arda. Halil'i gerçek bir kardeş gibi seviyordu. Ve her kardeşin isteyeceği gibi o da kardeşinin iyi, mutlu olmasını istiyordu. O ise çalışmadığı saatlerde gününün çoğusunu bir fotoğraf karesine bakarak geçiriyordu. Gözlerinin içleri parıldayan bir genç kız ve bir çocuk. Arda, biliyordu onların kim olduğunu. Anlatmıştı kardeşi. Zaten canını en çok da bilmek yakıyordu. Çünkü o zaman anlıyordu. Kardeşinin yüreğindeki yükün ağırlığını çok iyi anlıyordu.

"Kardeşim, dönelim mi beraber, ha! Buluruz Leyla'yı da."

Halil Babür, derin bir iç çekerek elindeki fotoğrafı masanın üzerine bıraktı. O sanki düşünmemiş miydi dönmeyi? Her şeyden çok istiyordu geri dönmeyi, Leyla'yı bulmayı, ayaklarına kapanıp af dilemeyi ama hangi yüzle? Hangi yüzle yapacaktı bunu? En sevdiğinin kalbini kırmıştı o. Hem de Leyla'nın onu nasıl sevdiğini bilerek. Paramparça olmuştu işte. Leyla, onu sadece sevmişti. O ise, Leyla'yı yok etmişti. Tek bir haber almamıştı beş yıldır. Almak istememişti. Korkmuştu. Zaten korkak bir adamdı. Kendi de öyle düşünüyordu. Leyla'yı yıkılmış bir halde bulmaktan korkmuştu.

"Olmaz, Arda," diyebildi sadece. Uzun uzun açıklama yapmaktan yorulmuştu. Bu konuşmayı kaçıncı seferdir yapıyorlar hesap edemedi artık. Olmazdı işte.

"Niye olmasın kardeşim? Aşkının şahidiyim. Anlattıkların sayesinde de aşkınızın şahidiyim. Leyla yenge seni ne çok seviyormuş ben bile biliyorum oğlum. Evet, çok kırılmıştır, çok da kızgındır ama seven kalp affeder be Halil! Hem sen hep, zaman izimizi siler ama seni asla Leyla, demiyor musun? Onun içinde öyle. Zaman izinizi siler ama seni ondan silemez kardeşim." Halil, bu konuşmaların sonunda neredeyse ikna oluyordu. Hatta öyle ki bir tek ceketini alarak Ordu'ya gitmek ve biricik Leyla'sını bulmak istiyordu. Fakat sonra o gün geliyordu aklına. Usulca vazgeçiyordu bu isteğinden. Olmazdı. Ötesi yok.

"Nasıl toparlayacağımı bilmiyorum, anladın mı? Siktir olup giderken bir gün pişman olacağımı biliyordum ama lanet olsun ki bir gün dönmek istersem delicesine aşık olduğum o kadının kalbini tekrar nasıl kazanacağımı bilmiyordum. Bok kafalı herifin tekiyim işte. Dönüp ne yapacağım? Affet beni mi diyeceğim? Suratıma tükürse teşekkür ederim. Ama yok. Karşısına çıkacak cesaretim yok!" Sinirle soluyup oturduğu yerden kalktı. Balkon kapısını açıp titreyen elleriyle bir sigara yaktı. Zaten içerdi ama artık tiryakiydi. Günlük bir paket kesinlikle bitiyordu, ikinci ise yarılanıyordu. Leyla yoksa her şey yarımdı. İkinci paketi de bu yüzden bitirmiyordu.

"Ah be kardeşim! Ne diyebilirim ki..." Arda, pes etmişti. Fakat günler sonra yine bu konu açılacak ve tekrardan bu sahneler yaşanacaktı. Ta ki kardeşim dediği adam sevdiği kadını bulmayı kabul edene kadar.

Halil, sigarasının dumanını usul usul üfledi balkondan. Sonra başını biraz kaldırıp aya baktı. O da ne çok benziyordu Leyla'ya. Biricik sevdasına, yürek yangınına, ilk çarpıntısına... Nasıl da vurulmuştu ilk görüşte. Nasıl da sevmişti. Hala ne çok seviyordu. Koskoca beş yıl geçmişti ama yüreğindeki sevda bir gram azalmaya dursun, özlemle perçinlendikçe daha çok sevdalanır olmuştu. Güzel gülüşlü sevdiği... O gülünce sanki dünyaları Halil'in avuçlarına bırakıyorlardı. Yüreğinin kaburgalarını zorlayışını bilir. Nefesini bile keserdi. Heyecandan dilinin tutulduğu olurdu. Nasıl tutulmasın? Yüreği sıkıştı yine. Zaman kavramının bir önemi yoktu onun için. Leyla'sız her gün bir ömür gibiydi. Bir gün denkti beş yıla. Özlemdi işte bunun adı. Kokusunun, gülüşünün, sesinin, her şeyinin...

Özlemin adı Leyla'ydı.

***

Leyla, her gece yaptığı gibi bu gece de sade kahve yapıp balkonuna yerleşmişti. Önce kahvesini Ankara sokaklarına bakarak yudumlar sonra yanında getirdiği kitabı açar ve dikkatle okurdu.

Kahvesinden minik bir yudum alıp gökyüzüne baktı. Ay, ne kadar da mest edici bir şekilde parıldıyordu. Fakat hüzünlenmişti yine. Beş yıl öncesinde de odasının camından Halil'in camını izler ve Halil'i görmediği zamanlarda da eğer ay varsa dikkatle ayı izlerdi. Sonra hayal kurardı. Hayalinde Halil'le evlenir, yetmez üstüne bir de üç tane çocuk yapardı. İsim bile koyardı. Sonra utanır başını kollarının içine gömerdi. Böyle hayaller kurarken ay akar gider, geriye zifiri bir gökyüzü kalırdı.

Şimdi de aklına kurduğu hayaller gelmişti. Dudağının kenarında buruk bir gülümseme peydah oldu. Kurduğu hayallerin altında ezilmişti. Yüksekten uçan sert düşermiş. Yüksekten uçmuş ve çok sert bir şekilde düşmüştü.

Her şey masallarda ki prensesler gibi hissettirirken bir gece de hayatının tepetaklak oluşunu izlemiş, sonunda da savrularak Ankara'ya kadar gelmişti. O günden sonra Halil aklından bir defa olsun çıkmamıştı ama o günden sonra da Halil'in adını bir daha ağzına hiç almamıştı. Nasıl alsın ki? Bin parça olan kalbine bunu nasıl izah eder? Halil, kalbine ihanetti. İhanet etmişti büyük aşkına. Hala onu ilk günkü kadar çok seviyordu fakat nefreti de aşkı kadar büyüktü.

Halil, Erzurum'un anı defterinde saklı kalan hüzünlü bir hikayeydi onun için. Erzurum'a nasıl veda ettiyse ona da öyle veda etti. Bir masaldı, yaşandı ve bitti.

Beş yıl önce...

"Ya Haliiil! Geliyoruz diyorum sen misafirliğe gidiyoruz diyorsun. Bak çıldırtma beni! Hem ben sana söylemedim mi haftasonu ailecek biz de size geleceğiz diye?" Halil, gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı. Leyla'yı kandırmak çok hoşuna gidiyordu. Onun tatlı tatlı sinirlenen halleri gözünün önüne geliyordu ve bu anlardan daha çok keyif alıyordu. Oyununa devam etti. "Ne yapabilirim güzelim? Çok ani gelişti. Geleceğiniz aklımdan çıkmış. Biz de yoldayız, İstanbul'a, amcamlara gidiyoruz." Leyla, duyduklarıyla ağlayacak kıvama geldi. Benzin istasyonunda tuvalete diye arabadan inip koşa koşa sevdiğini aramıştı ama ne aramak! Babasına bu durumu nasıl açıklayacaktı şimdi? Hadi babacığım, dönelim dese, çılgın Karadenizli, tuttu mu damarı, vay pok yiyenin uşaklari der, geri döner ve Leyla'yı bir daha Halil'ciğine vermezdi belki de. Eyvahlar olsun! "Of Halil ya, ne yapacağım ben şimdi?" Halil, Leyla'sının kırgın sesine dayanamayıp şakasını sonlandırdı. "Minik bir şakaydı. Sizi bekliyoruz. Annem evde olağan üstü hal ilan etti. Herkes yemek pişiriyor. Güneş'te bugün zımba gibi o bile yardım ediyor," dedi neşeyle. Leyla, kızmıştı. Yapılacak şaka mıydı şimdi bu! "Alacağın olsun. Kapatıyorum ben." Cevap beklemeden telefonu Halil'in yüzüne kapattı. Oh olsundu! Ne öyle canım çocuk çocuk şakalar! Diğer yandan da ona böyle takılması hoşuna gidiyordu. Ama bu kritik zamanda hiç yapılacak iş değildi. Halil'den gelen aramaları göz ardı ederek tekrar arabaya döndü.

Yaklaşık sekiz saatlik bir yolculuktan sonra artık Erzurum'dalardı. Leyla'nın yüreği ilk defa tanışacaklar gibi heyecan doluydu. Oysa alışmış olması gerekti. Daha önce Halil'ler onlara gelmişti ve şimdi de iadeyi ziyaret yapıyorlardı. Her şey çok güzel olacaktı ona göre. Fakat o öyle sanıyordu.

Leyla, hevesle tarif etti yolları. Yaklaştıkça daha da mutlu oluyor, iki hafta önce Erzurum'dan ayrılmamış gibi hasretle yolların bitmesini ve sevdiğine kavuşmasını bekliyordu. Aşina olduğu sokağa girdiler arabayla. Gözü hemen buldu sevdiğinin odasını. Işığı kapalıydı. İndiler arabadan ailecek. Ablası yol boyunca yaşadığı yorgunluktan dolayı memnuniyetsizdi. Kardeşi ise yeni bir yer görmenin heyecanını yaşıyordu. Annesi kılık kıyafetini düzenlemekle meşguldü ve babası da kızını verme sürecinin içinde bulunduğu için bir hayli asabi duruyordu. Babaannesi ise bu uzun yolculuğu çekemeyecek kadar yaşlı olduğu için evde kalmıştı.

Leyla önde, aile üyeleri arka da beraber girdiler apartmana. Leyla, heyecanlı adımlarla merdivenleri tırmandı. Nihayet Halil'lerin kata çıktığında ise geri çekilip babasının kapıyı çalmasını bekledi. O esnada oluşan sessizlikle kulaklarına ulaşan ağlama sesi yüreğine ummadığı bir karanlık yerleştirdi. Bu ses, Hanife hanıma aitti. Babasını beklemeden korkuyla çaldı kapıyı. Açan kimse yok. Yumruk yapıp öyle çaldı kapıyı. Çok geçmeden kapıyı gözü yaşlı bir baba açtı. Ne oldu, soruları manasızdı. Leyla, korkuyla girdi evden içeri. Ayakkabılarını bile çıkarmamıştı. Gördüğü manzara ise tarifi olmayacak bir acıyı barındırıyordu.

Soluk bir küçük yüz. Annesinin kucağında. Dudakları rengini kaybetmeye yüz tutmuş. Her zamanki canlı gülüşü yüzünde yok. Zeytin gözleri kapalıyken de hiç güzel değiller. Kıvırcık siyah saçları döküleli uzun zaman olmuştu. Bir kolu yere doğru sarkık, abisi tutuyor. Diğer kolunu annesi göğsüne bastırmış öylece ağlıyor. Zımba gibiydi hani, Halil öyle söylemişti. Çok iyiydi. Nasıl iyiydi? Bu kadar iyiyken insan ölür mü? Bu kadar güzel bir çocuk nasıl öldü? Sevdiğiyle buluştu gözleri. Safi acı. Ne diyeceğini bilemedi. Yersiz olurdu. Sustu. Göz yaşlarını silip teselli için yanına yaklaştı ama Halil, yüreğindeki acıyı taşıyamayacak haldeydi. Ayaklandı hızla ve ayakkabılarını giydiği gibi çıktı evden, Leyla'da peşinden...

Halil, dışarı çıkar çıkmaz ağzından koca bir hıçkırık kaçırdı. Canından çok sevdiği kardeşiydi o. İyileşecekti. İyiydi de zaten. İnsan iyileşecek gibiyken niye ölsün, aklı almıyordu. Arkadan boynuna dolanan kollara bıraktı kendini. Ağladı, ağladılar.

Ne kadar süre geçti bilinmez. Gelin gelecek evden cenaze çıkmıştı. Gök bile ağlıyordu bu duruma. Şimşekler üzerlerinde çakıyorlardı, onlar ise yağmurla daha çok ağlıyorlardı. Sırılsıklam, acılı ve aşıklar. Fakat yetmiyordu Halil'e göre.

"Leyla," dedi çatallaşmış sesiyle. "ben yapamayacağım." Leyla, anlamadı önce. Acılı bir abiydi o sonuçta. Ne dediğine çok kulak asmamak gerek diye düşündü. Ama yanındaki yeri boşalınca kalbine bir ağırlık çöktü. Yağmur daha da hızlandı sanki bu dakikalarda. "O ne demek," diyebildi sadece. Halil, yüzünü göğe kaldırdı. Yağmur damlaları yüzünü yıkarken evdeki ölü beden gözünün önünden hiç gitmiyordu. "Özür dilerim," dedi gözleri hala gökteyken. Ve daha fazla orada durmadan gözlerini yere indirip arkasını döndü ve gitti. Leyla, koştu arkasından. Önüne geçti. Bir açıklama istedi. Anlamıyordu çünkü. Ne özrü diliyordu? Özür dileyecek bir şey yapmamıştı ki. Ama dinlemedi Halil. Bencil, korkak bir adam gibi terk etti Leyla'yı. Tıpkı Erzurum'u terk ettiği gibi. Tıpkı kardeşinin cenazesini terk ettiği gibi. Tıpkı, kendini terk ettiği gibi. Her şeyden geçmiş bir adam olarak çıktı o şehirden. Geri de ise yıkık bir şehir, acılı bir aile ve incitilmiş bir aşık bıraktı.

Masalın sonunda gökten üç elma düştü. Üçü de zehirli. Güneş, Leyla ve Halil. Masal bitti. Bir ölü, iki ölü aşık.

 

 

Loading...
0%