@amatoriceyazar
|
Multi: Murat Dalkılıç, Yalan Dünya Bölüm 2: "Yıllar Sonra Yeniden" Halil Babür'ün anlatımıyla... Beş yıl önce... "Hadi ama anne. Bir iki saate gelecekler. Sen hala börek de börek diyorsun. Yetişmez börek. Yeterli hem bu kadarı." Annem, sözlerimi kulak arkası edip hamuru yoğurmaya devam etti. Yetişmeyecekti işte. Boş yere kendini yoruyordu. "İyi, ben Güneş'e bakıyorum o zaman. Yordu kendini," deyip mutfaktan çıktım. Bakalım cimcime ne yapıyor. Önce salona baktım ama salonda yoktu. Odasına ilerledim. Kapısı açıktı. Güneş, cenin pozisyonunda yatağına uzanmış, elinde ise bir çerçeve. İçerisinde aile fotoğrafımızın bulunduğu çerçeve... Güneş yüzlüm. Gölgem üzerine düşünce doğrulup çerçeveyi yatağının bir kenarına bıraktı. Güzel yüzü ne de solgun duruyor. Bu hastalık onu günden güne daha çok eritiyordu. Ama iyileşecekti. İyileşecekti benim kardeşim. İşaret diliyle "Ne yapıyor abisinin gülü?" diye sordum. Halsiz bir gülümseme sundu bana. Sonra da yavaş hareketlerle "Dinleniyordum," dedi. Biraz yana kayıp eliyle yatağına vurdu. İsteğini dinleyip vurduğu yere oturdum. Ben oturunca o da minik başını dizlerime koydu. Sonra el yordamıyla elimi bulup başına koydu. Tek tük saç telleri vardı. Yüreğim sızladı. Saçlarını okşatmayı çok severdi. Şimdi de istiyordu ama saçı yoktu. Yine de okşadım. Başı buz gibiydi. Yaz sıcağında bu kadar üşümek olur mu ki? Derin bir nefes aldı. Sonra bir daha. Yavaş yavaş gözleri kapandı. Uyudu sandım. Ama sonra tekrar açtı gözlerini. Hafif yan dönüp gözlerime baktı. Gözleri ha kapandı ha kapanacaktı. Oldukça uykulu gözüküyordu. Kollarını yavaşça kaldırıp "Seni seviyorum, abi," dedi. Gülümsedim. Eğilip alnına minik bir öpücük kondurdum. O an yüzüme sıcak nefesi vurdu. Bekledim. Bir daha vursun diye ama vurmadı. Bekledim. Şimdi yine nefes alacaktı ve yüzüme vuracaktı. Vurmadı. Korkuyla irkildim. Geri çekilip yüzüne baktım. Zeytin gözleri kapalıydı. Elimi burnuna kapatıp öyle kontrol ettim. Ama yok. Bu kez de elimi boynuna koydum. Tek bir nabız için orada canımı verirdim. Ama atmadı. Böyle uyumak olur mu? Olmaz. Tüm gücüm çekildi sanki. Fakat son bir gayretle kucakladım, Güneş'imi. Babam salondaydı. Babalar bir çaresini bulurdu hep. Bu kez de bulurdu. Kucağımdaki Güneş'le girdim salona. "Baba," dedim çaresizce "nefes almıyor." Bir babaya çocuğunun ölüm haberi böyle mi verilir? Bilemedim ki. Ölüm yakışmazdı Güneş'e. Ben de yakıştıramadım bu yüzden. Babam kanı çekilen bedeniyle iki adımda geldi yanıma. Nefesini kontrol etti tıpkı benim gibi. Nabzını kontrol etti sonra. Ama yoktu işte. "Ambulans," dedim manasızca. Hangi ölüye gelir ki ambulans? Babam olduğu yere çöktü öylece. Annem, sesleri almış olacak ki korku dolu nefeslerle girdi salona. Önce bana sonra kucağımda ki cansız bedene baktı. Annem yüzünden en çok annelere üzülürüm. Yıkıldı kadın. Orada canını alsan daha az canı yanarmış gibi bir ifadeyle eli bağrında bayıldı öylece. Babam yerde, annem baygın, Güneş ölü, ben ise başka hiçbir duygu hissedemeyecek kadar acılı hissediyorum. Kucağımdaki minik bedeni incitmekten korkarak oturdum yere. "Baba," dedim dolu gözlerle "annem..." Başka bir şey diyemedim. Babam, babalığını konuşturarak çok güçlüymüş gibi kalktı yerden. Uzun bir uğraşın sonucunda annemi uyandırmayı başardı. Annem, korkunç bir kabustan uyanmış gibi irkilerek açtı gözlerini ama bilmiyordu ki asıl kabusa uyanmıştı. Gözleri buldu Güneş'i. İşte orada koptu figan. "Oy benim dilsiz yavrum. Oy benim bahtsız yavrum. Oy benim kara kuzum. Oy benim bakmaya doyamadığım Güneş'im!" Annem ağladı, babam ağladı ben ise hala uyanmayı bekliyorum. Güneş ne ara çekildi kucağımdan bilmiyorum. Şimdi Güneş annemin kucağında, minik ve solgun eli ise benim elimde. Kapı çaldı bu acının ortasında. Kimsenin kapıya bakacak takati yoktu. Tekrar yumruklanarak çaldı kapı bu kez. Babam, gözündeki yaşları silerek kapıyı açmaya gitti. Saniyeler sonra koşarak biri girdi içeri. Nefes alışından tanırım. Leyla'ydı bu. Nasıl yanmıştır canı şimdi, kim bilir? En az bizim kadar bundan eminim. Başımı kaldırıp gözlerinin içine baktım. Safi acı. Ne yapacağını, ne diyeceğini bilmiyordu. Gözlerinden anlardım. Çığ gibi üzerimize yıkılan bu acının ortasında ne yapacağımı bilemeyip hızla ayaklandım. Salondan çıkıp ezber ettiğim ayakkabılarımın yerini açıp ayakkabılarımı aldım. Bir çırpıda giyinip koşarak çıktım evden. Leyla, peşimdeydi biliyordum. O bırakmazdı zaten beni. Ben bırakmasam o beni hiç bırakmazdı bundan emindim. Apartmandan çıkınca boğazımda dizilen hıçkırığı bıraktım. Canım yanıyordu. Canım çok yanıyordu. Arkadan boynuma dolanan kollara kendimi bıraktım. İşte, Leyla benim sırtımı yaslayacağım dağımdı. Öyle sevgili, öyle büyük bir kalbi vardı ki, insan kuş olup konmak istiyordu o yüreğe. Beraber ağladık. Saatlerce. Nasıl acılı bir geceyse gök bile ağlamaya başladı. Kafamda milyon düşünceler. Yanımda sevdiğim. Yukarıda ölü olan kardeşim. Üzerimize çöreklenen bu acı. Ne yapacağım? Çıldırmak üzereyim, ne yapacağım? Güneş'siz nasıl yaşanacak bu hayat? Bu şehir artık boğmaz mı beni? Ya o ev de nasıl yaşayacağım? Güneş'in odasının önünden geçerken anılar beni boğmaya çalışmayacak mı? Kalamam. Kalırsam yaşayamam. Belki bencilce, belki korkakça fakat çıldırmış gibi hissediyorum. Yüreğimde acıdan başka hissettiğim bir duygu yok. Ve o acı da bana "git" diyor. Gideceğim. Leyla, Leyla'm. En çok Leyla'm. En çok Leyla'ya... Kirpiklerinin sayısını ezber ettiğim, şiir yüzlü sevdiğim. Şu acı gözüme perde çekmeseydi seni bırakmak aklımın köşesinden bile geçmezdi. Korkak bir adam olduğum için özür dilerim. Fakat yapamayacağımı hissediyorum. Tekrar hayata dönmek için kaybolmam gerek. Ve yine özür dilerim. Hiçbir zaman senin beni sevdiğin gibi seni sevemediğim için, özür dilerim. Hakkettiğimden çok daha fazlasını verdin ve ben ise seni hiçbir zaman hakkettiğin kadar çok sevemedim. Özür dilerim. Özür dilerim. Özür dilerim. "Özür dilerim," dedim fısıltıyla. Gök daha çok ağladı üzerimize. Bu kez de Leyla için ağlıyordu belki de. Hiçbir zaman diliminde bu şekilde terk edilmeyi hakketmeyen Leyla için... Tuttu yakamdan, gitme dedi. Ama gitmeliyim. Neden diye sorma, gitmeliyim. Gittim de. Köpek gibi pişman olacağımı bile bile sırtımı döndüm. O gece orada Güneş öldü ve bizim aşkımız da diri diri mezara gömüldü. Katili benim. Aşkımızın, Beş yıl sonra... "Dava Ankara'da görülecekmiş," dedi Arda, bıkkınlıkla. "Daha ne kadar kazanacak bu adam anlamadım ki. Dünyanın tazminatını aldı hala bir o dava bir bu dava gezip duruyoruz. Nereden de sap olduk! Aç lavuk." Halil, Arda'nın bu sitemine gülümsemeden edemedi. "Kardeşim, sen cebine bak. Doluyor mu, doluyor. Hem bu bizim işimiz aslanım. Savunmak." Arda, pes edercesine ellerini yukarı kaldırdı. Alem çocuk. Dava olmadığı zaman dava yok diye celalleniyor, dava olduğu zaman da bu ne biçim dava diye sitem ediyor. Bir yıldır alışmıştım artık bu hallerine. "Umarım sondur," dedi ve salondan çıktı. Yarın Ankara'da bir iki güzel kız görünce -iyi ki geldik- diye söylenmeye başlardı yine. Bazen andropoza girdiğini düşünüyorum. Bu kadar gelgitli olmasını başka nereye bağlayacağımı kestiremiyorum çünkü. Aklımdan geçenlerle kıkırdayıp davanın dosyasını incelemeye başladım. Yüksek ihtimalle tazminatı alacaktık. Müvekkilimiz Adnan Bey bundan bir yıl önce beni bulmuştu. Anlaşmıştık. Sonrasında fazla avukatla elinin daha güçlü olacağını düşünüp bir kişi daha bulmuştu. Arda. Arda'yla tanışmamızın sebebi Adnan Bey'di aslında. Hal buyken adama teşekkür etmesi gerekiyordu ama o niye bu kadar çok tazminat davası açtığı için adama kızıyordu. Benimle tanıştığı için pişmansa orasını bilemeyeceğim tabi. Mevzu buralara kadar gelmeden önce üç dava daha görmüştük. Üçünü de kazanmıştık. Adnan Bey mağdur durumdaydı çünkü. Aldığı ihaleden sonra ortak olan şirketlerden bazıları fesih şartlarının dışında kalarak anlaşmayı feshetmişlerdi. Çıkan ortaklar yüzünden kâr zararı karşılamayınca Adnan Bey'de çareyi tazminat davası açmakta bulmuştu. Şimdi de son davayı görmek için Ankara'ya gidecektik. Dosyayı biraz daha inceledikten sonra küçük bir çanta hazırlamak için odama geçtim. Küçük valizime birkaç parça kıyafeti, cübbemi ve gerekli diğer eşyaları ekledim. Son olarak da Leyla ve Güneş'in olduğu fotoğrafı çantama yerleştirdim. Bu kadarı kafiydi. Geri odamdan çıkıp bu kez de Arda'nın odasına gitmeye karar verdim. Kapısını iki kez tıklatıp gel komutu almadan içeri girdim. Şaşırtmayan bir kareyle karşı karşıyaydım. Yine takım elbiseleri çekmiş üzerine, aynanın karşısında poz kesiyordu. Allah var şimdi, yakışıklı çocuk. Ama problem burada değil. Problem yakışıklı olduğunun farkında olmasında. "Sen yarın Kızılay'da çok can yakacağa benziyorsun. O yüzden," deyip Arda'ya doğru yaklaşmaya başladım. "Bana bak Halil Babür Aktaş, kardeş mardeş dinlemem ezerim seni. Ne yapacağını biliyorum ama asla saçlarıma dokundurmam." Keyifle gülümsedim. "Keltoş olmakta sana çok yakışacak, Ardacığım." Üzerine kozmetik malzemelerini dizdiği masasının üzerinden sakal kırpma makasını alıp o şekilde yaklaşmaya başladım. "Allah'ın adını verdim Halil, yapma lan. Bütün şeklim kayar. En son askere giderken keltoş olmuştum. Bir ay aynaya bakamadım." Büyük bir kahkaha attım. "Kadın mısın oğlum sen? Bu ne özen ya. Sal biraz. Saten yatakta yatıyorsun. Biri gelse senin odana sokmaya utanırım valla." Yüzünü buruşturdu. "Cahil cahil konuşma. Saçlarım kırılmasın diye saten yatakta yatıyorum ben bir kere." Kolundan tuttum. "Saçlarını kesince böyle bir derdin de kalmaz işte." İteklemeye çalışıyordu ama övünmek gibi olmasın tek kolumla bile ezerdim bu serçeyi. Zor olsa da saçının önünden koca bir tutam kesmiştim. Niye yaptığımı soracak olursanız, işte öyle. Keyfim istedi. Sonra da kuzu kuzu geldi ve banyoda bir güzel keltoş yaptım kafasını. Aynaya bakıp tipini kontrol etti. "Lan ben bir yakışıklı oldum böyle," dedi ve keyifle ense traşına bakmaya çalıştı. Adamın tipini kaydıracağım derken daha da tipe soktum. "Babür, bundan sonra berberim sensin aslanım. Ölene kadar bu modeli kullanacağım." Ensesine arkadan şaplak vurdum. "Nah alırsın." Üzerinde hala duran takım elbisenin ceketini çıkarıp gömleğinin de kollarını kıvırdı. "Abim be, bir de yeni model tıraş mı yapsan?" Elimdeki havluyu suratına atıp banyodan çıktım. "Bin lira veririm," diye bağırdı arkamdan. En son böyle dediğinde bir lira vermişti. Şerefsiz. Arda'yla günlerimiz bazen dalgalı geçse de benim yüzümden, çoğu zaman bu şekilde eğlenceli geçiyordu. Onunla tanıştığım için ev arkadaşı olduğum için bir hayli şanslı hissediyordum. Bir yıl öncesine kadar müthiş bir depresyonun içinde kıvranıp dururken Arda sayesinde az da olsa toparlamıştım. Arkadaşlıktan öte kardeşimdi o benim. Yatağıma uzanıp uyumak için gözlerimi kapadım. Yine onun yüzü. Leyla'nın... Güzel yüzlü, güzel gülüşlü Leyla'nın. Güzel sevdiğimin. Ne kadar oldu? Beş yıl. Beş yıldır fotoğrafların dışında hiç görmedim yüzünü. Sesi bazen siliniyor kulaklarımdan. O kadar korkuyorum ki sesini, gülüşünü unutmaktan. İçim eziliyor. Bu kadar çok severken ayrı kalmak kalbime ağır geliyor. Fakat bu kadar üzülmeye de hakkımın olmadığını hissediyorum. Çünkü onu bırakan bendim. Şimdi hangi yüzle özlüyorum ki onu? Yüzü silikleşti usulca. Bu gece de rüyama gel sevdiğim. Çünkü ancak rüyalarda dokunabiliyorum sana ve ancak rüyalarda affediyorsun beni. ** Bursa'dan kalkan uçakla kısa zamanda Ankara'ya inmiştik. Duruşma öğleden sonra ikideydi. Şimdi ise saat dokuzdu. Arda'yla önce yöresel bir kahvaltı yapmaya karar verdik. Bunun için internetten araştırma yapıp verilen puanlara göre birini seçtik. Bunu yaparken konumumuzu da göz önünde bulundurduk. Arabamız yoktu ve otobüslerle de zaman kaybetmek istemiyorduk. Yarım saat, kırk dakika kadar yürüdükten sonra sıcak bir mekâna girdik. Siparişimizi verdikten sonra mekânda küçük bir fotoğraf çekimi de gerçekleştirdik. "Oğlum, çok güzel şehir lan. Bizim barodan istifa edip buraya mı geçsek?" Mantıklıydı. İçime işlemişti bu şehir. Adımımı atar atmaz bağ kurmuştum sanki. Soğuk duvarlarının arasında yatan bir samimiyet vardı. Şimdilik çözemiyordum bunu ama hissediyordum, Ankara sarmıştı yüreğimi. "Bakalım. Bursa'ya dönünce eksisini artısını düşünürüz." Kahvaltımız geldi. Keyifle yedik. Dediğim gibi soğuktu şehir ama içim tıpkı bu mekân gibi sıcacık olmuştu. Çaylarımızı da içip kalktık buradan. Şehri biraz daha gezip sonrasında adliyeye geçecektik. Arda'nın kız tavlama numaralarından, birkaç saçma fotoğraftan, çeşitli sokak lezzetlerinden sonra adliyeye gelmiştik. Adnan Bey'le adliye de buluştuk. Koca göbeği stresten erimişti sanki. Her duruşma öncesinde bıyıklarını yola yola bitirirdi sanki. Soğuk koridorlarda sayısız tur atar, mübaşir adını söyleyince koşa koşa salona girerdi. "Alır mıyız, Halilciğim?" diye sordu eli hala bıyığındayken. "Alamazsınız Adnan Bey. Ne olurdu beni temsilci seçseydiniz? Geçen duruşma da nasıl akıllarını aldım görmediniz sanki." Arda, yalancı bir sitemle zaten stresli olan Adnan Bey'i daha da strese soktu. "Doğru mu diyor, Halil? Kıvıramayacak mısın bu işi şekerim?" Babacan gördüğüm bu adamın koluna girip stresini az da olsa almak için konuşmaya başladım. "Arda'yı bilirsiniz Adnan Bey. Yine dalgasına bakıyor. Dava biz de siz rahat olun." Adnan Bey hızlı hızlı başını sallayıp kolumdan çıktı. "Ben bir tuvalete gideyim. Stres hep sidiğe biniyor ben de." Arda sesli bir şekilde güldü. Ben ise gülmemek için dilimi ısırdım. Adnan Bey tuvalete gitti. O geri dönene kadar Arda'yla dosyanın üzerinden bir kere daha geçtik. Herhangi bir pürüz yoktu. Eğer düşündüğümüz gibi ilerlerse tek oturumda sonlanırdı. Adnan Bey geri döndü. Onun ardından da davalı taraf geldi. Adnan Bey davalı tarafı görünce Tellioğullarını görmüş gibi olduğu yerde kabardı. Adam hayatını abartı bir biçimde yaşamayı seviyordu, yapacak bir şey yok. "Davacı Adnan Timuçin, davalı Şeref Soylu..." Mübaşiri duyan Adnan Bey daha cümlesi tamamlanmadan koşa koşa salona girdi. Duruşmayı o yönetecek zaten. Alem adam. Salonda herkes yerini aldı. Çok geçmeden hakim ve savcılar da salona iştirak ettiler. Hakim mahkemeyi açtı. Savcılığa daha önce sunulan dosyalarla ilgili savcılardan biri mütalaa yapmaya başladı. Salondakiler sessiz bir şekilde savcıyı dinliyor, sonucun nereye varacağını merak ediyorlardı. Birkaç yıllık tecrübemle diyebilirim ki mahkeme lehimize sonuçlanacaktı. Öyle de oldu. Tazminatı aldık. Mahkeme sonucu kaleme geçildikten sonra hakim duruşmayı sonlandırdı. Adnan Bey, mutluydu. Salondan çıktık. Arda, dışarıda merakla bizi bekliyordu. Adnan Bey'in sırıtan yüzünü görünce davayı kazandığımızı anlayıp yanıma geldi. Beşlik çakmak için elini kaldırdı ben de karşılığını verdim. Sağlam ikili olmuştuk. Adnan Bey "Çocuklar, bir yemeği hakkettiniz. Sizi Ankara'nın en gözde kebapçılarından birine götüreceğim," dedi ve aramıza girdi. Tombul kollarını ikimizin de kolları arasına soktu ve o şekilde yürümeye başladık. Böyle, nasıl desem, çok komik duruyorduk. Fakat ne Arda ne de ben bozmaya yeltenmedik. Henüz cübbemi çıkarmamışken o şekilde adliye çıkışına kadar yürüdük. Dışarı çıkınca tek tük atan yağmur damlalarına karşı gülümsedim. Yağmuru severdim. Yalnızca çevreyi değil içimizi de temizliyordu sanki. Cübbemi çıkardım. "Benim arabayla gidelim," dedi Adnan Bey. "Bizim arabamız zaten yok Adnan Bey. Siz istemeseniz de sizinle geleceğiz zaten." Adnan Bey Allah'tan yumuşak huylu bir adamdı da Arda'nın bu patavatsız hallerini sineye çekip gülümseyebiliyordu. "Aman kuzum dert mi? Çekelim altına şöyle son model bir araba." Arda, sırnaşık bir kedi gibi yapıştı Adnan Bey'in koluna. "Sahi mi? Size baba diyebilir miyim Adnan Baba?" Bu son söylediğine hep birlikte güldük. Patavatsız matavatsız ama güldürüyor işte. Beraber arabaya doğru yürümeye başladık. Bu esnada yağmur da yavaştan yağmaya başlamıştı. Tam arabaya binmiş gidiyorduk ki adliyeden bağırış sesleri gelmeye başladı. Adliye de olur böyle vakalar deyip geçemedik tabi ki. Adnan Bey arabaya binerken Arda'yla birlikte neler olup bittiğine bakmak için tekrar adliyeye döndük. Dumura uğradım. Mahkemenin görüldüğü salonların birinin önünde yumruklu tekmeli kavga çıkmıştı. Ama beni dumura uğratan bu sahne değildi. Beni dumura uğratan elindeki cübbesiyle gülerek kavgayı seyreden, Leyla'ydı. Oradaydı işte. Hakiki ve sahi... Kanlı canlı duruyordu karşımda. Kaçıp gitmeyi düşündüm. Fakat yıllar sonra onu böyle canlı görebilmenin zevkini nasıl bırakabilirdim? Ne kadar da güzelleşmiş. Zaten güzeldi ama... Bilemiyorum. Saçlarını biraz kısaltmış. Son hatırladığım da daha uzundu saçları. Korkumla yüzleştim saniyeler sonra. Gözleri buldu gözlerimi ve anında soluklaştı gülümsemesi. Güzel dudakları şaşkınlıkla aralandı ve hep aşkla bakan gözleri çakmak çakmak yanmaya başladı. Ne yapacağım şimdi? Gidip selam mı vermeyelim? Hangi yüzle? Gidip onu ne kadar çok sevdiğimi mi söylemeliyim? Aklımdan bin bir çeşit düşünce geçmesine rağmen tek yaptığım orada öylece dikilmek oldu. Ne ben gözlerimi bir saniye ayırdım gözlerinden, ne de o... Neden sonra kararlı adımlarla bana doğru yürümeye başladı. Sanki kalbim ağzımdan çıkacak şimdi. Hesap soracak belki de. Ne diyeceğim? Özür dilerim mi? Ne kadar da samimi! Ya kızarsa? Kızar tabi. Hatta belki de tokat atar. Atsın. Hakkettim sonuçta. Ama hiçbirini yapmadı. Geldi, geldi ve yanımdan geçip gitti.
|
0% |