@amatoriceyazar
|
Multi: Manga, Yine Yeni Yeniden
Bölüm 3: "Yine Yeni Yeniden" _________ "Haliiiiil," diye bağırdı sınıfın kapısından aşina olduğum ses. Aşık olmanın bir çok yan etkisi vardı. Mesela biri de buydu. Leyla'nın sesini duyunca kalbim asla yerine sığmak istemiyordu. Yaşanan bu durumu fizyolojik olarak bir yerlere bağlamaya çalışıyorum ama bir insanın diğer bir insana bunları dokunmadan yapabilmesini açıklayamıyorum. Sonuç olarak elim kolum bağlı olsa da kalbim ağzım da atarken dinliyorum güzel sevdiğimi. Gerçekten de çok güzel. Bazen tüm yüzünü hatta tüm bedenini ekmek arası yapıp yutmak istediğim oluyor. Nasıl sevimli, bir görseniz. Sinirlenince hafif çatılan kaşlarıyla bile çok güzel. Güzel işte. Sevdiğim için daha da güzel. "Aaa, kime bağırıyorum ben!" Görsen, çıt kırıldım, nahif bir kız dersin. Ama yok. Sinirlenince içinden Çaki Bebek çıkıyor sanki. Bazen bu halleri hoşuma gittiği için bilerek sinirlendiriyorum. Şu an olduğu gibi. Ama Leyla, onu bilerek sinirlendirdiğimi bilmiyor. Bilmediği için de çoğu zaman beni paylıyor. Hoş bilse daha çok paylar, öyle değil mi? Yanıma kadar hızla gelip boş yanıma oturdu. Koluma sert olduğunu düşünerek bir yumruk çaktı. "Duyup cevap vermiyorsun bir de!" Güldüm sessizce. O ise buna daha çok sinirlenip bir tane daha vurdu. "Haliiil ya! Bak sinirleniyorum." Daha çok gülüp burnunun ucuna işaret parmağımla yavaşça vurdum. "Sinirlen bakalım ne yapacaksın?" Kaşlarını daha çok çattı. Ben ise bu durumdan oldukça keyif alıyordum. "Sen benimle dalga mı geçiyorsun?" İşte o meşhur küsme hareketi... Kollarını önünde bağladı ve çatık kaşlarıyla başka tarafa döndü. "Yok canım ne münasebet! Sadece müstakbel eşimle uğraşmayı seviyorum diyelim." Gardı hemencecik indi. Kollarını açıp parmaklarını birbirine geçirdi. "Ne dedin sen az önce?" Al işte, şimdi de aşk dolu gözlerle bana bakıyor. Nasıl sevmem ki? İçim gidiyor. Bir bakışına dünyayı yakarım gibi beylik laflar edesim geliyor. Ama sonra bu bakışlar karşısında ne kadar çaresiz kaldığımı hissediyorum ve sadece seviyorum. Hep çok, hep daha fazla... "Bilmem, ne demişim," dedim, bilmiyormuş gibi yaparak. Kedi misali sırnaştı hemen. Kolunu boynuma dolayıp ense saçlarımla uğraşmaya başladı. "Yaa Haliiiil!" Sesli bir şekilde güldüm. "Seninle uğraşmayı sevdiğimi söyledim." Sinirlenip bir tutam saçımı çekti. Acıyla yüzümü buruşturdum. "Acıdı ama." Yanımdan kalkıp cam kenarına geçti. Ben de peşinden kalkıp yanına gittim. Yanına yaklaşıp omuzlarından aşağı dökülen uzun saçlarını elimde topladım. Sonra üç parçaya ayırıp örmeye başladım. Güneş'in saçlarını kesmeden önce de hep örerdim. "Bazen seninle ne yapacağımı düşünüyorum," dedim saçlarını örmeye devam ederken. Cevap vermedi. Nazlanıyordu. Bana nazlanmayı severdi. En çok bana. Çekerdim çünkü. Üstelik bu hoşuma da giderdi. "Düşünme," dedi ters bir sesle. Güldüm. "Müstakbel eşim dedim az önce." Yandan gülümsemesini gördüm. Saçlarını örmeyi bitirip kolumda daima bir tane bulunan sevdiğimin tokasıyla ördüğüm saçının ucunu bağladım. Buram buram Leyla kokuyordu şimdi ellerim. Başına eğilip saçlarının kokusunu derince içime çektim sonra da büyük bir buse kondurdum. Nazlanması geçmiş olacak ki bana doğru döndü. "Müstakbel eşin miyim gerçekten," derken elleriyle de gömleğimin uçlarını çekiştiriyordu. Büyümüş bir kız çocuğu. Ama nasıl seviyorum. "Öylesin tabi. En hakikisinden hem de. Karım yapacağım seni." Güldü. "Yok öyle. Ben seni kocam yapacağım." Son söylediğiyle içimde biriken kahkahayı tutamadım. "Kabulüm. İstersen soyadını da alırım." Hızlı hızlı başını salladı. Her an her dakika her saniye seni sevmek dileğiyle, güzel Leyla'm. Günümüz... Dünya üzerinde metrekare başına düşen insan sayısı ne kadardır, bilmem. Leyla hangi metrekarenin içindeyse ben de onun yanında olmak istedim. Leyla nefes aldığı zaman nefesinin sıcaklığını tenimde duymak istedim. Konuşmasa da varlığı hep yanı başımda dursun istedim. Çok bir şey değil sadece Leyla'yı istedim. Leyla ve Leyla'yı çok sevmek... Korkak bir adamım. Çok da bencil. Beş yıldır aynada gördüğüm yüze bunları ezberlettim. Çünkü ancak korkak ve bencil bir adam sevdiği kadını terk ederdi. Dönüp bakınca sırf kendim için Leyla'yı yok sayışımı görüyorum. Güneş, ölmüştü. Fakat Leyla dağ gibi yanımdaydı işte. Omzuna yaslanmak yerine arkamı dönüp gitmek korkaklığımın ve en çok da bencilliğimin işaretiydi. Ne yapacağımı bilememiştim. Biri bana -başın sağ olsun- der de Güneş'in öldüğü gerçeğiyle yüzleşirim diye ödüm kopmuştu. Sonra bir daha o eve nasıl gireceğimi hiç bilememiştim. Sevdiğinin cenazesinin çıktığı eve nasıl girilirdi? Korkmuştum işte. Ve en çok kendimi düşünmüştüm. Geri de kalanlara ne olur diye bir saniye düşünmeden çıkmıştım o şehirden. Gara gelip yakın saatte hangi otobüs varsa ona bilet almıştım. Bursa'ya. Sonra yeni mezun bir hukukçu olarak hiç bilmediğim bir şehirde yaşamaya çalışmıştım. Önce bir miktar birikmiş paramla idare etsem de sonrasında bu mümkün olmamıştı. Garsonluk yaptım, bulaşık yıkadım, inşaata girdim, türlü çeşit iş yaptım Baro'ya kabul edilene kadar. Baro'ya kabul edilince de önce küçük davalara baktım. Bazen para almadan dava gördüm. Zaman sonra bir iki zengin insanla çalışınca elim rahatladı. Fakat rahata kavuşunca düşünmek için zamanım bollaştı. İşte o zaman fark ettim ki Leyla yanımda yoktu. Ben Leyla'yı terk etmiştim. Bu gerçekle yüzleşmek yüzüme kapı kapanmışlık hissi vermişti ve ben o dakikadan sonra nasıl yaşayacağımı bilememiştim. Canımdı. Leyla'ydı o. Canımdan çok sevdiğimdi. Maziye dönüp bakınca yanımdan öylece geçip gitmesini haklı buluyorum. Fakat yine de hakkım olmayarak üzülüyorum. Arsız bir adam gibi hala beni sevmesini bekliyorum. Yine aynı aşk dolu gözlerle bakmasını... Çok bencilce, biliyorum. Ama Leyla söz konusu olunca en çok onu sevmeyi ve en çok beni sevmesini istiyorum. "Leyla..." dedim, fısıldayarak. Ama Arda duymuştu. "Kavganın ortasında ne Leyla'sı be biraderim?" Dünya savaş meydanı olsa yine de Leyla, biraderim. Dönüp hızlı adımlarla adliyeden uzaklaşan Leyla'ya baktım. Çoktan kapıdan çıkmış merdivenleri koşarak iniyordu. Bir kez bırakmıştım onu ama bir daha bırakmayacaktım. O bıraksa da bırakmayacaktım. Peşinden koştum. Aramızda yaklaşık üç adım varken arkasından bağırdım. "Leyla!" Durdu. Çakıldı desem daha doğru olur. Öyle sert durdu ki, bir an dengesini sağlayamayıp düşecek diye korktum. "Leyla," dedim tekrar. Ne çok özlemişim ona seslenmeyi. Bıraksalar sabaha kadar Leyla, derim burada. Yağmur yağıyordu. Ve ben tenimi ıslatan bu yağmurun daha yeni farkına varıyordum. Oysa içeri girerken de yağıyordu. Leyla, aklımı başımdan almıştı işte. Bir görmek yetiyordu adımı unutmaya. Bir görmek yetiyordu yeniden aşık olmaya. İki adım daha ilerleyip tam arkasında durdum. Şimdi sarılıp kokusunu içime çekmeyi nasıl da arzuluyorum. Öyle özlemişim ki kokusunu. Unutmuştum çoktan. Ama bir yerlerden, uzak bir yerlerden hep kokmuştu işte. Yağmur güzel saçlarını ıslatıyordu. "Örünce daha güzeller," dedim kendime engel olamayarak. "Hatırlıyor musun, ne çok örerdim saçlarını?" Sinirle bana doğru döndü. Yakınlığımız hoşuna gitmemiş olacak ki bir adım geri çıktı. "Sen," dedi titrek bir sesle. Kulaklarımdan silinmek üzere olan sesini tekrar işitmenin mutluluğunu nasıl anlatabilirim ki? Kızsa, bağırsa ama ben sesini duysam... "hangi yüzle..." devam etmedi. Başını iki yana sallayıp bir adım daha geri çekildi. "Leyla," dedim. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Sadece -Leyla- demek istiyordum. Kararlı iki adımla bana doğru geldi. Şimdi yüzlerimizin arasında çirkin bir mesafe vardı. Kokusunu duymama engel olan bir mesafe... Gözleri yine çakmak çakmak yanarken onu ilk defa hakiki mana da sinirli görmenin garip hissi vardı üzerimde. Tam bu an da anladım ki, Leyla ya beni hiç affetmeyecekti ya da bu yol çok meşakkatli olacaktı. Dişlerinin arasından tane tane konuştu. "Hangi cehenneme gittiysen daha önce, tekrar oraya dön. Seni bir daha görmek istemiyorum." Canımı yakmak için zehirli sözler söyleyeceğini biliyordum. Söylemesini de istiyordum. Yoksa içindeki bu terkedilmişlik öfkesini nasıl atacaktı? Hepsinden öte, o bana kızmazsa ben kendimi nasıl affedecektim? "Leyla," dedim tekrardan. Sanki tüm kelimeler hafızamdan silinmiş bir tek -Leyla- adı kalmıştı. "Kes sesini," dedi. Leyla... Yerdeki karıncayı incitmekten korkan, Leyla. Dili alışık değildi bu kelimelere. Anladım ki, değişmişti. Gözlerini gözlerimden bir saniye olsun çekmedi. Hiç dinmeyen bir öfkeyle, meydan okurcasına bakıyordu. Gözlerine bakınca ilk defa aşk yoktu orada. Oysa ben Leyla'yı tanıdığımdan bu yana hep aşk vardı gözlerinde. Geri çekilip tekrar arkasını döndü. Beni istemiyordu, biliyorum ama Leyla'yı bulmuşken tekrar bırakma cesareti kalbimde var mıydı? Asla. Kapısında yatacağımı bilsem yine de dönmek geçmiyordu aklımdan. Şimdilik gitmesine izin verdim yine de. Artık biliyordum. Ankara neden sarmalamıştı yüreğimi, öğrenmiştim. Kalbimi aşkla sarmalayan kadın, Ankara'daydı. Ve bu saatten sonra Ankara, aşktı. Leyla Mizgin'in Anlatımıyla... Halil, kalbimin iz düşümüne uğradıktan sonra hep orada kalacak sanmıştım. Öyle çok seviyordum ve öyle çok sevildiğimi sanıyordum ki gözümü açtığım her sabah karşımda Halil'i göreceğimi sanıyordum. Öyle güzel anılar biriktirdik ki, dönüp bakınca bazen terk edildiğime inanamıyorum. O adam mı? Evet, o adam. Asla terk etmeyeceğine inandığım o adam. Terk etmişti. O günden sonra yaptığım tek şey Halil'i anlamaya çalışmak oldu. Anlamak istedim. Çünkü bir kulp takmazsam beni terk edişine, yaşayamazdım. Güneş'i toprağa verdik. Ben en çok Güneş'e ağladım, sonra Halil'e. Hanife teyze gül kokulu kızını kaybetmişken diğer kanadını, oğlunu arıyordu ama yoktu işte. Ben girdim o kolun altına, ben kanat olmaya çalıştım. Oysa onun tek kanadı benimse kanatlarım kırılmıştı. Halil yoksa uçamazdım ki ben. Henüz bir şeyleri idrak edememişken Ordu'ya döndük. Annem sürekli soruyordu, Halil nerede diye. Öyle içimden geliyordu ki, bilmiyorum nerede siz biliyorsanız Allah aşkına söyleyin Halil'im nerede, diye söylemek. Ama sadece sustum. Çünkü inanıyordum. Halil gelecekti ve ben anneme diyecektim ki, Halil şuradan geldi. Geldi Halil. Ama gelmedi. Hayalle gerçek uyuşmadı birbirine. Gün, günler oldu, haftalar, ay... Mevsim değişti. Bir yıl geçti. Yetmedi beş yıl geçti ama Halil gelmedi. Antidepresanlarla geçen bir yılın ardından annem girdiğim depresyona dayanamamış olacak ki sağlam bir tokat attı. O tokadın ardından saatlerce ağladım. Annem tokat attığı için ağladığımı düşündü, özürler diledi ama ben Halil'in bir daha gelmeyeceğini anladığım için saatlerce ağladım. Evet, tam bir yıl sürdü. Bir yıl boyunca ne yaşadığımı anlamaya çalıştım. Halil yoktu, Halil neredeydi? Bir yıl sonra cevap verdim kendime. Halil, seni terketti. Hayatla müthiş bir kavgaya girdim. Önce Halil hariç her şeyi silen hafızama hayatı hatırlattım. Tekrar ders çalışmaya başladım. Sınavlara girdim. Baro'ya kabul gördüm. Ve gözü hırstan başka hiçbir şey görmeyen toy bir avukat oldum. Bugünde üzerinde uzun zamandır çalıştığım bir davayı görmek için adliyeye geldim. Davalı tarafa karşı elim çok kuvvetliydi. Öyle ki bütün kirli çamaşırlarını mahkeme de ortaya dökmüştüm. Sonuç ise hüsran. Müthiş bir kavgaya tutuldular. Tekmeler tokatlar hava da uçuşurken elime çekirdek alıp kavgayı izlememek için kendimi zor tutuyordum. Tam o saniyelerde gözümün yıllardır aradığı simayı yan bir gözle farkettim. Nasıl farketmem ki? Bedeninin her kıvrımını ezbere bildiğim o adamın varlığını nasıl farketmem? İlkin gördüğüme inanamadım. Tıpkı yıllar önce ilaçların da etkisiyle gördüğüm halisünasyonlar gibi halisünasyon gördüğümü düşündüm. Ama hiçbir gördüğüm halisünasyonda Halil, gözlerimin içine bakmıyordu. Anladım ki gayet gerçekti ve buradaydı. Fakat ne hakla? Onca yıldan sonra neden? Damarlarımda gezinen öfke, hiç olmadığı kadar büyük bir hakka sahipti. Bu adamın burada ne işi vardı? Yanından geçip gitmeli. Evet, kesinlikle. Fakat nasıl da çirkin bir arzuyla yüzüne bakmak istiyorum. Büyük bir terkedilişin ardından yine de onu nasıl çok sevmek istiyorum. Ondan çok kendime kızdım. Kalbime hükmeden bu gurursuzluğa kızdım. Nasıl kızmam ki? Terkedildin sen! Terkedildin ve özlemle ona koşup sarılmak istiyorsun! Hızla yanından geçtim. Ne müthiş bir haz! Biraz daha yakınından geçsem belki de yıllar içinde unuttuğum kokusunu alırdı ciğerlerim. Özlemle çekerdim içime. Ama yok. Olmaz ki. Olamaz! Her şeyden öte kendime haksızlık bu. Hem nasıl olur da hala büyük bir özlemle onu sevebilirim ki? Asla. Nefret ediyorum ondan. Kimseden nefret etmediğim kadar ondan nefret ediyorum. Evet. Merdivenleri hızlı hızlı indim. Bir an önce buradan uzaklaşmalıydım. Saniye saniye hızını artıran yağmurla ne kadar da zordu gitmem. Oysa arkama bakmadan koşarak uzaklaşmak istiyordum buradan. Ayaklarımda ki beşer santimlik topuklularla ve yüzüme doğru yağan yağmurla bunu nasıl başarabilirim ki? Üstelik onun arkamdan geldiğini de hissediyorken. Şu ofkemi biraz dizginlesem ağlayarak yakasına yapışacağım. Yalvaracağım, git diye. O zaman gider, biliyorum. Fakat ben ona kızdıkça daha çok kalmak isteyecek ve öfkem dinerse tekrar eski halimize döneceğimizi düşünecek. Peki ya gerçekten dönersek? Öfkem daha da arttı. Bu kadar da gurursuz olunmaz ki canım! Adam seni basbayağı, dımdızlak terketti! "Leyla," diye bağırdı arkamdan. Kalbim saniyelerdir olanca bir hızla atmıyormuş gibi sesini duyunca nasıl da yine raydan çıktı! Unuttum sandığım adamı nasıl da bana hatırlatmaya çalışıyor. Ama olmaz. Olmamalı. Tekrar "Leyla," dedi. Durmayacaktı. Hiç durmayacaktı. Peki ben neden duruyorum? Gitsem ya! Arkama hiç bakmadan buradan uzaklaşsam ya! Ben gidemedim ama o geldi. Kalbi bir iki karış arkamda atıyor. Duymuyorum ama hissediyorum. Hem bu yağmurda, üstelik kalbim bu derece çılgınca atarken nasıl duyabilirim ki? "Örünce daha güzeller," dedi. Eskiden de ne çok örerdi. "Hatırlıyor musun, ne çok örerdim saçlarını?" diye sordu. Hiç unutmadım ki. O saçlarıma dokununca kuş gibi hissederdim. O saçlarımı okşadıkça bir ömür boyu hep okşasın isterdim. Öyle şefkatle öyle sevgiyle okşardı ki, hissederdim. Şimdi dönüp sıkıca sarılmak var bedenine. Fakat bunu yapsam kendimi ömrüm boyunca affedemem. Onu hala seviyor muyum? Nefret ediyorum ama nefretle sarmalanmış bir sevgi saklı yüreğimde, biliyorum. Ama olmaz. Ne kadar büyük bir istemle ona doğru itilsem de, olmaz. Hızla arkamı döndüm. Ama gafil avlanmıştım. Bu kadar yakın olmak iyi gelmezdi yüreğime. Santimi santimine ezber ettiğim o yüze yakından bakmak demek gard indirmek demekti. Bir adım geri çekildim. "Sen," diyebildim titrek bir sesle. Ne vardı sanki titreyecek! "hangi yüzle..." başımı iki yana salladım. Devam edemedim çünkü. Edemezdim. Dokunsalar ağlayacağım. Ne yapıyorsun bana böyle? "Leyla," dedi tekrar. Leyla, Leyla! Başka bir kelime bilmiyor sanki. Hoş ne diyecek ki? Ne diyebilecek? Ona gitme isteğiyle mi yoksa gerçekten sinirlendiğim için mi, bilmiyorum. Hızlı iki adımda dibine kadar girdim. Zeytin gözleri, ifadesiz duran yüzü, gülünce yanaklarında oluşan çizgiler her şey olduğu gibi. Ama her şeye rağmen yüzünün her zerresinden okunan bir yorgunluk vardı. Tıpkı benim gibi. "Hangi cehenneme gittiysen, tekrar oraya dön. Seni bir daha görmek istemiyorum." Deli gibi görmek istiyorum. Her şeye rağmen her saniye seni görmek ve göremediğim beş yılın acısını çıkarmak istiyorum. Fakat gururum set çekiyor önüme. İyi ki de çekiyor. "Leyla," diye yineledi. İçimde filizlenen hudutsuz bir arzu, neden başka hiçbir şey söylemiyor, diye o kadar kızdı ki ona. Beş yıldır yoksun be adam. Leyla, Leyla deyip duracak mısın? Kızarım ama hiç yoktan bir özür dile! "Kes sesini," diye çıkıştım. Ömrüm boyunca düşünsem hiçbir zaman diliminde ona, o güzel sesini -kes- diyeceğim aklıma gelmezdi. Bir müddet daha baktım zeytin karası gözlerine. Fakat manasızdı artık burada durmam. Hem durursam kendime engel olamam da sarılırım diye ne çok korkuyorum. Gitmeli o zaman. Ne kadar uzağa gidilirse o kadar gitmeli. Arkamı dönüp uzaklaştım oradan. Kalbim orada. Kalbim zaten hep ondaydı. Bedenimi aldım ve öylece gittim. Gitmek sevmeye maniymiş gibi... Halil Babür'ün anlatımıyla... Hayatın bizi nerelere savurduğuyla pek ilgilenmedim. Yıllar önce Bursa'ya değilde Antalya'ya gitseydim ya da Samsun'a, benim için yine hiçbir şey değişmezdi. Çünkü Güneş yoktu o şehirde, Leyla yoktu. Hayatım dediklerimin biri toprak altındayken birini de ben bırakmıştım. Yaşamsa, artık sadece fizikseldi. Oysa şimdi her şey daha farklı. Rüzgar bile yön değiştirdi sanki. Yıllardır ritmini koruyan kalbim çılgınca atmayı özlemiş gibi soluksuz atıyor. İşte, hayat dediğim, hayatım dediğim Leyla, karşımda. Uzaklaşıyor ama burada. Çölde kaybolan bedevi vaha görmüşçesine, Mecnun çölleri aştıktan sonra Leyla'sına kavuşmuşçasına... "Senin lisansız diline tüküreyim, Halil. Biraderim, sen mal mısın? Konuşuyorum, duymuyorsun. Yetmiyor, seninle birlikte ben de ıslanıyorum. Gelsene şu arabaya!" Arda, kulağımın dibinde bağıra bağıra konuşurken, Leyla'dan odağımı çekmek zor olmuştu. Son gördüğümde bir taksiye biniyordu fakat ben hala bindiği yerde o varmış gibi boşluğa bakıyordum. "Arda," dedim sadece. "Bin lan şu arabaya," deyip ne ara yanıma kadar geldiğini bilmediğim Adnan Bey'in arabasına itekledi. Şimdi arka koltukta ıpıslak bir şekilde oturuyorduk. Aklım ise Leyla'da. Nasıl olmasın ki? "Halilciğim, şekerim Doktor Sergen diye bir tanıdığım var, öneririm," diyen Adnan Bey'in yan profilini anlamsız bir şekilde izledim. "Analamadım, Adnan Bey. Ne için öneriyorsunuz?" Göbeği titreye titreye güldü. "Ne için olacak canım! Sergen psikiyatr. Seninde ihtiyacın var gibi. Hangi manyak deli gibi yağan yağmurun altında dikilir?" Bu kez Arda'yla birlikte güldüler. Anlamıyorlardı. Söz konusu Leyla'ydı ve çıldırmamak zaten elde değildi. "Leyla," dedim tekrardan, fısıltıyla. "Halil, cidden kafayı yemiş olabilir misin, kardeşim? Leyla, Leyla deyip duruyorsun." Arda'ya baktım. Endişeli gözlerle bana bakıyordu. Kafayı yediğimi düşünüyordu basbayağı. Oysa ben sadece aşıktım. "Gördüm," diyebildim sadece. Görmek ki ne görmek! Suya kanmış da nehir bulmuş gibi oldum. "Nasıl gördün?" diye sordu şaşkınlıkla. "Buradaydı," dedim. İnanmıyormuş gibi baktı gözlerimin içine fakat nasıl mesut bir ifade varsa yüzümde aynı sırıtış onun da yüzüne geçti. "Sahi mi lan?" Başımı salladım sadece. Sonra ise ardı arkası kesilmeyen sorular sormaya başladı. Cevap veremedim. Daha doğrusu ne sorduğunu idrak edemiyordum. Aklım da ruhum da Leyla'daydı çünkü. *** Tadını alamadığım bir yemek yendi önce. Sonrasında Adnan Bey bizi otele getirdi, kendisi tekrar Bursa'ya döndü. Bizim kalış sebebimiz ise aşikar. Leyla'ydı sebep, bundan büyük sebep olur mu? "Yani şimdi siz konuştunuz?" Kırkıncıya aynı soruları soruyordu. Başka zaman olsa vururdum ağzına ama söz konusu Leyla olunca sayısız baştan alışla sabaha kadar aynı şeyleri anlatabilirdim. "Konuştuk. Daha çok o konuştu tabi. Ben, Leyla, demekten başka bir şey söyleyemedim." Güldü. Gülünecek haldi ya. "Oğlum, sonunda be! Sen öyle birden çıkınca arabaya döndün sandım. Kavga da çok hararetliydi bırakamadım. Sonra bir çıktım mal gibi dikiliyorsun yolun ortasında. Dedim herhalde aklını yitirdi bu. Meğerse Mecnun Leyla'sına kavuşmuş." Keyifle tekrardan güldü. "Hiç çıkmak istemiyordum karşısına, biliyorsun. Ama onu görünce yıllardır aramadığım için kendime o kadar kızdım ki. Bu halde olmamızın tek sebebi benken, düzeltmek adına hiçbir şey yapmayışım kahretti orada beni. Bunca yıl, neden diye sormadan edemiyorum." Anlayışla başını salladı. "Belki öyle. Fakat yine de geç değil. Tuttuğun yerden sıkıca sarılacaksın." Kararlılıkla başımı salladım. Kesinlikle sıkı sıkıya sarılmalıydım. "Bir daha bırakırsam namerdim." Ensemden çekip sıkı sıkıya sarıldı. "İşte benim biraderim." *** Ertesi gün erkenden adliyenin tenha bir yerinde beklemeye başladım. Akşama kadar aç susuz bekledim fakat o gün Leyla adliyeye gelmedi. İkinci gün de bekledim. Fakat Leyla, yine gelmedi. Korktum. Ya gittiyse? Çareyi adliyedekilere sormakta buldum. Birkaç kişiye sordum fakat tanıyan çıkmadı. Nihayet benim yaşlarımda bir savcı aradığım cevabı verdi. "Hasta Leyla Hanım. Üç günlük raporu var," dedi. Nasıl atlarım! Narindir onun canı. Islandı tabi. Nasıl hasta olmasın ki? Evhamla "Adresini biliyor musunuz?" diye sordum. Cevap vermek istemedi. Ben olsam, ben de tanımadığım birine bir kadının evinin adresini vermezdim. Fakat ikna etmeliydim. "Tanışıyoruz," dedim. Yüzünü memnunuyetsizce başka tarafa çevirdi. Özelimizi paylaşmayı sevmezdim fakat şu radde de yapacak başka bir şeyim yoktu. Telefonumu çıkardım ve Leyla'yla dolu olan galerimi açtım. Fotoğraf çekilmeyi çok severdi. Ben sevmezdim. Ama seviyor diye çekilirdim hep. Bir sürü fotoğraf. Komik, ciddi, aşk dolu... Bir tanesini açtım. Kışın çekilmişiz. Mustafa çekmişti hatta. Kar yağıyor lapa lapa. Leyla, avucuna aldığı çokça karı başımdan aşağı atıyor ben ise hayranlıkla onu seyrediyorum. Karşımdaki memnuniyetsiz savcıya fotoğrafı gösterdim. Önce bir göz ucuyla baktı sonra dikkatini hızla fotografa verdi. "Leyla Hanım mı fotoğrafta ki kişi?" Belki de kurduğu en uzun cümlelerden birisiydi bu. Başımı salladım. "Pekala," dedi ve arkamızdan geçen bir kıza seslendi. "Suzan, kalem kağıt." Asistan olsa gerek. Kıdem yukarıda olunca aşağıdakilere böyle davranan insanlara alışmıştım. Suzan, kalem ve kağıt getirince birkaç saniye bir şeyler karaladı. Sonra karaladığı kağıdı elime tutuşturdu. Adrese kısa bir göz atıp savcıya teşekkür ettikten sonra adliyeden ayrıldım. Dışarı çıkıp bir müddet taksi çevirmeye çalıştım. Nihayet boş bir tanesi durunca adresi eline verdim. Trafik, dönemeçler derken yarım saatlik bir yol sonrası taksici beni dediğim adrese getirdi. Aklımdakini fiile dökmek adına mahalle manavını aradım. Aradığımı buldum bulmasına ama... "Hiç mi yok?" diye sordum inatla. Manavcı sabrının son demini yaşıyormuş gibi sinirle soludu. "Gardeş, yok demek hiç yok demek! Bu mevsimde zaten olmaz. Olanlar da az olur. " Başımı sallayıp çıktım. Sonra uzakta olsa bir manav daha buldum. O da yok diyince artık ümidimi kaybetmek üzere Allah'ın hakkı üçtür diyerek bir üçüncü manav daha buldum. Son yedi tane. Hevesle doldurdum poşete ve geldiğim yolları biraz karıştırarak biraz bilerek geri döndüm. Elimdeki adrese göre doğru apartmanın önündeydim. 3. Kat, 6 Numara. Vakit kaybetmeden apartmana girip 3. Kata çıktım. 6 Numara. Leyla Mizgin Yılmaz. İsmine kurban olduğum. Mandalina poşetini vakit kaybetmeden kapıya asıp kapıyı çaldım. Sonra da hızla aşağı indim. Bir alt katta kapının açılmasını bekliyordum. Ve beklediğim mekanik ses gelince dikkat kesildim. Bir müddet hiç ses gelmedi. Sonra poşet sesi ilişti kulaklarıma. Saniyeler sonra ise özlediğim sesi tekrardan duydum. "Gerizekalı!" Poşet sesi arttı. Mandalinaları öylece atacak sanarken bağırdı. "Aptal herif. Aptal!" Gülümsedim. Sinirini bile özlemişim. Saniyeler sonra merdivenlerden mandalinalar yuvarlanmaya başladı. Eş zamanlı olarak da müthiş bir kapı çarpma sesi yankılandı apartmanda. Anlaşılan o ki bu sefer gönlü kazanılması gereken kişi oydu. Tüm çabaları hakkediyordu. Yaptıklarımı affettirecekse poşet poşet mandalinaları kafama atabilirdi. Attığı mandalinaları topladım ve yukarıda kalan poşete doldurdum. Sonra tekrar kapısına astım ve bu kez vurmadan apartmandan çıktım. Yol uzun, yol meşakkatli ama yine de nasıl güzel.
|
0% |