@amatoriceyazar
|
Bölüm 8: “Kek Yerine Fırına Verilen Aşk” 🍊 Halil Babür’ün Anlatımıyla… Hayat, bahanesidir aşkın. Tüm evren aşk üzerine tasarlanmış gibi. Mesela arı, aşıktır çiçeğe. Tüm gün öper durur yanaklarından. Köpek, aşıktır kediye. Kovalaması da bundandır. Çünkü aşk, nazı en güzel taşıyandır ve kediler de biraz nazlıdır. Gök aşıktır yere. Bu yüzden milyarlarca yıl boyunca sadece birbirlerine baktılar. Ve erkek, aşıktır kadına. Endamına, güzelliğine, cilvesine… Kısacası, aşk kadına yakışır, âşık olmak da erkeğe. Bu yüzden aşıktır Halil, Leyla’ya. Her zerresine. Özellikle gözlerine. Halil, anlamlıysa eğer adı Leyla’yla yazıldığı içindir. Son beş yıldır göğümden bulut eksik olmuyorsa bir hata uğruna Leyla’nın adını, adımın yanından sildiğimdendir. Bir haftadır tıpkı benim göğüm gibi Ankara’nın göğü de bir hayli bulutluydu. Güz kapıyı çalmaya başladığı içindir mi, bilmem. Yoksa Ankara’nın göğü insanlara mı hitap eder, onu da bilmem. Fakat şu sıralar bana hitap ettiği çok doğrudur. Bir haftadır Leyla’yı çok az görebiliyordum. Çoğunlukla adliye, büro arası gidip geliyordu. Mesaj yoluyla rahatsız etsem de bir yerden sonra artık cevap vermiyordu. Bu zaman diliminde biz de Barodan kabul almıştık ve tabiri caizse fellik fellik kendimize büro arıyorduk. Bulabilmiş miydik? Elbette ki, hayır. Kısıtlı bütçemizin yanına bir de Ankara’nın yabancısı olmamız eklenince bir haftalık çabamız öylece yanımıza kalmıştı. İşin hangi tarafından tutsam elimde kalıyordu. Galiba Leyla’nın ahı ömür boyu yakamı bırakmayacaktı. “Birader, evde ekmek kalmamış,” diyerek üstü çıplak bir şekilde salona girdi, Arda. Biçimsiz herif. İyice saldı kendini. “Lan Arda, biraderim, ben senin kıl döşenmiş göğsünü dakika başı görmek zorunda mıyım? Ekmek yoksa bir zahmet üzerine bir şey giy de in, al.” Gözlerini devirip koltuğa yayıldı. Bacaklarını gere gere otururken dilini şıklattı. “Olmaz, sabah ben aldım.” Yamuk ağızlı. “Ne olmuş? Çok alsaydın hem.” Ayaklarını orta sehpaya kaldırıp yandan yandan gülmeye başladı. “Leyla’da sokağın başından geliyor ama tamam, ben gider alırım,” deyip ayaklanacaktı ki, uzun süredir pencerenin önünden milim hareket etmeyen ben hızla öne doğru atıldım. Geçen zaman içinde Leyla sonunda burada yaşadığımı öğrenmişti ve küçük çaplı bir angarya kopmuştu. Fakat sonra ne olduysa dinginleşmiş hatta bana kalırsa bundan memnun bile olmuştu. Hal böyle olunca sokak başında, apartman girişinde, yeri gelince cam önünde kendimi göstermekte pek sakınca görmüyordum. Tabi o beni her gördüğünde göz deviriyordu ama olsun. O da beni seviyor ya, muhtemelen o yüzden. Yani, sanırım. “Yorgunsundur sen şimdi, ben iner alırım,” deyip cevap vermesini beklemeden kapıya koştum. Yavaş yavaş yağan yağmuru hesaba katıp yağmurluğumu bir çırpı da giyindim. Kapıyı açıp ayakkabı giymek yerine terliklerimi ayağıma geçirdim. Sonrası Leyla’ya yetişme koşusu. Apartmandan çıkıp meraklı gözlerle sokağın başına baktım ama kimse yoktu. Arda, büyük yem atmıştı ve ben de saf aşıklar gibi o yemi yemiştim. Yukarı çıkınca ilk iş ağzına yumruk atacaktım. Ümitsizce ellerimi yağmurluğumun ceplerine sokup sakin adımlarla yürümeye başladım. Her adımım da yağmur biraz daha hızını artırırken çok geçmeden fırına gelmiştim. Tüm laflarımı geri alıyorum. Arda’nın yanaklarına sulu sulu öpücükler konduracağım. İşte burada. Dizlerine kadar uzanan giydiği siyah kalem eteğiyle, bordo bluzuyla, ıslanmış saçlarıyla, önü açık trenciyle, şaşkın bakışlarıyla, yılların güzelliğine güzellik kattığı, Leyla. İçim gidiyor, nasıl anlatabilirim ki? Onun şıklığına nazaran yaptığım bu fırın kombini hiç hoş değildi. Siyah eşofman, siyah tişört, asker yeşili yağmurluk, dağınık saçlar ve oldukça çirkin terliklerle kendimi affettirme çabalarım tipimle biraz aksaklığa uğramıştı sanırım. “Selam,” dedim anlamsız bir şekilde elimi de kaldırarak. Baştan ayağa gözleriyle süzdü bedenimi sonra yüzüme bakıp kinayeli bir gülüşle, ağzının içinde -selam- dedi. Bu sahne gözüme bir yerden tanıdık gelmeye başlayınca yüzüme muzır bir gülümseme yerleştirip hafif yanına yaklaştım. “Ne gülüyorsun? Bir zamanlar pijamayla fırına geldiğinde rastlaştığımızı unuttun herhalde. Benim şu halim senin o halinden daha iyi bence.” Yanakları hafif kızarırken kaşları da çatılmıştı. Gözlerini tezgahlardan çekip başını dikleştirerek bana bakmaya başladı. “Ha o hallerimi beğenmiyordun?” Aksine, en çok o halleri hoşuma gidiyordu. “Savaştan çıkmış gibiydin,” deyip kıs kıs gülmeye başladım. Gülmemi hazmedememiş olacak ki dirseğini hızla karnıma geçirdi. Bir inleme firar etmez mi dudaklarımdan! Sık sık gördüğüm komşulardan Necla Teyze yan gözlerle süzmeye başladı beni. Sonra da derinden -nıç nıç- sesleri çıkarıp tekrar ekmeğini beklemeye başladı. “Ayıp değil mi yaptığın?” deyip sitem ettim. “Hah, asıl senin yaptığın ayıp,” deyip tekrar tezgahlara bakmaya başladı. “Sen de geçen gün bana pis kokuyorsun dedin,” deyip kendimi savunmaya aldım. Göz devirip yan gözle yüzüme baktı. “Pis kokuyordun çünkü ve yine pis kokuyorsun,” deyip iğrenir bir ifadeye büründü. Şaşkın şaşkın yüzüne baktım. “Daha yeni banyo yaptım,” dedim bastırarak. “Yapamamışsın demek ki. Bir hamama git bence.” Tüm bunları bilerek yaptığına ikna oldum artık. Sırf inat olsun diye hoşlanmayacağım şeyler söylüyordu. “Salih abi, bana iki ekmek,” diye bağırdım fırıncı Salih abiye. Unlu alnını elinin tersiyle silip bize doğru baktı. “Şimdi çıkar sıcacık. Yağmur yağıyor zaten biraz daha bekleyin,” dedi. Sonra aklına bir şey gelmiş olacak ki tezgâhın arkasından bize doğru yaklaştı. “Hazır iki avukat bulmuşken bir şey danışayım,” dedi ve sır verirmiş gibi kafasını öne doğru uzatıp Necla teyzeye yan bir bakış attı. O öyle yapınca biz de gayri ihtiyari tezgaha daha çok yaklaşıp kafalarımızı öne doğru uzattık. Bu hal de bir hayli yakın olunca yüzümde bariz görülür bir sırıtış belirdi. Leyla, fark edince hemen biraz uzaklaştı. Salih abi tekrar konuşmaya başladı. “Babam sizlere ömür. Bir tane gardaşım var. Denizde kum bunda para. Allah daha çok versin tabi. Aynı ananın çocuklarıyız ne de olsa. Köyde de bir hayli toprak var. Ama dağ taş. Bir tane bahçe de arazi var. Ev yapayım diyorum mendebur gardaşım -aman abi ben oraya villa dikeceğim- diyor. Siz söyleyin şimdi, ben o araziyi bu aç gözlü gardaşımın elinden nasıl alırım?” Leyla’yla bir müddet birbirimize baktık. “Hak var hukuk var abi,” dedim. Daha fazla konuşmama izin vermeden yine başladı konuşmaya. “Hak benim, hukuk sizsiniz. Bulun işte bir çaresini,” dedi celallenerek. Leyla, yüzüne güzel bir gülümseme yerleştirip cevap verdi. “Salih abiciğim, hak sahipleri kendi haklarından vazgeçmedikleri sürece biz ne yapabiliriz ki?” Salih abi, umutsuz bir şekilde yüzümüze bakıp geri çekildi. O geri çekilince biz de çekildik. “Aman Salihciğim, ne diye haber veriyorsun ki ev yapacağını? Git yapmaya başla, kardeşine de sus payı düşsün,” diyen Necla teyze kahkahalarla gülmeye başladı. Salih abi, Necla Teyze’nin duymuş olmasına hafif irkilse de söylediği şey mantıklı gelmiş olacak ki sakalını kaşıya kaşıya gözden kayboldu. “Alem insanlar,” diye kendi kendime konuşup tekrar Leyla’ya baktım. “Son mesajıma cevap vermemişsin,” dedim. “Çok daha fazla mesajına cevap vermedim ama hala yazıyorsun,” dedi tek kaşını kaldırarak. “Aşığım, yazarım,” deyince Necla teyze tekrar -nıç nıç- etmeye başladı. Ona doğru gözlerimi devirip tekrar Leyla’ya baktım. “Önemli bir mesajdı,” dedim. Küçük bir kahkaha atıp telefonunu çıkardı. Mesaj kısmını açtı. En üstte Egemen, yazıyordu. Sinir harbi geçireceğim artık. “Egemen mi o?” dedim sesimin tınısına dikkat ederek. “Hmm,” yaptı sadece. O esnada benim mesajlarımı açmıştı. Babür diye kaydetmişti… Halil dememesi acayip canımı sıksa da kendimi dizginlemeye çalışıyorum, zamana ihtiyacı vardı ne olsa. “Ne yazmış,” dedim diğer meseleye çok kafa takmamaya çalışarak. “İlanı aşk ediyor,” dedi alaycı bir tonlamayla. “Yiyorsa etsin,” dedim ağzımın içinde geveleyerek. Leyla, çok kulak asmayıp benim mesajımı okudu. “Leylaklar çiçek açtığında El ele kırlarda koşarız Yanımda sen olunca Lal kulaklarım dünyaya Aşkından ölüyorum, Leyla.” Sonunda kahkahasını dizginleyememişti. O kıkır kıkır gülerken tezahürat Necla teyze aldı sazı eline. “Maşallah oğlum, aşkına böyle sahip çık.” Sanki az önce -nıç nıç- türküleri çalmıyormuş gibi. “Kötü mü yani?” dedim. Kötü olduğunu ben de biliyorum aslında ama gülsün diye yazmıştım ve gülmüştü de. Amacını yerine getirdiyse saçmalığının pek de bir önemi yok. “Kötüden daha az kötü,” deyip tekrar güldü. Ben öylece güzel gülüşüne dalmışken Necla teyzenin ardından bizim ekmeklerimiz geldi. Hepsi ayrı ayrı poşetlenirken iş ödeme kısmına gelince benim şarteller yeni yerine geldi. Cüzdanımı almamıştım! Bugün daha ne kadar rezil olabilirim diye düşünmek bile istemiyorum. Ulan Arda, aklımı aldın başımdan. Elimi enseme atıp Salih abiye kısık sesle konuştum. “Abi, cüzdan evde kalmış. Bir daha ki sefere halletsek?” Salih abi hızlı hızlı başını sallarken Leyla girdi araya. “Salih abi, arkadaşın ekmeğini de kes buradan,” deyip bir miktar para uzattı. Yarıl yer, yarıl da içine gireyim. Rica minnet olmaz, geri al desem de kabul etmedi. “Hala geç değil,” dedim fırının kapısının önündeyken. Gözlerini devirip yağan yağmura doğru iç geçirdi. “Şemsiye de almadım ki, ıslanacağız şimdi.” Beni duymamazlıktan gelince daha fazla üstelemedim. “Islanacağız derken -biz- demeye mi çalıştın?” Benimki pencereye kapı kolu takmaya çalışmak gibiydi. Fakat bu yersiz çabalarım artık benim bile hoşuma gidiyordu. Dudağının kenarı kıvrılsa da çok fire vermeden konuşmaya başladı. “Ekmek isteyen köpek gibisin.” Ağzım balık gibi açılıp açılıp kapandı. “Köpek mi? Yok, sana bir şeyler olmuş. Bunlar nasıl benzetmeler?” “Teşbihte hata olmaz,” deyip hızlı adımlarla fırından çıktı. O önden koşuyor, ben de arkasından. “O topuklularla yine ayağını burkacaksın,” diye bağırdım. Olduğu yerde bana dönüp kollarını açtı. “Tutmaz mısın?” Gülüp başımı gökyüzüne kaldırdım. Yağmur damlaları yüzümde yer edinirken daha çok bağırdım. “Ömrümün sonuna kadar.” Tekrar önüme baktığımda yine seke seke koşmaya başlamıştı. Adımlarımı hızlandırıp yetiştim. Şimdi yan yana koşar adımlarla eve yetişmeye çalışıyorduk. O esna da ne oldu, nasıl oldu, bilmem. Yanımızda park halinde olan bir araçta iki sevgili yüksek sesle bir müzik açıp yağmurun tadını çıkarmak istediler sanırım. Şarkı sesi yağmur sesine karışırken Leyla, daha ne olduğunu anlamadan kolundan tutup kendime doğru çektim. Ekmek poşeti olan elimle de belini sarmıştım. Şaşkın şaşkın yüzüme bakarken ben, çoktan müziğin ritmiyle sallanmaya başlamıştım. O ise, ilk başta debelense de çok geçmeden kendini bana bırakmıştı. Elimizdeki ekmeklerle, ayağımdaki terliklerle, bana zıt onun şıklığıyla, her şeyi unutarak, sokak ortasında, yağmur olanca hızla yağarken, aşkımızı dansa kaldırmıştık. Tıpkı şarkıdaki gibi fısıldadım kulağına doğru. “Sar beni, saralım, gel yüreği yaralım.” Kesik kesik nefesler alıyordu boynuma doğru. Başımı eğip yanağına minik bir buse kondurdum. Dudaklarım hala yanağındayken, onun yüzü boynumda yer etmişken, şarkıya ve yağmura kaptırmıştık kendimizi. Şarkı bitmeye yakın “Uyanmayalım,” diye fısıldadı kulağıma. Diğer kolumu da beline sarıp yavaşça sarıldım. İncitmekten korkuyordum, bedenini değil, kalbini. Yeterince incitmemişim gibi. Kolları bir müddet boşlukta salınsa da hafifçe sırtıma sardı sonrasında. Yine de kendini her an geri çekmeye hazırdı. Şarkı son ritimlerini tuttururken biraz geri çekildim. Şimdi yüzü yüzüme daha yakındı. Gözlerini fazla kaldıramıyordu. Hala yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Bir gaflet anı. Daha önce hiç yapmadığım bir şey yapıp tüm yüzü gibi ıslak olan dudaklarına doğru yaklaştım. Kollarımdan geri itip koşarak apartmana girdi. Bense öylece arkasından baktım. Erken miydi? Fazlasıyla. Hem, ben onun izni olmadan eline bile dokunmazdım. Şimdi neydi bu fütursuzluk? Hata etmiştim. Hem de az da olsa yumuşamışken. 🍊 “Lan oğlum, bu ekmekler ıslak,” diye bağırdı Arda, mutfaktan. Saçlarımı kurularken mutfağa doğru yürüdüm. İçeri girdiğimde ıslak ekmekleri poşetten çıkarıyordu. “Olabilir,” dedim lakayt bir şekilde. Yüzüme -seni kınıyorum- bakışı attı. O da öyle bir bakış işte. “Başlarım sizin aşkınıza. Aç kaldım ulan, aç. Sana iş koşan da kabahat zaten. Yarım saat gelmeyince anlamıştım bir halt olduğunu.” Söylene söylene mutfaktan çıktı. Çok geçmeden de dış kapının çarpılma sesi geldi. Arda, ekmeği alıp gelince yemeği yedik, bulaşıkları başıma bırakıp gitti. Önce bulaşıkları makineye dizdim sonra da aklımdaki fikri fiile geçirmek için leğen çıkardım. Telefonumu açıp internette -Kek tarifleri- diye arattım. Üç yumurta, bir bardak şeker, çırp, sonra diğer malzemeler. Tüm her şeyi tarife göre yaptım. Öyle ki harcı tepsiye bile döktüm. Fakat gelin görün ki, bizim fırınımız yok. Fırın olmayan evde kek mi pişer? “Arda,” diyerek daldım odasına. Bir kere de adam gibi dursa şu oda da ne olurdu ki? “Ne yapıyorsun lan?” diye bağırdım. Öfkeli bir nefes alıp yüzüme baktı. “Sen iyice görgüsüz bir şey oldun. Önceden kapı falan çalardın. Dingonun ahırı mı lan bura!” deyip iyice celallendi. Gülüp cevap verdim. “Lan hadi ağda yapıyorsun, tamam eyvallah da banyo diye bir yer icat edildi. Orada yapsana, dalkavuk.” Ağzını eğerek beni taklit etti. “Çok biliyorsun sen. Göt kadar banyo da kıçımı koyacak yer mi var ki ağda yapayım?” Elimi boş ver der gibi sallayıp kolundan tutarak çekiştirmeye başladım. “Sen boş ver ağdayı falan. Hadi misafirliğe gidiyoruz,” deyip çekiştirmeye devam ettim. “Lan ne misafirliği, bacağımın teki duruyor,” deyip biri kıllı diğeri kılsız bacaklarını gösterdi. “Uzun don giy, gelince yaparsın,” diyerek emrivaki yapıp banyoya geçtim. Hızlı bir duş alıp üzerime polo yaka beyaz gömlek, altıma keten siyah pantolon giydim. Saçlarımı da özenle tarayıp son olarak çok hafif parfüm sıktım. Bir çift de siyah çorap giyince tamamdım. Odamdan çıkıp Arda’ya bağırdım. “Kapı da bekliyorum, Arda!” Hoş, bu sap kafalı arkadaşımı götürmezdim ama çok misafir seven misafirperver sevgilim, beni tek görünce içeri almazdı muhtemelen. Arda’yı görünce ayıp olmasın diye içeri alırdı. İçeri girdikten sonra Arda’yı bir şekilde şutlardım ve böylece yalnız kalırdık. Güzel plan kurmuştum, tabi işlerse. Mutfaktan kek harcını alıp kapıya çıktım. Bir elimde kekle ayakkabılarımı giymek zor olsa da başarmıştım. Çok geçmeden de Arda geldi. O da gelince istikamet karşı apartman diyerek yola koyulduk. Leyla’nın apartmanlarının önüne gelince tek elimle üstümü başımı düzeltip, Leyla Mizgin Yılmaz yazan zile bastım. Bir müddet sonra apartmanın kapısı açıldı. Bir an açmayacak diye korkmadım değil tabi. Leyla’nın katına çıkınca onu, kapıya yaslanmış bir şekilde bulduk. “Hayrola?” diye sordu. İçime Necla teyze kaçmış gibi konuşmaya başladım. “Hayrola komşum. Sorma başımıza geleni! Kek yaptık, meğer bizim fırınımız yokmuş. Sonra komşu komşunun fırınına muhtaçtır diyerek kapını çaldık.” Leyla, kendini tutamayıp gülerken, Arda nezaketten uzak bir şekilde anırarak gülüyordu. “Fırınınızın olmadığını yeni mi fark ettiniz?” Arda’yla birbirimize baktık. “Harbi lan, bizim fırınımız yok,” diye bir aydınlanma yaşadı, Arda. Boş elimle ensesine yavaşça vurdum. “İhtiyaç olmayınca,” deyip müsaade istemeden ayakkabılarımı çıkarıp Leyla’nın yanından geçerek eve girdim. Arda, tereddüt etse de o da girdi. “Bir izin isteseydiniz keşke. Belki müsait değilim,” diye bağırdı arkamızdan. Ama nafile tabi. Şimdi fırındaki kekin pişmesini bekliyorduk. Arda’yla ben yan yana üçlü koltukta, Leyla’da tekli koltukta oturuyordu. “Kek pişince gidersiniz artık,” dedi oldukça misafirperver bir şekilde. “Yok bir çayını içeriz,” dedim. Göz devirip -ne kadar yüzsüzsün- bakışı attı. Evet, bu da böyle bir bakış. “Misafirim gelecek,” dedi nihayet. Omuz silktim. “Misafirinle çayını içeriz.” Oflayıp salondan çıktı. “Lan ne yüzsüz herifsin, kız istemiyor işte, kalk gidelim,” diyen Arda’nın ensesine bir tane daha vurdum. “Aşkımın ızdırabı mısın oğlum sen! Sus otur işte.” Yan yan bakıp telefonuyla uğraşmaya başladı. Ben de Leyla’nın peşinden gittim. Kek pişmişti. Onu çıkarmış, şimdi de çay suyu koyuyordu. Tam konuşacaktım ki kapı çaldı. Bahsettiği misafir gelmişti sanırım. Suyu koyup yanımdan geçerek dış kapıya yöneldi. Ben de kuyruk gibi peşinden gittim. Kapıyı açtığında beklediği misafirin bu şahıs olmaması içten içe dua etmeye başladım. “Annem helva yaptı da kokmuştur diye sana da gönderdi,” deyip tabağı uzattı. Beni görünce yüzü bariz bir şekilde düştü. Ayakkabıları görmedi sanki. Bu kafayla nasıl doktor olduysa! “İçeri gelsene, Egemen,” deyip Leyla, kenara çekilince hızla yanına yaklaştım. “Niye geçiyor, çay içeceğiz biz,” dedim. “Sana ne be!” diye bildiğiniz çemkirdi. Elindeki tabağa baktım. “Bu helva eski. Donmuş baksana. Yeni olsa yumuşak olurdu. Basbayağı yalan söylüyor,” diyerek son azmimi kullandım. Leyla, tabağa bakarken Egemen, sararıp bozarıyordu. “Lütfen içeri gel, Egemen,” diyerek tüm söylediklerimi yok saydı ve beni kenara iterek Egemen’in geçmesi için yol açtı. Kan çıkacak. Olmuyor böyle. Allah’ın kerkenezi. Egemen’le Leyla üçlü koltukların birinde YAN YANA ben de Arda’yla diğer üçlü koltukta maalesef ki yan yana oturuyordum. Kıçına dinamit döşediğim. Koltuğun yayları kıçına batsın da oturama orada. Sinirle olduğum yer de kıvranıp duruyordum. “Sana yumruk atan lavuk bu mu?” diye fısıldadı Arda. Sadece başımı salladım. Artık sadece ben değil, Arda’da öfkeli bakışlarla Egemen’e bakıyordu. “Çok sıcak oldu burası,” deyip oturduğum yerden kalkıp diğer üçlü koltuğa yaklaştım. “Pencere buraya daha yakın. Buraya oturayım,” deyip Egemen’i ittirerek ikisinin arasına oturdum. Arda kıs kıs gülerken, Leyla’da yarım ağız gülüyordu. Bu durumdan memnun olmayan tek kişi Egemen gibi gözüküyordu. Gidene kadar benden çekeceği vardı. Leyla kalkıp çayı koymaya gitti. Bu esna da kapı tekrar çaldı. Leyla, müsait olmasa gerek ki bağırdı. “Kapıya bakar mısınız?” Arda, sıkılmış bir ifadeyle kendiliğinden kalktı. Çok geçmeden de elinde kedi olan turuncu saçlı bir kızla tekrar salona girdi. Kız, şaşkın şaşkın üçümüze bakarken de bir yandan da Leyla’yı arıyordu. “Merhaba,” dedi cılız bir tonla. Başımızı salladık. Tekli koltuklardan birine geçip oturdu. Kediyi de kafesinden çıkardı. Çıkarınca kedinin Mandalina olduğunu gördüm. Yokluğunu onu görünce fark etmiştim. Miyavlayarak bana doğru geldi. Görmeyeli kilo almıştı. Gözleri iltihaplıydı, onlarda iyileşmişti. “Gel bakalım buraya,” diyerek elime aldım. Ben onu severken Leyla’da içeri girdi. “Nilperi,” diyerek gelen kıza yöneldi. İkisi beraber sarılıp koklaştılar. “Biz bugün kızlar gecesi yapacaktık ama aramıza yeni kızlar dahil olmuş,” deyip gülmeye başladı, Nilperi. Leyla’da ona eşlik etti. Bense rahatlamıştım. Egemen, beklenen misafir değilmiş. “Öyle oldu,” deyip bize baktı. “Tanıştırayım,” diyerek önce Arda’yı gösterdi. “Arda.” Sonra beni gösterdi. “Ha- Babür.” Nilperi, Arda’yla el sıkıştıktan sonra bana döndü. “Halil, sensin demek,” diye ağzından baklayı kaçırdı. Ben de keyifler dört köşe, Leyla ise kızarmakla meşgul. Kim unuttuğu birini arkadaşına anlatır ki? Belki -şerefsizin biriydi- diye bahsetmiştir ama Leyla, küfreden biri değildi. Tanışma faslından sonra çaylar geldi ve boş sohbetler eşliğinde çayımızı içmeye başladık. Leyla, yine yanımda oturuyordu. İçimden seve seve bir hal olmuştum. Gönlüm istiyordu ki dönüp yanaklarını seveyim, sonra da başını göğsüme bastırayım. Fakat şimdilik iç çekmekten ilerisi olmuyordu. “Kışa hazırlık mı?” diye konuşan Nilperi’ye ve akabinde de baktığı yere baktık. Arda, koltuğa iyiden iyiye yerleşince bilek kısımları lastikli olan eşofmanı yukarı çıkmış ve biri tüylü diğeri tüysüz bacakları meydana serilmişti. Ben, alttan alttan gülerken Arda, dudaklarını oynatarak küfrediyordu. Utancından yerlere serilmek istediğini benden iyi kimse bilemezdi. -Eve gidince göreceksin- şeklinde başını sallayıp Nilperi’ye cevap verdi. “Sağ tarafım sol tarafımdan daha çok üşüyor,” deyip yalancı bir kahkaha attı. Konu da böylece kapandı. “Leylacığım, ben bir çay daha alabilir miyim?” Yanımdaki Egemen’e ters bir bakış atıp Leyla’dan önce cevap verdim. “Az yede kendine uşak tut. Leylacığım diyor bir de. Sanki askerlik arkadaşı! Ne bu samimiyet, samimiyetsiz kerkenez!” Gayet yerli çıkışım sonrası Leyla, yandan koluma çimdik atarken Nilperi ağzı açık bir şekilde bize bakıyordu. Arda ise, “Helal olsun gardaşıma,” deyip destek atmakla meşguldü. “Seni ne ilgilendirir? Her şeye karışıyorsun. Aranızda bir şey mi var? Varsa biz de bilelim.” Aynı an da ben “Var,” derken Leyla “Yok,” dedi. “Al bak, yokmuş işte,” deyip kurularak arkasına yaslandı. Yüzünde ise rahatsız edici bir gülüş vardı. Leyla’ya döndüm. “Elimde kalacak bu.” Omzunu -bana ne- der gibi kaldırıp indirdi. “Leyla!” Doğrulup bana baktı. “Seni ne ilgilendirir gerçekten de?” deyip meydan okurcasına kaşını kaldırdı. “Kıskanıyorum kızım,” diye çıkıştım. “Kıskanıyorum. Deliler gibi hem de. Yanından nefes alması bile batıyor gözüme. Benden başka kimse sana o gözlerle bakamaz,” deyip içime ne ara yerleştiğini bilmediğim Ankara genciyle selamlaştım. Gözleri anlık mutlulukla parıldasa da bir şey söylemeyip kekini yemeye devam etti, bense kendimi… 🍊 Olaysız -ne kadar olaysız olduğu tartışılır- bir şekilde dağıldık. Şimdi yatağıma uzanmış tavanı seyrediyordum. Çok güzeldi. Fazla güzeldi ve artık benim değildi. Kıskanıyordum. Eskiye nazaran daha fazla hem de. Bir yandan hala beni sevdiğinden emindim fakat diğer yandan ya yüreğindeki kırgınlıkla başka birini sevmeye yeltenirse, diye düşünmeden edemiyordum. Yüreğim bu düşünceyle burkulurken telefonumu alıp hızla bir mesaj yazdım. Babür: Belki beni affetmeyeceksin. Boynum kıldan ince. Fakat eğer başkasını seversen lütfen bunu bana söyleme. Anlarım zaten ve anladığım zaman da sessiz sedasız giderim hayatından. Yazıp, gönderdim. Telefonumu göğsümün üzerine koyup beklemeye başladım. Belki yine cevap vermezdi, önemli değildi. Bilsin, yeterdi bu bana. Mandalina’m: Bir kalbe iki kişi ne zaman sığmış ki?
|
0% |