Yeni Üyelik
27.
Bölüm

27. Ii. Kitap 🍊 Aşk Küsmeyi Bilmez

@amatoriceyazar

 

Bölüm Müziği: Boş Liman-Bul Beni

 

Bölüm 9:

 

“Aşk Küsmeyi Bilmez"

 

🍊 

Leyla Mizgin’in Anlatımıyla…

Mevzu hiçbir zaman iki insanın birbirine duyduğu olağanüstü duygular olmadı. Mevzu iki insanın tüm zıtlıklarına rağmen bir arada kalma çabasıydı. O siyah dediğinde beyaz demek yerine siyah demek, ondan yana çıkmak, seni seviyorum demekten daha kıymetliydi bir yerde.

Şimdi ona bakınca her şeye rağmen siyah dediğim günler geliyor aklıma. Aklımı kaybedecek kadar çok aşık olmam bir yerden sonra gerçek körlük belirtilerine sebep olmuştu. Oysa aşk, taviz vermek demek değildir ki. Aşk, kabul etmektir. Aşıklardan biri diğerine benim için değiş dese bu benim nezdimde, seni sevmiyorum demektir. Çünkü aşk, kusurlara rağmen kabul eder. Biz bunu ne derece başarabildik? O, yersiz sinirlenirdi. Bir keresinde saçını sert çektim diye çocuk olduğuma dair birkaç bir şey söyleyip bayağı kızmıştı. Alttan almıştım. Çünkü o, böyleydi işte. Saman alevi gibi parlar sonra da peşimde kuyruk olurdu, beni affet diye.

Diğer yandan buluttan nem kapıp ağlamaya hazır bir halde olan bana karşı o ise peygamber sabrı göstermişti. Hiç unutmam, bir keresinde randevulaşmıştık. Akşam sekizde yemek yiyecektik. O gün de adını koyamadığım bir sinir vardı üzerimde. Hazırlandım. Heyecanlıyım. Tam ayakkabılarımı giyiyorken bağcığım koptu. Oturdum eşik önünde ağlamaya başladım. Dert büyük. Bağcık kopmuş sonuçta! Telefonum çaldı birkaç kez sonra da apartmanın kapısı gümbürtüyle açıldı. Büyük koşar adımlarla benim katımda soluğu aldı. Öylece yerde oturmuş beni ağlarken görünce haliyle de korkmuştu. Bağcığım koptu deyince de canımın içi güzel göz yaşlarını bunun için dökmeye değer mi deyip bir hamle de kucağına almıştı beni. Tekrar eve girdik. Sonra o, girdi mutfağa. Kısa sürede soslu makarna yaptı. Yanına da vişne suyu. Film açıp koyun koyuna izledik. O gece aldığım keyfi belki de hiç almamışımdır. Şefkatle sarmıştı beni. Kızmamıştı. Buna ağlanır mı dememişti. Sadece sarmıştı.

Hayat üzerimizden beş yıl gibi bir zaman dilimiyle geçmiş olsa da hatıralarının sıcaklığını unutacak değildim. Hiçbir zaman inkar etmedim. Ben hala delice aşığım ona. Fakat kızgınım. O gece hiç bırakmayacakmış gibi beni kucaklamasına rağmen, bir gece yağmurun altında beni terk edişine. Diğer yandan inkar edemediğim bir durum daha var. Ben istemesem de artık affediyorum. Gözlerim ne kadar kızgın baksa da yüreğim öyle şefkatle sarıyordu ki güzel yüzünü. Canımdı o benim. Camlar ardında gizlice seyrine daldığım, her hareketini incesinden ezber ettiğim, canımdı. Geldiğimiz bu nokta da onu itip kaksam da uzak duramıyordum. İstemiyordum da. O yüzden Nilperi’yle var gücümle pasta yapışımı kınamayın lütfen. Bu benim için bile fazla. Aylardır burnumun dibinde yaşayan canımı, daha fazla göz ardı edemediğim için suçlamayın beni. Hayır, affetmiyorum. Uzun bir süre de affedemeyeceğim. İnce bir şefkat tülü örtüyorum üzerine. Sadece o kadar.

“Aşkitom, bu kremanın kıvamı nasıl sence?” Çikolata sosunu karıştırmayı bırakıp Nilperi’ye baktım. Sabahın erken vakitlerinde benim için yatağından kalkmış ve buraya gelmişti. Ne kadar teşekkür etsem azdı. O yüzden pasta yedirmek daha mantıklı bir fikirdi. “Olmuş o,” dedim gülümseyerek. Kabı tezgâhta bırakıp masaya geçti.

“Deli gibi çalışmaya pasta yapmak için ara verdiğine inanamıyorum,” dedi küçük bir kıkırtı eşliğinde. Aman canım! Bununda diline düştük ya, kurtarana aşk olsun. “Ne olmuş? Tatil yapıyorum hem.”

“Yap tatilini bitanem -de adli tatilde bile inek gibi çalıştığını düşünecek olursam eğer şu yaptığın bana biraz garip geliyor.” Sesinde ta ötelerden anlaşılacak keyifli bir tını vardı. “Nesi garip? Hakkım sonuçta bu tatil.” Hı-hmm eşliğinde gülmeye devam etti. “Bu pasta nereden çıktı ki şimdi? Süslü püslü şeyler de almışsın.” Tuzak soru. Ne diyeceğim? “Hiiiç, komşuya.” Bu sefer kendini tutamamış olsa gerek ki büyük bir kahkaha koyuverdi. Sinirle ona doğru döndüm. “Ne gülüyorsun?” Omzunu kaldırıp indirdi. “Aşk nelere kadir değil mi şekerim?” Yüzümü buruşturdum. “Nelere kadirmiş?” Ayağa kalkıp dibime kadar girdi. Saçlarımın ucuyla oynarken konuşmayı sürdürdü. “Öfkeden delirmene rağmen yine de doğum günü olduğu için kıyamayıp pasta yapmaya kadir mesela.” Gözlerimi devirip yanından uzaklaştım.

“Doğum günü olduğunu söylemedim,” dedim somurtarak. “Bu düğün pastasını da komşuluğundan yapıyorsun yani.” Derin bir nefes alıp verdim. “Geçen gün onlar bize getirdi ya canım benim. Kaplarını boş mu gönderelim?” Kıkırdayıp yine yerine oturdu. “İyi sen götürseydin komşuna. Beni neden çağırdın?” Hiçbir şey kaçmıyor bundan da. “Yardım ediyorsun bana.” Alaycı bir gülüş daha koyverdi. “Bu pastayı tek başına yapabileceğini ikimiz de biliyoruz.” Tekrar ona döndüm. “Veteriner olacağına hafiye falan olsaydın ya sen?” huzursuzca kıpırdanıp işime odaklandım. “Tamam ya,” dediğinde sustuğunu düşündüm ama nafile. Susar mı hiç! Koz geçti eline bir kere.

“Ne giyeceksin? Şöyle ateş gibi kırmızı bir elbise giy. Aklını al. Zaten yazık sana olan aşkından pek kalmamış ama,” deyip daha keyifli kahkahalar atmaya başladı. Tabakta duran damla çikolatalardan bir tane alıp yüzüne attım. “Patavatsız!”

“Ne dedim sanki! Doğum gününden sonra minik bir kaçamak yaparsınız belki.” Kırmızı bir yüzle, boğadan hallice döndüm, ne dediğini hiç de bilmeyen arkadaşıma. “Nilperi! Ne saçmalıyorsun Allah aşkına? Yok öyle bir şey.” Utanmaz bir arkadaşa sahip olmak da dönem dönem yüzümün domatese dönmesine sebep oluyordu pek tabi. Nişanlanacağımız dönem aklımın kıyısından bile geçirmediğim şeyleri nasıl böyle rahatlıkla konuşabiliyordu, şaşıyordum doğrusu. “Aman iyi be. İçiniz geçmiş sizin. Şimdi atı alan Üsküdar’ın tepesinden atlıyor. Siz de oturur örgü örersiniz artık.” Ne olsun istiyordu acaba? “Çok konuşmaya başladın yine. Sen konuşurken pastayı bitirdim bile. Gel de süsleyelim.”

“Aman paşamızın süsleri eksik kalmasın.” Kıkırdadım. Ne kadar patavatsız olsa da sevimli bir arkadaş.

“Kırmızı giyecek misin?” diye son çabasını sarf edince koluna çimdik atmaktan kendimi geri alamadım.

🍊 

“Bak, dalgaya alma. Ne giyeceğim?” diye ümitsizce sordum. Ümitsiz olmamın sebebi tabi ki de ne yaparsam yapayım yine de dalgaya alacak olmasıydı. Muzır adımlarla dolabıma yaklaşıp kolunu içeri attığı gibi kırmızı mini elbisemi çıkarıp bayrak gibi sallamaya başladı. “Nilperi!” diye bağırışımı ben biliyorum. Sonra korkuyla aldığı gibi dolaba geri fırlattı. “Hanım hanımcık giyinmeyi seviyorsun. Bak şurada diz üstü krem rengi bir eteğin var. Onun üstüne şu kahverengi bluzu giy. Saçlarını da at kuyruğu yapalım. Perçemlerini de önden çıkarırız. Seninkinin kalan aklı da uçup gider.” Kombin gözümün önünde canlanırken son söylediğiyle yine kaşlarım çatıldı. “Şöyle konuşmasana! Benimki falan değil o.” Başını umursamazca sallayıp söylediği parçaları çıkardı.

Nihayet hazırlandığımda ve işler ciddiye bindiğinde ciddi ciddi ne yaptığımı sorgulamaya başladım. Evet, tam olarak ne yapıyordum? Ne için? Onca yaşanan şeyden sonra neden? Değer miydi? Yazık değil miydi bana? Tüm her şeyi çiğneyip öylece kapısını mı çalacaktım? Ya sonra? Affetmedim ki. Ümitlenmeyecek miydi? Ümitlenecekti. Diğer yandan da yıllardır geçirdiği yalnız doğum günleri geldi aklıma. Ailesinden kimseyle görüşmediğine emindim. Beni zaten o bırakmıştı. Aklı beş karış havada da olsa, Arda yine de iyi bir arkadaştı. Peki ama yetmiş miydi? Onu tanıdığım zaman diliminde de yanında çok kimseyi tutmazdı. Asgari düzeyde yalnız yaşamayı severdi. Fakat özel günlerde gözlerinin minik bir parıltıyla ilgi aradığını hep görmüştüm. Bu yüzden her doğum gününde özenle doğum günü sürprizleri hazırlamıştım. Tabi bu iki doğum gününe eşti. Beni terk etmeseydi yine de öyle sürecekti.

Her neyse.

Sonuca bakalım.

Ben merhametli biriyim. Ona hala delicesine aşık olmamla şu an yaptığımın bir alakası yok. Sadece acıyorum. Ve bu suretle de kendimi olağanüstü bir çabayla kandırmaya çalışıyorum. Hof. Ne zormuş seni sana rağmen sevmek.

“Hişt, yalı kazığı! Çıksak mı artık?” kısa bir an bu arkadaş canlısını çağırdığıma pişman olmadım değil. Umarım orada da kırmızı mırmızı diyerek ortamı ateş hattına çevirmezdi. Eğer öyle bir şey yaparsa hayatımın geri kalanında muhtemelen onun yüzüne bakamazdım.

“Geldim geldim.” Niye geldim?

Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete. Hadi bakalım.

🍊 

Kulakları tırmalayan bir zil sesi sonrası don paça bir Arda’yı karşımda görmek elbette ki beklediğim bir şeydi. Bizi görünce hafif yerinde sarsılmış, şaşkın bakışlarla baştan ayağa süzmüştü. Tam ağzını açmış içeri bağıracakken “Hişt!” diye susturdum. Ağzını geri kapatıp sorar gözlerle yüzümüze bakmaya başladı. Elimdeki pastayı ona doğru uzatıp fısıltıyla konuştum. “Yarın doğum günü de. Gece yarısı kutlayalım dedik.” Tabi ya, dedik. Nilperi, toplasan bir defa görmüştü ama beraber kutlayalım dedik. Fikrin benden çıktığı hiç belli olmuyor gerçekten. Aferin, Leyla. Böyle devam et kızım.

Arda, gülümseyip pastayı aldı. Al birini vur ötekine. “Çok düşüncelisiniz.” Nilperi’yle ikisi bu vurgulu cümleye gülerken ben halimden pek memnun değildim. Ayakkabılarımı çıkarıp omzundan yana doğru itekleyerek içeri geçtim.

Şu sıralar cesaret hapı yutmuş olsam gerek ki tek kapalı kapı olan ve onun odası olduğunu tahmin ettiğim odaya cüretkâr adımlarla ilerleyip kapıyı pat diye açtım.

“Göt herif, giyiniyoru-” Beni görünce ağzına gelen küfürleri ve damarlarında gezen öfkeyi bir hamle de silmişti.

Ey nezaket, nerede kaldın? Ve keşke açmasaydım. Ve keşke nezaket koluma yapışıp dur deseydi. Nilperi’nin dediği gibi bu gece o kırmızı gece olabilir mi? Tüm limanları yakıp, gerçekten de o kırmızı mini elbiseyi giymeli miydim? Yansın dünya diyerek bir parça odun da ben mi atmalıydım? Kısa zaman içerisinde ikinci defadır karşılaştığım bu muazzam görüntüye yine burun mu kıvırmalıydım, yoksa kucak mı açmalıydım? Tüm ihtimalleri göz ardı edecek olursam, ben sapık olabilir miyim? Eğer gerçekten aklı başında bir insan olsam, belinde havluyla odasının ortasında duran bu adama ve hala ne ara yaptığını bilmediğim kaslarına ağzı açık ayran budalası gibi bakmam, değil mi?

“Leyla?” Leyla? Evet, Leyla!

“Babür?” Yüzüne çarpık bir gülüş oturdu hemen.

“Ne işin var burada?” Aman canım, ne üzerime geliyorsun? Gelme üzerime katil diye bağırasım gelmedi değil.

“İadei ziyaret yapalım dedik ama…” Sesim öyle içime kaçmıştı ki, duyduğundan emin değilim. Hem bana da ne oluyorsa! Sanki ilk defa görüyorum. İlk gördüğümde bile bu kadar şuurumu kaybetmemiştim. Şimdi ise aklımı çoktan bir kayığa koyup yolcu etmiştim. Nedeni, öfkemin az da olsa beni terk etmiş olması mıydı?

“İyi yapmışsınız. Ayakta kaldın, gelsene içeri.”

“Çüş!” Pardon da neye çüş tam olarak?

“Çüş mü?” Ama o gülüşü sil lütfen, lütfen… Affedersiniz tam bir pezevenk gülüşü ve hiç hoşlanmadım.

“Çüş, ne sıcak demek istedim aslında.” Tek bir çüşle ne çok şey söyleyebiliyormuşum meğer. Ayrıca bu ne ara ağzımın içine kadar gelebildi? “Bugün de yağmur yağdı oysaki,” derken yüzündeki keyifli ifadeyi bir görseniz. Ya da görmeyin. Üstü pek müsait değil.

“Bana sıcak geldi. Neyse ben içeri geçeyim,” deyip yüzündeki pis sırıtışla onu yalnız bırakıp koşar adım salona geçtim.

🍊 

“Adli tatil ne zaman bitiyor?” Nilperi, salonda yaşanılan gerim gerim gerici sessizlikten rahatsız olmuş olacak ki hepimizi yakından ilgilendiren bir soru attı ortaya.

“Bir Eylül’de,” dedim konuşma ihtiyacı hissederek. Zira buram buram Halil kokusunu başka türlü aklımdan nasıl silerdim, bilemedim. Serseri sitiliyle oldukça göz alıcıydı ve aldığım tüm gardları bu görüntü karşısında indirmiştim. Kurumayan ve alnına dökülen saçları, beyaz tişörtü, eşofman olduğunu anlamak için dikkatli bakmayı gerektiren eşofmanı, yanımda oturuşu ve yıllardır hiç değişmeyen şampuanı. Dümdüz bir adam bakınca. Fakat kalbime göre sahibinin kapıya dayanması. Ritim bozukluğu yaşamam için takım elbiselere bürünüp, artı olarak cepken giymesine gerek yok. Bu haliyle bile beni tarumar edebilirdi.

“Ee, pazartesi o zaman. Tatil yapmak şimdi mi aklına geldi salak arkadaşım? Bugün günlerden Çarşamba. Ne kalmış ki şunun şurasında? Belki bir yerlere giderdik.”

“E gidelim yine. Yakın yerlerde kamp falan yaparız, olmaz mı?” bu hikaye de kendine nasıl yer bulduğuna şaşırdığım Arda ve fikri maalesef ki Nilperi tarafından çoktan onay almıştı. “Harika fikir. Yarın kampa gidiyoruz o zaman. Pazar akşamı döneriz.”

“Keşke bize de sorsaydınız,” diye homurdandım. “E sordum, cevap vermediniz ve ben de evet olarak algıladım.” Manipülatif arkadaş, hiç sevmem. Susup koltuğa iyice gömüldüm. Kutlasak da gitsek havalarına girmiştim çoktan. Ne kampı ya? Ne kampı? Dört gün boyunca ne yapacağım bununla burun buruna? Hof. Gerçekten hof!

“Çay içelim madem. O sırada da planı detaylandırırız.” Hain. Hiç sesi çıkmamasına rağmen ne ara kabul etmişti bu fikri? Söylediği diğer cümle de beynimde yankı yapınca ondan önce ben ayaklandım. Ya Arda, pastayı ulu orta bir yere koyduysa? “Arda’yla Nilperi yapsın. Benim seninle konuşmam gereken bir şey var.” Ne var acaba? Yalan atıyorum bari tutarlı bir yalan atayım değil mi? Damdan düşer gibi yalan mı atılır?

Gözleri merakla parıldarken Nilperi ve Arda sinyali alıp çoktan salonu terk etmişlerdi. “Ne konuşacaksın?” Ama sen bana öyle umutlu gözlerle bakarsan ben sana nasıl kıyarım ki? O bana kıydı ama. Ben de kıyarım, ne var ki?

“Bir dava var da ikinci bir görüşe ihtiyacım var.” Parıldayan gözleri anında söndü ve koltuğa geri oturdu. Ben de yanına çömeldim. Sonra da elimdeki davalardan birini anlatmaya başladım. Düşündüğümün aksine vurdum duymazlık yapmayıp dikkatle dinledi ve yine düşündüğümün aksine davaya farklı bir pencereden bakarak yardımcı bile oldu.

Halimize uzaktan bir göz gibi baktım. İkimizde koltukta yan dönmüş bir vaziyette dizlerimizi kırmış hararetle bir dava üzerine konuşuyorduk. Bu benim hayalimdi. Tabi bu hayalin içinde biz evliydik. Gelinen noktada ise hem düşman hem aşık bir çift olarak kalmıştık. Ne yazık. Yazık ettin bize.

Çok geçmeden çaylar önümüze gelmişti. Saate baktığımda on bir buçuktu. Bu süre zarfında yarın gidilecek olan kampın planları en ince detayına kadar hazırlanmıştı. Sonrası akreple yelkovanın huysuz, yaşlı çifti gibi koşturmasıydı. Zaman geçmek bilmedi. Ama geçti de. On ikiye beş dakika kala su içme bahanesiyle mutfağa geldim. Pastayı dolaba koymayı akıl eden ikiliyi tebrik edip dolaptan çıkardım. Bulduğum bir çakmakla hızla mumları ve maytapları yaktım. Kalbimdeki gümbürtüyle beraber salona doğru ilerlemeye başladığımda, iyi bir ikili olmaya başlayan Arda ve Nilperi alkış tutmaya başladı.

“İyi ki doğdun, Halil Babür.”

“İyi ki doğdun, Halil Babür.”

“İyi ki doğdun, Halil Babür.”

İyi ki doğdun, sevgilim. İyi ki doğdun…

Şaşkın ve dolu olan gözleri gözlerimle birleşti. O kadar ihtimal vermiyordu ki kutlayacağıma. Tüm gece boyunca ümitsizce telefonunun ekranına bakması bundandı. İhanet etmişti aşkımıza ve kendine hak görmüyordu bu küçük doğum gününü.

Pastayla iyice yanına yaklaştığımdan emin olunca sesimin titrememesine özen göstererek konuştum. “İyi ki doğdun.” Ağlıyordu ve pek utanmışa benzemiyordu. Pastayı elimden titreyen elleriyle aldı ve orta sehpanın üzerine koydu. Sonra da soran gözlerle baktı gözlerime. Ağlıyor oluşu yüreğime öyle sivri bir hançer saplamıştı ki. Dayanamadım. Açtım kollarımı. Şefkat bekleyen yanı hemen ilişti bağrıma. Boynundan yükselen kokuyu derince çektim içime. Kulağıma doğru sessizce fısıldadı.

Önce, “Özür dilerim.”

Sonra, “Seni çok seviyorum.”

🍊 

Pastasının son parçasına da çatalını daldırıp löp diye yuttu. Keyifliydi. İtiraf ediyorum, o keyifli olduğu için ben daha çok keyifliydim.

“Tekrar teşekkür ederim,” dedi ağzı dolu doluyken. Şu haliyle tam bir şebek gibiydi. Tüm her şeyi unutup yanaklarını sulu sulu öpmek istedim. Ama. Aması vardı. Aramızda koskocaman bir ama vardı.

“Lan ağzın doluyken konuşma. Bu güzel hanımlar senin mideni görmek zorunda mı? Hadi beni alıştım say,” deyip iğrenir bir ifadeyle Halil’e baktı, Arda. İyi bir müttefik olabilirdi. Halil’e bu kadar çemkirmesi bir hayli hoşuma gidiyordu çünkü.

Ana kendimi kaptırmışken telefonuma bir bildirim düştü. Saati göz önünde bulundurunca mesaj kimden diye merakla aldım telefonumu.

Egemen… Reels videosu göndermişti. Merakla girip mesajına tıkladım. Komik bir kedi videosuydu. Mandalina’yı gördükten sonra kedileri sevdiğime kanaat getirmiş olsa gerek.

Video kedilerin komik hallerini içeriyordu ve kahkahalarla gülmekten kendimi alamadım. Bu halim göz doldurmuş olsa gerek ki meraklı üç çift göz üzerimdeydi artık.

“Egemen,” dedim gülmelerimin arasında. “Video göndermişte.” Bunun adı bardağı taşıran son damla mıydı?

“Egemen mi?” diye dişlerinin arasından tıslayıp sessiz ortama bomba gibi düştü. Sessiz ama ürkütücü.

“Hmm,” dedim. Kıskanması oldukça hoşuma gitse de bakışları korkutuyordu artık. “Ne hakla gecenin köründe mesaj atabiliyor?” fırtınadan önceki sessiz konuşma mı desek? “Komik bulmuş atmak istemiş.” Bir avukat için çok acemice bir savunma. “Ne demek komik bulmuş, atmış Leyla! Şimdi gidip gelmişini geçmişini elden geçireceğim! Koyduğumun pezevengi!” İlk defa ağzından adam akıllı çıkan küfürler duyuyordum ve bu istemesem de kabuğuma çekilmeme zorluyordu. “Ne bileyim ben!” gayet haklıyım. Ne bileyim ben! “Bileceksin. Atamaz sana gecenin bir yarısı komik videolar. Günün herhangi bir vakti de atamaz. Hiç atamaz. Yedi ceddine küfrettirme bana.” Şöyle bir irkilip kendime geldim. Niye susuyorsam! “Sana ne be!” gayet tabi, ona ne? İki güldük diye kendini hak sahibi mi sandı?

“Ne demek bana ne? Katil mi edeceksin beni, Leyla?” Koltukta yan dönmüş, alnında belirginleşen damarla oldukça çekici durduğunu bir kenara bırakacak olursam -pek de bırakılacak gibi değil ama- ben de sinirleniyordum. “Boş boş konuşma,” deyip saçımı savurdum.

“Nerede lan benim telefonum!” Fırlayıp gitti yanımdan. “Göstereceğim ben ona, gecenin bir vakti mesaj atmak neymiş! Gavat.” Onun peşinden ben de fırladım. Odasında deli divane telefonunu arıyordu. Ne derece sinirlendiyse telefonunun salonda olduğunu bile unutmuştu.

“Abartmıyor musun?” Bir aralık durup kızgın gözlerle yüzüme baktı. “Abartmak mı? O pezevengin belasını siktirtme bana, Leyla! Abartıyormuşum! Oh, ne ala! Gecenin bir vakti abaza gibi mesaj atsın, sevdiğim kadına sonra da Halil sinirlenince abartı olsun. O gavat olabilir ama ben değilim. Mesaj falan atamaz efendim!” ettiği küfürlere karşı dilimi yutmak üzereydim. Ne ara edep bulvarlarını terk etmişti, bilmiyorum. Benim tanıdığım Halil, kolay kolay kimseye hakaret bile etmezdi.

O orada, sinirle telefon ararken ve ben ona aval aval bakarken, hain bir pusuya düştük. Önce içinde bulunduğumuz odanın kapısı çekildi, sonra da tıkırtılar eşliğinde kilitlendi. Eş zamanlı olarak da kapının arkasında bir bağırış yükseldi. “Bıktım sizin ergen kavgalarınızdan. Ne derdiniz varsa insan gibi oturun, konuşun.”

Kapıya koşturup, fuzuli bir çabayla kolunu indirip açmaya çalıştım. “Çocukluk yapıyorsun, Arda! Nilperi, açar mısın kapıyı?” Ümitsiz vakaydılar. “Katılıyorum, aşkitom. Ne derdiniz varsa çözün, öyle çıkın.” Sonrasında da ne dediysem cevap vermediler. Yenilgiyle tekrar ona doğru döndüm. Az da olsa sakinleşmişti. Yatağının ucuna oturmuş derin nefesler eşliğinde halının fotokopisini çekiyordu. Bıkkın adımlarla yanına kadar yürüyüp, kendimi bırakmak suretiyle yanına oturdum.

“Ne yapacağız?” Omuz silkip keyiften uzak kıkırdadı. “Ben halimden memnunum.” Oh, paşam! “Ben değilim.” Yine omuz silkti. “Bana ne?” Sinirle homurdandım. “Tam bir öküzsün.” Başıyla onayladı. “Bence de.” Bu haline gülmeden edemedim.

“Çok mu sinirlendin?” Yandan yüzüne baktım. Uzansam dokunabileceğim bir mesafedeydim. Nasıl da özlemişim bu kadar yakından yüzünü santim santim ezberlemeyi… “Belli olmuyor mu?” aynı yandan bakışla o da benim yüzüme baktı. Yüzlerimiz arasındaki mesafe rahatsız edecek kadar azdı. “Hiç belli olmuyor,” dedim belli belirsiz bir gülümsemeyle.

“Leyla,” dedi. Az önce çakmak çakmak yanan gözleri kısa bir an dudaklarımda oyalansa da tekrar gözlerime baktı. “Affetmeyecek misin beni?” Gülümserken dudağımı büktüm. “Bilmem. Belki affederim.” Yüzüne sıcak bir gülümseme otururken fısıltıyla konuştu. “Film izleyelim mi, eski günlerdeki gibi?” Gülümserken başımı onaylar bir biçimde salladım.

Yavaş hareketlerle yanımdan kalkıp dizüstü bilgisayarını kaptığı gibi yatağına kuruldu. Boş yanına vurup işaret etti. “Böyle daha rahat ederiz.” El mecbur, iliştim yanına. Güzel bir romantik komedi filmi açtı.

“Aşk ve savaş hep yan yana yazılır biliyor musun?” diye filmin ortasında birden konuştu. “Neden?” diye sordum gayri ihtiyari.

Başımın üzerinde dudaklarını hissederken kalbim pek yerinde değildi artık. İtmeye gücüm yetmedi. Bekledim sadece. “Aşk en büyük savaştır çünkü. Ve Leyla, sen gördüğüm en güzel savaşsın, benim de mağlup olmaya niyetim yok.”

🍊

“Ev bu mu?” Çelimsiz olan, büyüğüne karşı hızla başını salladı. “Bu abi. Avukat bir arkadaşıyla yaşıyor.”

Arabanın içinde rahatlıkla iyice gerindi. Kirli sakallarını karıştırıp ürkütücü olduğunu düşündüğü bir tonlamayla konuşmaya başladı. “Kaybettiğimiz paranın acısı büyük çıkacak. Avukat bey herkesi müvekkil kabul etmeyeceğini öğrenmiş olur böylece. Belki de öğrendiğinin farkına varamayacak kadar ölü olur, ha Kulaksız?” Arabanın içi çirkin kahkahalarla doluşurken Leyla ve Halil çifti için tek ayırıcı engel artık Halil’in terk edişi değildi. Soğuk bir intikam dolaşıyordu artık, Ankara sokaklarında.

 

-

 

Loading...
0%