Yeni Üyelik
28.
Bölüm

28. Ii. Kitap 🍊 Kamp Günlükleri 1

@amatoriceyazar

 

Bölüm Müziği: Furkan Halıcı-Geri Ver

Bölüm 10:

“Kamp Günlükleri 1"

🍊 

Halil Babür’ün Anlatımıyla…

 

“Nereye gidiyorsunuz?” Senden oldukça uzağa.

“Sana ne?” Meymenetsiz suratı iyice asıldı. “Söylesen bir tarafın mı eksilir?” Yan bir sırıtışla yüzüne bakıp cevap verdim. “Evet.” Sıkıntıyla iç çekti. “Leyla’yla aranızda ne var?” Allah’ın paraziti. “Evleneceğiz yakında.” Yüzü kırmızıya doğru ağır bir tonlamayla geçiş yaptı. “Evlenmez, Leyla!” Gülüp yüzüne baktım. “Neden, ömür boyu evlenmeyeceğim diye sözleşme mi imzaladı?” Ayağıyla ritim tutmaya başladı.

Dakikalardır Leyla’yı beklediğim yetmiyormuş gibi bir de bu solucanla muhatap oluyordum. “Leyla, seninle evlenmez.” Sinirle soluyup Leyla’nın evinin pencerelerine bakmaya başladım. “Öyle bir evlenir ki aklın şaşar.” Bunu evire çevire niye dövmüyorsam! Leyla’ya söz vermemiş olsaydım dün gecenin siniriyle muhakkak ikiye katlardım. “Hem sen ne biçim doktorsun? Paraları çuvallarda mı saklıyorsun? Bu apartman senin için biraz alt tabaka değil mi?” Bu kez ters ters bakan oydu. “Ne alakası var? Doktorlar bu tarz apartmanlarda yaşayamaz mı?” Burun kıvırdım. “Yaşayabilirler. Ama sen yaşayamazsın. Git başka apartmanda yaşa.” Derin bir nefes alıp kollarını önünde bağladı. “Ben burada mutluyum.” “Ben değilim.” “O da senin sorunun.” “Sorun sensin mal herif.” “Hakaret etmeyelim lütfen.” Şeytan diyor vur ağzının ortasına.

Sabrım demlenirken artık nihayet apartmanın kapısı açıldı ve Leyla, sırt çantasıyla indi. İkimize bakınca tedirgin olsa da uslu uslu durduğumu görünce rahatlayıp bize doğru gelmeye başladı.

“Selam, çocuklar.”

“Selam.”

“Sen selam deme. Meymenetsiz.”

“Yine ne oluyor Allah aşkına?” Tam ben konuşacakken fırsatların karunu şahıs hemen atladı lafa. “Laflıyorduk öyle ya. Kampa gidiyormuşsunuz, Halil söyledi.” Leyla, başını salladı. “Evet, adli tatil bitmeden tatil yapalım dedik.” Yüzü düşse de gülümsemeye çalıştı. “İş olmasaydı ben de gelirdim belki.” Sekiz beş mesaisine şükürler olsun. “Hafta sonu gel istersen. Beynam Ormanlarına gidiyoruz.” Leyla, ne yapıyorsun, Leyla! “Niye geliyor? Biz bize takılacağız. Yabancılık çeker o şimdi.”

Egemen’in yüzünde zafer sırıtışı, Leyla’nın yüzünde masumiyet dalgaları, benim yüzümde kıskançlığın elli tonu. Yeter. Canıma yetti. Yeter. “Yok. Ben çok çabuk uyum sağlarım. Cuma günü mesai çıkışı sizi bulurum ben.” İnşallah kaybolursun.

“Biz gidelim artık. Belki Beynam Ormanlarına da gitmeyiz. Sen bizden haber bekleme,” deyip, dakikalardır Nilperi’nin arabasında bizi bekleyen Nilperi ve Arda’ya doğru Leyla’yı çekiştirmeye başladım. “Görüşürüz, Egemen. Ben sana konumu mesaj atarım.” Telefonun bozulur inşallah.

Leyla, çekiştirmelerim arasında arkasını dönüp Egemen’e doğru bağırdı. "Egemeen, Mandalina’yı size bıraktım. Mama çok yemiyor, yemeklerinizden verirsiniz." Verir verir. Yaranacak ya!

🍊 

Çekişmeli de olsa yolculuğumuz başlamıştı ve neredeyse on beş dakika kadar da bir zaman geçmişti. Arda, şoför koltuğundaydı. Nilperi, yolcu koltuğunda, didişmeden duramayan biz de yan yana arka taraftaydık. Arda’nın zevkten köşe bucak kaçan şarkılarını dinlerken yolculuğun pek de keyifli geçtiğini söyleyemezdim.

“Çadırları aldınız mı?” Nilperi, bir Arda’ya bir bana baktı. “Aldık aldık. Bagaja attım ben onları.” Nilperi, Arda’ya kafa sallayıp tekrar müziği değiştirme girişiminde bulundu ama ne bulunmak. Birini değişse de öteki ondan farksız değildi. Hayatımda gördüğüm en korkunç çalma listesi bu olabilirdi. “Arda,” dedi, Nilperi kızıl saçlarını karıştırırken. “Acaba telefonu mu bağlasak? Bu çalma listesinde pek şarkı yok gibi.” Arda, güneş gözlüklerini saçlarına çıkarıp, meşhur çapkın gülüşünü Nilperi’ye sundu. “Hayatım, bin tane şarkı var orada. Nasıl şarkı yok?” Nilperi’nin kaşları çatılırken ben ve Leyla, Arda’nın bu hallerine gülmeden edemedik. Benimle gülmüş olmak Leyla’nın pek hoşuna gitmemiş olsa gerek ki, somurtup kapıya daha çok yapıştı. Sanki dün gece koyun koyuna film izlememişiz gibi şimdi uzak durmaya çalışması pek garipti.

“Çarpık ağızlı seni. Telefonu bağlıyorum. Çünkü bok gibi şarkıların var.” Zurnanın zırt dediği yer. Kolunu kes, Arda’ya şarkıların kötü deme. “Benim mi şarkılarım kötü? Benim? Ben gelmiyorum abi. Al, durduruyorum da arabayı. Şarkılarım kötü benim. Ne işim var kamplarda. Maazallah şarkı falan açarım arkadaşlarımın keyfi bozulmasın,” deyip gerçekten de arabayı durdurdu. Nilperi ve Leyla şaşkın şaşkın Arda’ya bakıyorlardı ama ben arkadaşımın niyetinin ne olduğunu gayet iyi biliyordum. Kamp boyunca kendi şarkılarını çaldırmak için ayaklarını yere vura vura ağlardı bile. O derece ince bir konu.

Allem ettiler kallem ettiler yine de Arda’yı ikna edemediler. Sonuç itibariyle radyo da Celal Öz’ün Sana Çok Bağlıyam şarkısı çalıyordu. Nereden biliyorsun diye sormayın. Bana olan aşkının depreştiği zamanlarda bu şarkıyı kulağımın dibinde çalar hep. Öyle ki ezberlemiştim artık. Bir kısmında şu sözler geçiyordu ve Arda’da sırf bu sözler için bana dünyada azap çektiriyordu.

Sana çok bağlıyam, ey canım dostum

Gündüzü bal bahçem

Gece ol yastığım

Kış güneşim ol, gelsin deprasyonum

Söz bitti gerçekten. Söz bitti. (Yazardan kısa bir geçiş. N’olur şarkıyı dinleyin jfksfka)

🍊 

Yolculuğun kalan kısmı Leyla’ya yakınlaşmalarım ve beni itmeleriyle sonuçlandı diyebilirim.

At kuyruğu yaptığı saçlarına odaklanmıştım. “At kuyruğu yapınca başın ağrıyor, istersen biraz gevşet,” diye onu düşünerek konuşmuştum ki, almayı beklediğim cevap, kesinlikle “Senin kadar ağrıtmıyor.” Değildi. “Ne dedim ki şimdi,” diye saf tecrübeyle sordum. Gerçekten saf bir tecrübe. Çünkü Leyla’nın bu yüzüyle daha önce çok nadir muhatap olmuştum ve bu anlarda ne yapacağımı pek bilemiyordum. “Beni düşünüyormuş gibi yapman baş ağrıyor mesela.” Tamam, o terk ediş sonrası kolay affedilebileceğimi ben de düşünmüyordum. Fakat şu son zamanlarda yaptığı gelgitler sonucunda artık afallıyordum. Bir an gülerken bir an kızınca neye uğradığımı şaşırıyordum ve sonuç itibariyle de benim de davranışlarım dengesizleşiyordu.

“Seni düşündüğüm için bunları söylüyorum, Leyla!” Sesimin sert çıkmaması gerekirdi ama kısa bir an öfkeme mani olamadım. “Düşünme o zaman. Sana beni düşün diyen mi oldu?” Sözlerini bitirip camı açtı. Başını da o tarafa çevirip kısaca -seninle muhatap olmak istemiyorum- dedi. “İyi, düşünmem bundan sonra,” deyip ben de camımı açtım. Arda, önden bağırdı. “Bölmüş gibi olmak istemem ama camlarınızı kapatsanız? Araba paraşüt etkisi görüyor, fazla benzin yakıyoruz. Piyasa malum.” Her şeyi de bil.

“Birilerinin yüzünden arabanın havası çekilmez bir hal alıyor, Arda. Ne yapayım yani?” Fesuphanallah. “Gelmeseydin o zaman.” Sinirle yüzüme baktı. “Dış kapının dış mandalı. Ankara’ya hiç gelmemiş olsaydın o zaman bu durumlar hiç yaşanmazdı.” Ellerimi teslim olurcasına kaldırdım. “Tamam, Leyla. Ben artık hiçbir şey demiyorum. Sen haklısın.”

“Haklıyım zaten.” Keşke olmasan.

🍊 

“Aşkitoom, hadi gel biz foto çekilelim. Erkolar çadırları kursunlar.” Erkolar? Leyla’nın arkadaş seçimleri beni bazen fazlasıyla şaşırtıyordu. Mesajlaşırken bile noktaya, virgüle, yazım hatalarına o kadar dikkat kesilirdi ki, konuşmanın ortasında bunu söylerdi de. Keza sözlü konuşmada da bu böyleydi. Diksiyonu güzeldi ve konuştuğu insanın da öyle olmasını isterdi. Bundan mütevellit beni düzelttiği çok olmuştur. Fakat Nilperi’ye karşı özel bir sabır geliştirmiş gibi gözüküyordu. Garip kelimelerine bir tepki vermiyor, güzellikle karşılıyordu.

“Yardım etseydik,” diye yine iyi niyetini konuştursa da Nilperi, kolundan çektiği gibi gölün yanına sürüklemeye başladı bile. Arda, bu esna da derin bir of çekti. “İnternetten falan mı baksak, birader? Ben bunların nasıl kurulduğunu hiç bilmiyorum,” derken çadırlara umutsuz bakışlar atıyordu. “Ben biliyorum,” dedim bilgiç bir ifadeyle. “Lisedeyken kampa katılmıştım.” Parıldayan gözlerle yüzüme baktı. “O zaman ellerinden öper kardeşim. Ben de bir iki tane story atmalık foto çekileyim,” deyip daha iki kelam etmeme müsaade etmeden sıvıştı yanımdan. İş başa düştü, yapacağız mecburen.

Ter döke döker ilk çadırın son kazığını da çakmıştım ki üzerime bir gölge düştü. Başımı kaldırıp kimin geldiğine bakmama gerek yoktu. Kokusundan, gelişinden tanırdım ben onu. Leyla’mdı bu.

Arabadaki küçük sürtüşmeden sonra biraz surat assa da bu çok sürmemişti. Ateşkes ilan etmek istiyor olsa ki şimdi de yanıma gelmişti. “Kolay gelsin.” Sen diyorsan tabi gelsin. “Teşekkür ederim.” Bir dizini kırıp yanıma çömeldi. Asker yeşili pantolonuna baktım. “Pantolonun kirlenecek.” Omuz silkti. “Bir şey olmaz.” Gülümsedim. “Öyle diyorsan…”

Dikkatle kazığı çakışımı izlerken, “Yardım edeyim mi?” diye sordu. Esasen çok ihtiyacım yoktu fakat yardım edecek olan kişi oysa elbette hayır denemezdi. “Olur valla. Bu bitti, ikinci çadırı beraber kuralım.” Başını sallayıp hevesle doğruldu.

İkinci çadırı da ilk çadırın üç adım kadar yanına kuracaktık. Daha çok ben kurucu, Leyla elci konumundaydı. Ya da söylediklerimi yapıyordu. “Neredeyse bitti. Kazıkları da çaktık mı, tamamdır,” deyip doğruldum.

“Ben kazıkları getireyim,” deyip dört kazığı kaptığı gibi yanıma geldi. Sırasıyla kazıkları da çaktık. Gururla eserlerimize bakarken tüm gardımı alt üst eden bir şey yaptı.

Yaklaştı.

Yaklaştı.

Yaklaştı ve tam karşımda durdu. Ayak uçlarında yükseldi. Kokusu, gözleri, dudakları, kısacası her noktası kendine has bir baştan çıkarıcılığa sahipken ne yaptığını çözemeyecek kadar şuursuzdum. “Leyla,” dedim ama sesimin çıktığı bayağı tartışılırdı. Gözleri gözlerimdeyken biraz daha yükseldi ve elini saçlarıma doğru kaldırdı. Çok geçmeden de tekrar ayaküstü durup elindeki yaprağı salladı. “Saçına yaprak düşmüş.” İnsan, yaprağa düşman olur mu, demeyin. An itibariyle şu çelimsiz yaprağa bir hayli düşmanım. Küçücük bir yaprak, türlü çeşit hayaller kurdurmuştu bana. Kurdurması yetmiyormuş gibi bir de üzerine güzelce yıkmıştı. Halil, ne yapsın? Ne yapsın, Halil?

“Hiç de fark etmedim,” derken yüzümde eğreti duran bir gülüş vardı. Nasıl fark edeceksem zaten. Tüy kadar yaprak ama etkisi maşallah dinamit etkisi.

“E, ne yapacağız şimdi?” Bilmem, karalar bağlayıp oturabiliriz mesela. “Tavukları hazırlayın siz. Biz de mangalı yakalım.” Başka ne yapacağız zaten? Hayaller iki bal dudak, gerçekler tavuk budu.

“Oldu. Ben Nilperi’yi çağırayım. Umarım Arda’yı göle atmamıştır.” Kısa kahkahalar eşliğinde yanımdan ayrıldı. Umarım atmamıştır. O kızıl kafaya yem edecek arkadaşım yok çünkü.

Mangalı yakmak için çalı çırpı toplarken aranan üçlü de çok geçmeden gelmişti. Leyla ve Nilperi tavuğu hazırlarken, Arda yeni gelin gibi başımda dikilmiş, ben de mangalı yakmıştım. Leziz kokular eşliğinde mangalımızı pişirdik. Kızlar da sofrayı kurdular. Arda, yine yeni gelin gibi ortalarda gezip story attı. Yedik, içtik. Yediklerimizi topladık, yıkadık. Evet, kamp faslı bu kadardı. Bundan sonra ne yapacağız?

Tamam, çekirdek çitlerken çay içmekte oldukça eğlenceli bir aktivite ama kalan günlerimiz de böyle gün teyzeleri gibi geçerse orada ayvayı yedik işte. Bari Leyla’yla yalnız kalabilsem.

“Aklıma şey geldi,” diye ortama balıklama daldı, Arda. Bağdaş kurduğu ayaklarını uzatıp sırtını da ağaca yasladı. “Nilperi, sen veteriner değil misin? Hafta içi nasıl kampa gelebildin?” Nilperi, Arda’ya bildiğiniz salak görmüş gibi baktı. Ama Arda, zaten salaktı. “Klinik benim.” Arda, uzaylılar dünyayı istila etti, gibi oldukça fantastik ve dudak uçuklatan bir cümle duymuş gibi aşırı tepki verip ağzını açıkta bıraktı. “Aaa, bu devirde hem de! Nasıl açabildin?” Nilperi, göz devirip tekrar cevap verdi. “Babam zengin.” Arda, yine enteresan şeyler duymuş gibi aşırı tepkilerine devam etti. “Allah Allah! İyi işmiş valla.” Arda, havaya attığı çerezi ustalıkla ağzıyla tutmuştu. Nilperi, yüzündeki garip bir sırıtışla tekrar konuştu ve keşke konuşmasaydı. “Seni evlatlık alabiliriz. Şirketin avukatlığını yaparsın,” deyip hiç olmayacak yerde de kahkaha attı. Arda, donuktu. Ben, donuktum. Nilperi, keşke sussaydı.

Arda, ayaklarını toplayıp, kırgın gözlerini yerden kaldırmadan kalktığı gibi yanımızdan ayrıldı. Nilperi ve Leyla şaşkın şaşkın arkalarından bakakalırken bir açıklama yapmam gerektiğini hissettim. “Arda, yetiştirme yurdunda büyümüş. Bu konularda biraz hassas.” Nilperi’nin yüzü pişmanlıkla asılmıştı. Hareketlenmiş, Arda’nın peşinden gidecekken beni eliyle durdurup kendi peşinden gitti. Leyla’yla yalnız kaldık fakat aklım yine de Arda’daydı.

“Neşeli bir adam. Demek ki acısını gizliyor. Böyle değil midir zaten? Hangi duyguya hakimsek zıddıyla kamufle etmeye çalışırız. Üzgünsek mutlu gibi davranırız, sinirliyken sakin biri gibi…” Derin bir nefes alıp çayından yudumladı. “Aşıkken de değilmiş gibi mi davranırız, Leyla?” diye sordum bir cesaret. Az önce Arda’nın yaslandığı yere geçip aynı şekilde yaslandı. Şimdi karşı karşıya oturuyorduk. “Aşk, kamufle edilemez, Babür.” O zaman, ne anlamalıyım? Hala aşık mısın, değil misin? “Sen edebiliyor musun?” Avcundaki çerezlerin leblebilerini seçerken bir cevap vermedi. Konuşmak istemediğini düşünüp, üstelemedim.

“Gölün orada bank gördüm. Güneş batmak üzere, oturalım mı?” Başımı salladım. Güneş… Güneş, keşke hiç batmasaydı.

Kalkıp, beraber göle doğru yürümeye başladık. Adımlarımız sakindi. Onunla bu dinginlikte yan yana yürümeyi ne de çok özlemişim.

“Hanife teyze, bazen seni soruyor,” diye yüreğimin yangını olan bir diğer konuyu açtı. Annemi bayramlar dışında pek arayamazdım. Babamsa, arasam da açmazdı. “Kırgın değil mi?” Görmesem de başını belli belirsiz salladığını hissettim. “En az benim kadar.” Bir şey diyemedim. Ne denir ki? “Bazen Erzurum’a gidip, görmek istiyorum. Fakat cesaret edemiyorum.” Ellerini arka ceplerine yerleştirip o şekilde yürümeye devam etti. “İnsan, bazen yaptıklarının sonuçlarını görmekten korkar, Babür. Fakat onlar senin ailen. Onlara daha fazla bu gurbeti yaşatmaya hakkın yok.” Her gece, nutuk gibi kendime okuduğum sözleri şimdi ondan duymak sarsıcı olmuştu. Doğru. Gidince bulacaklarımdan korkuyordum. Saçında ak olmayan annemi aklarla görmek, yüzünden şefkat akan babamı kızgın bulmak, korkularımdan sadece birkaçıydı. “Verecekleri tepkiler ölesiye korkutuyor. Fakat bir gün yüzleşeceğimi biliyorum.” “Umarım, geç olmaz.” Dedi fısıltıyla. Ölüm gerçeği hep yüreğimizde, Güneş’ten bu yana.

Göle geldiğimizde bizim haricimizde de hatırı sayılır bir kalabalık vardı. Günü birlik pikniğe gelenler, bizim gibi kamp yapmaya gelenler, çiftler, evliler ve biz. Leyla’nın bahsettiği bank bir çift tarafından ele geçirilmişti. Banka doğru bir iç geçirip yamaçtaki çimleri gösterdi. “Buraya mı otursak?” Başımı sallayıp dediği yere ilerledim. Oturduk.

Yeşile boyanmış göl, yemyeşil ağaç toplulukları, masmavi gök, kızıl ateş topu ve o. Masalları süsleyecek bir betimlemenin içinde onunla yan yana bulunmak tarifsiz bir mutluluk veriyordu. Tüm bunların içerisinde onunla birer yabancı olmakta can yakıyordu. Yine de her şeye rağmen, iyi ki diyorum. İyi ki, en azından yanında oturabiliyorum.

“Arda, Nilperi’den hoşlanıyor,” dedim alakasız bir yerde. Kıkırdaması kulaklarıma ilişti. “Farkındayım. Nilperi’de boş değil bana kalırsa. Can sıkan bir çift olacaklar,” dedi gülmesi hala devam ederken. “Aşk, dinginleştirir.” Yüzüme baktı. Güneş’in son parıltıları onun yüzünü süslemek için var sanki. Gözlerinin kahveleri artık daha belirgin. Kaşının biraz üstündeki küçük yara izi artık daha sevimli. Kirpiklerinin gölgesi salıncak kurma isteği uyandıracak kadar davetkar. Yüzünün gölgeleri sayısız öpücük konduracak kadar baştan çıkarıcı. Ve Leyla, güneşle çok daha güzel. “Çok güzel olduğunu daha önce söyledim mi?” diye fısıldadım. Nefesim yüzüne çarpmış, alnındaki ince saçları aheste aheste sağa sola savurmuştu. Dudakları incelikle kıvrıldı. “Birçok defa,” diye fısıldadı aynı benim gibi. Nefesi yüzümü yalayıp geçti. “Olsun, yine söyleyeyim. Çok güzelsin, Leyla.” Gülümsemeye devam etti. Yanaklarına kırmızılık çökerken başını tekrar gölden tarafa çevirmişti. Ben ise başımı çeviremeyecek kadar büyülenmiş hissediyordum.

“Bak, şurada bir balık atladı,” diye hevesle konuştu. Gözleri parıldıyordu. İnsan, balık gördüğü için bu kadar sevinir mi? Leyla, seviniyordu. Gösterdiği yere baktım. Bir balık keyifle suyun yüzüne doğru atlıyor, sonra yine suya düşüyordu. “Suyun tadını çıkarıyor.” Yüzünde dinmeyen gülümsemeyle izlemeye devam etti.

Ankara’ya geldiğimden bu yana huzurun kollarına bu derece teslim olduğum bir zaman olmamıştı. Kızmadan, küsmeden yanımda oturuyor ve benimle bir şeyler paylaşıyordu. Leyla, ne kadar kızarsa kızsın hep koca yürekli bir insan oldu. Şefkat, onun topraklarının yegâne hükümdarıydı. O, birilerini, bir şeyleri sevince canı gibi severdi. Korur, kollar, başına bir iş gelince kendi başına gelmiş gibi üzülürdü. Kaybedince ne yapacağını bilemezdi. Beni kaybedince de ne yapacağını bilemedi mi acaba? Kalbim şiddetle çarptı. Leyla, bensiz ne yapmıştı?

“Sen, bensiz ne yaptın, Leyla?” diye fısıldadım. Gülüşü asılı kaldı yüzünde. Gözlerinin ışığı söndü. Savruldu yapraklar, Leyla’nın kalbi de yaprak gibi savruldu. Cevabımı almıştım. Leyla, ben yokken yaşamanın yollarını aramıştı. İhanet kırmıştı dizlerini. Kalkmanın yollarını aramıştı. Gidişim yıkmıştı bedenini. Toparlanmanın yollarını aramıştı. Ben, bitirmiştim Leyla’yı. O, yeniden var olmanın yollarını aramıştı.

“Arda’yı merak ettim. Dönsek iyi olur,” dedi cevap vermek yerine. Kalkıp, beklemeden de yürümeye başladı. Peşinden gittim.

🍊 

“Hava serinledi sanki biraz. Üzerinize bir şey alın isterseniz.” Leyla’ya ve tülden biraz kalın olan krem rengi tişörtüne baktım. Üşüyor gibi durmuyordu ama peki ya üşüme ihtimali?

“Anca ferahladık, Halil. Elleşme bize.” Nilperi ve garip kelimeleri hakkında konuşmuştuk değil mi?

“Şişe çevirme mi oynasak?” grubun çocuğu ne zaman konuşacak diyordum ki, yetişti paşa. “Oluuur.” Olmasa, olmaz değil mi, Nilperi? En son lise de mi oynamıştım? Galiba, evet.

Neresinden çıkardığını çözemediğim şişeyi elinde sallayıp, ortada yanan ateşin sağ yanında bizim de görebileceğimiz şekilde çevirdi. "Kapağı soru, altı cevap olsun. Nilperi, Leyla, siz de durdu." Leyla, pek istekli gözükmese de yine de Arda'nın hevesi kırılmasın diye oyunu oynamaya başladı. "Doğruluk mu cesaret mi?" Nilperi, biraz düşünür gibi yapıp "Doğruluk," dedi. Leyla'da çok beklemeden sorusunu sordu. "Hayatta en kıymet verdiğin şey, ne veya kim?" Nilperi, tekrar düşündü ve çok sürmeden cevap verdi. "Hayvanlara çok kıymet veriyorum. Canlarım onlar benim." Bu cevabı herkes az çok tahmin ediyordu. Arda, şişeyi tekrar çevirdi.

"Benle, sen biraderim." Umarım başıma iş açmaz. "Soru ben de cevap sende." Başımı salladım. "Doğruluk mu cesaret mi?" Ne dersem diyeyim iki ucu boklu değnek. "Doğruluk olsun, hadi." Yüzüne muzır bir gülümseme yerleştirdi. "Sanem, hala arıyor mu?" Senin ben yapacağın işi ******* Arda. Göğsüme bir öksürük oturdu. Gözlerim Leyla'da, pür dikkat yüzüme bakıyor. "Ne alaka lan?" dedim öksürüklerimin arasında. "Oyun oynuyoruz. Nasıl ne alaka?" Senin ipinle kuyuya inenin, ben ta. "Aramıyor, niye arasın!" Gülüp başını salladı. "Bir ara her gece arıyordu ya, o yüzden." Dingil. "Çevir hadi, çevir." Leyla'nın gözlerinin hala üzerimde olduğunu hissediyordum. Bakmamaya çalıştım. Umarım aklına yanlış şeyler gelmezdi.

Şişe tekrar durduğunda muhatabı Leyla ve bendim. O, soracaktı ben, cevaplayacaktım. "D mi C mi?" Yüzüne baktım. Yüzüme baktı. Bir şey arıyordu ama sakindi. "D," dedim. "Sanem kim?" İtiraf etmem gerekiyor ki bu soruyu beklediğim kadar da beklemiyordum. Ortada dönen yanlış anlaşılmayı kaldırmak adına hemen cevap verdim. "Müvekkilim." Arda, araya girdi. "Seni eve atan müvekkil." Çenenin yayları kopsun, Arsa. "Tamamen yanlış anlaşılma," diye kendimi açıkladım. Gözlerinden kısa bir an koca bir hayal kırıklığının geçtiğini gördüm ve Arda’ya defalarca küfrettim. "Sanem kim?" diye sakinlikle tekrar sordu. "Müvekkilim," dedim yine. Çünkü müvekkilimdi. "Suyuna ilaç katıp evde bayılttı karı seni. Hala müvekkilim diyor." Sinirle Arda’ya baktım. "Sussana sen bir!" Elini fermuar yapıp ağzına çekti. "Gerçekten bir şey olmadı. Takıntılı biriydi. Kocasından boşanmak için bana geldi. Boşandı da. Ama sonra yakamdan düşmedi. İlaç kattı suyuma, evet ama bilincimi kaybetmedim. Sonra da Arda’yı aradım zaten. Pezevenklik yapma Arda! Ortalığı ateşe veriyorsun." Leyla, hala sakin şekilde beni dinliyordu. Söylediklerimden sonra bakışları biraz yumuşasa da, gözlerinin ardındaki soru işaretlerini yine de görebiliyordum.

Gerginlik az da olsa dinince Arda, şişeyi tekrar çevirdi. Bu kez de Arda ve Leyla arasında durmuştu. Soru kısmı Arda’daydı, cevap kısmı Leyla’daydı. "Halil'e hala aşık mısın?" E yuh be kardeşim! "Ardacığım, henüz doğruluk mu cesaret mi diye sormadın bile." Ve an itibariyle de soruyu bir güzel elden kaçırdı. "Tüh. D mi C mi?" Leyla, galip bir gülümseme eşliğinde "Cesaretlik," dedi. Fakat galibiyet sevinci için fazla erken çünkü karşısında ki kişi Arda ve Arda, asla pes etmez. "Halil'e, bilmediği bir şey itiraf et." Aklına ne geldiyse gözlerinin parıltısı söndü. Göz bebeklerinde parlayan yanan ateş, hüznü yansıtıyordu. "Sen gittikten sonra uzun süre antidepresan kullandım," dedi ve hayat atabileceği en sert tokatı attı.

Evet, merak ettim. Ben gittikten sonra nasıl yaşadığını ya da yaşamanın üstesinden nasıl geldiğini çok merak ettim. Türlü senaryolar kurdum. Çok üzülüp ağladığı aklımın bir köşesinde hep vardı. Fakat daha ilerisini düşünmeye yüreğim hiç yetmedi.

Kaldım öylece. Gözlerinde tek duygu belirtisi yoktu. Ben ise gözlerimden pişmanlık aktığına emindim. Bu gergin anı orta yerinde kesmek isteyen Arda, yediği haltların da üstünü örtmek istemiş olacak ki şişeyi tekrar çevirdi. Yine Arda ve benim aramda durdu. Ve yine ne yazık ki, soran tarafta oydu. "Cesaretlik," dedim sormasına müsaade etmeden. "Leyla'yı öp," dedi. Bir insan hiç mi akıllanmazdı? "Arda!" diye uyarıcı bir ton da seslensem de -bana mısın- demedi. Leyla’ya baktım. Öpecek olma ihtimalim onu heyecanlandırmışa benzemiyordu. Hala tekdüze bir ifadeyle yüzüme bakıyordu. Bu boşluk canımı sıktı. Öpmek, aklımda yokken bir an da kendimi ona yaklaşır halde buldum. Yüzünün kıvrımları gözümün önünde daha net bir hal alırken yüzlerimiz arasında ki santimleri bir bir yok ettim ve dudağının kenarına yılların vermiş olduğu tutkuyla buse kondurdum. Geri çekildiğimde yüzü hala yüzüme çok yakındı. "Açtığım her yarayı bir bir öpeceğim." Dudağının kenarı kıvrıldı. "Keşke hiç açmasaydın da öpmek zorunda kalmasaydın."

Keşke.

Loading...
0%