Yeni Üyelik
29.
Bölüm

29. Ii. Kitap 🍊 Kamp Günlükleri 2

@amatoriceyazar

 

Bölüm Müziği: Sufle-Sakin

Bölüm 11:

“Kamp Günlükleri 2”

🍊 

Halil Babür’ün Anlatımıyla…

 

Ay ışığı, karanlık ormanı aydınlatmak için yeterli bir ışık kaynağı olmasa da onu görmeme yetiyordu. Oyun sonrası Nilperi ve Arda çoktan uyumuştu. Biz de uyumak istemediğimiz için mi yoksa konuşacak çok sözümüz olmasına rağmen konuşamadığımız için mi, bilmiyorum. Tekrar gölün yanına gelmiştik. Diğer kamp sakinleri de çoktan uyumuştu. Koca bir dinginliğin ortasında usulca nefeslerimizi dinliyorduk. Ayın yansıması gölün ortasındaydı, yıldızlar yanıp sönüyordu, ince bir meltem bedenimizde hüküm sürüyordu fakat hiçbiri, onun kadar huzur kokmuyordu.

Oturmak, güç gelmiş olsa gerek ki kendini geriye doğru bıraktı ve çimlere uzandı. Bu anı beklermiş gibi kıvrıldım yanına. O, ayı ve yıldızları izliyordu bense kendi yıldızımı… Olağan bir şekilde yıldız kaymış olacak ki gözleri bu karanlıkta bile ışıl ışıl parladı. “Yıldız kaydı.” Heyecanı sözlerindeydi. Gülümsedim. “Dilek tut o zaman,” dedim. Başını olumsuzca iki yana salladı. “Yıldız kaydığı için dilek tutmak çok saçma. Küçükken üzülürdüm hep. Yıldız kayınca nereye gidiyordu? Ya düşerse ve canı acırsa diye. Bu yüzden dilek tutan insanlara da hep kızdım. Birilerinin yıkılışı neden başka insanların mutluluk kaynağı oluyordu?” Ne demek istediği üzerine çok düşünmedim. Tek bildiğim burada mevzu olan konunun yıldız kayması olmadığıydı. Leyla, yine ince düşünüyordu. Onun lügati zaten incelikti.

“Sen hiç yıldız kaydığı için dilek tuttun mu?” diye sordu, yüzü az da olsa bana dönerken. Belli belirsiz başımı salladım. “Az önce ilk defa tuttum,” dedim. Merakla baktı yüzüme. “Ne tuttun?” Seni. Gülüşüm yüzüme yayıldı. “Dilek söylenmez.” Burun kıvırdı. “Sanki olacak.” Dudak büktüm. “Belki olur.” Derin bir nefes alıp tekrar gökyüzüne bakmaya başladı.

“Uykum geliyor ama uyumak istemiyorum. Uyanınca tüm bunların rüya olmasından korkuyorum,” derken sesi de uyku mahmurluğuyla iyice kısılmıştı. Göz kapakları ağırlaşıyordu ve sevdiğim göz bebeklerini örtüyordu. Bir iki direniş sonrası artık dayanamamış olacak ki nefesleri sakinleşti, dudaklarının arasından huzur verici bir mırıltı döküldü ve artık uyudu. Uyandırmamaya özen göstererek kolumu başının altına koydum. Diğer elim de gayri ihtiyarı karnının üzerinde durmuştu. Her nefes aldıkça kolum da karnıyla birlikte inip kalkıyordu. Verilebilecek en güzel terapi buydu belki de. Yılların özlemiyle burnunun ucuna küçük bir öpücük kondurdum. Sonra izledim. Ay battı. Yıldızlar kaydı. Şafak söktü. Güneş burnunu bir dağın arkasından gösterdi. İzledim. Nefes aldıkça inip kalkan göğsünü. Yüzünü. En çok da göz kapakları ardına saklanmış gözlerini. Sevdim sonra. Her bir kıvrımını. Hayali öpücükler kondurdum yüzünün her bir noktasına. Verilebilecek en büyük efsundu bu belki de. O uyanmaya yakın benim gözlerim ağırlaştı artık. Kıpırdandığını hissetsem de gözlerimi açmaya pek takatim kalmamıştı. Şimdi, kolları arasında uyuma sırası bendeydi. İzleme sırası da onda. İzler mi peki? Belki izler.

🍊 

Güneşin acımasızca tenimi yaktığını hissettiğimde, çocuk cıvıltıları başımın ağrıyan bölgelerine girdiğinde ve bir el saçlarımı okşayıp alnıma bir öpücük kondurduğunda uyanmıştım artık. Gözlerimi az da olsa araladığımda kısa bir an kabus gördüğümü düşündüm. Gerçek bir kabus.

Beklediğim kesinlikle sakallı bir yüz değildi. Beklediğim ay gibi parlak bir yüz olan Leyla’nın yüzüydü. İnsan azmanı, Arda bana da sürpriz oldu. “N’apıyorsun lan?” Gülümseyip tekrar öpmeye niyetlenmişti ki kuvvetle ittim. “Niyeti bozdun iyice ha!” Deyip ayaklandığımda biraz uzakta kıkır kıkır gülen Leyla ve Nilperi’yi görmeyi beklemiyordum. Ben sabaha kadar Leyla hanımı izleyeyim o beni abazanın tekine bıraksın. Yan, dünya, yan!

“Günaydınlar, Leyla Hanım. Uyanmışsınız.” Omzunu indirip kaldırdı. “Çoktan.” Ha bir de çoktan. Bu aşkın kerizi ben olabilir miyim? Nerede kaldı romantik uyanmalar? Uyandığımızda göz göze gelmeyeceksek dün gece niye koyun koyuna uyuduk? Benim heveslerim hep kursağımda kalmak zorunda mıydı?

“Aşkııııım, bana günaydın yok mu?” Arkadaşı göle atmak günah mı, enter! “Sen iyice gevşek bir şey oldun. Mal mal konuşma, Arda.” Alınmış gibi yapıp kızların yanına geçti. “Sana da iyilik yaramıyor. Kahvaltıya uyandırmaya geldim. Çadır yerine böyle göl kenarlarında uyuduğun için. İyi madem, hizmetimi beğenmedin o zaman biz de üçümüz kahvaltımızı yaparız. Sen burada çimlere sarılarak uyumaya devam edersin.” Gerçek bir çocuk. “Öff, sabah sabah ne çok konuştun, Arda!” Yüzünü buruşturdu. “Güceniyorum aşkııııım.” Sinirle peşinden koşturdum ama tabi tutana aşk olsun. “İmdat, imdat ırz düşmanı sapık. İmdat!” Ey gidi sosyal anksiyete, neredesin? O kadar insan dönmüş bize bakıyorlar adamın dediğine bak ya. Koşmayı bıraktım. Çünkü arkadaş sağ olsun çevre tarafından ne sanıldığım pek belli değildi.

Arda önden, biz arkadan kamp yerine geldiğimizde gerçekten de kahvaltı hazırdı. Kahvaltılıkları görünce açlığımı hatırladım. Hemen kurulup keyifli sohbetler eşliğinde yemeye başladık. Keyifli sohbetler kısmından Arda’yı çıkaralım lütfen.

Tam bu dakikalarda arılar benden yana olsa gerek ki biri vız vız etrafımızda dönmeye başladı. Leyla, tedirginlikle kaçmaya çalışırken arıyı daha çok kendine çekti. “Ay sokacak bu!” deyip iyice yanıma yaklaştı. Arı bahane, Halil şahane mi demek istiyor? Belki. “Tamam, dur hareket etme. Hareket ettikçe o da korkuyor. Korkuyla sokabilir.” Sırtını koluma yaslayıp neredeyse yerde yatar pozisyona geçti. Ben de sözde arıyı kaçırmaya çalışıyorum. Sözde!

Durumu pek ciddiye almazken arı geldi, geldi, geldi can havliyle çırpınan Leyla’yı kolundan soktu. Acıyla yüzünü buruşturup kolundaki arıyı diğer eliyle uzağa fırlattı ama iğnesi kolunda kalmıştı. “Yandım, yandım. Of, çok acıyor bu!” derken gözleri bile dolmuştu. Yalancı arı kaçırma girişimleri yerine keşke gerçekten kaçırsaydım. Nasıl da canı yandı güzel yüzlümün! “Aşkitoom, çantamda nemlendirici vardı. Nemlendirici mi sürsek?” Aynen, Nilperi. Nemlendirici çok işe yarar. “Göle sokalım.” Bu kafayla bu yaşa nasıl geldin, Arda? “Su var ya burada, göle niye sokuyoruz?” Körler sağırlar birbirini ağırlar derken Nilperi ve Arda üstün durum çözme yeteneklerini tartışa dursun. “Gel iğnesini çıkaralım önce,” derken sırtının bir kısmını göğsüme yaslayıp kolunu kendime yaklaştırdım. İğneyi tırnak uçlarımla tutup çektim ama canı biraz daha yandı. Kızaran ve yavaş yavaş şişen yere baktım. “Beni arı sokunca annem hep yoğurt sürerdi, gel yoğurt sürelim,” deyip kolundan tutarak kalkmasına yardımcı oldum. Yüzü acından kıpkırmızı olmuştu. Canı hep narindi zaten.

Bitmek üzere olan küçük yoğurt kabından arının soktuğu yere yeterince yoğurt sürdüm. Ferahlatmış olacak ki yüzündeki acı ifade biraz olsun dinmişti. Şimdi ayaküstü açık ameliyat varmış gibi ikimizde yoğurt sürülen koluna bakıyorduk. “Arı sokması bu kadar acıtıyor muydu ya. En son sekiz yaşımda falan sokmuştur sanırım,” deyip manasızca koluna üflemeye başladı. “Yaban arısıydı muhtemelen. O yüzden çok acımıştır.” Dediğime ikna olmuş olacak ki başka bir şey söylemedi.

Öylece dikilirken telefonu çalmaya başladı. Bugün giydiği lacivert kotunun arkasından telefonunu çıkarıp aramayı bekletmeden cevapladı.

“Alo, Egemen?” Geç kalmıştı zaten.

“İyiyim, sen nasılsın?” Üşütmüştür inşallah.

“Evet, evet, çok güzel burası. Akşam geliyorsun değil mi?” Tepemden bir sinir iniyor yine.

“Harika! Ben sana konumu gönderiyorum.” Aman gönder, hatırım kalır!

“Tamamdır. Öptüm, görüşürüz.” Ne yaptın ne yaptın?

“Ne yaptın ne yaptın?” Boş boş yüzüme baktı. “Ne yapmışım?” “Az önce ne söyledin?” “Ne söyledim?” “EL ALEMİN ADAMINA NİYE ÖPTÜM DİYORSUN LEYLA! SENİN NİYETİN BENİ ÇILDIRTMAK MI?” Yüzünü buruşturdu. “Böğürme be! Lafın gelişi o.” Sinir yaylarım geriliyor. “Yok, bir de lafın gelişi olmasaydı. Öpecek başka adam mı bulamadın? Ne diyorum ben ya! Kimseyi lafın gelişi de olsa öpemezsin.” Yüzüme garip bakışlarını sürdürdü. “Sana ne be! İstersem gider önüme gelen ilk erkeği öperim. Sana mı soracağım?” Yok, vallahi benim tansiyonum düşüyor. “Niye böyle yapıyorsun inci tanem. Önüme gelen ilk erkeği öperim ne demek? Öpülür mü öyle her erkek! Erkek öpmek ne ya! Erkek öpülür mü! Öpme erkek falan. Pis, iğrenç.” Tepkime kahkahalarla güldü. “Canım belki öpmek istiyor.” Canını sevdiğim. “O nasıl can istemesi, kurban olduğum. Canın erik falan çeksin ya da ne bileyim başka şeyler çeksin. Erkek öpmek çekmesin. İlla öpeceksen gel beni öp, valla gıkım çıkmaz.” Kaşlarını kaldırdı. “Seni öpmem.” Ne? “O nedenmiş? Ben erkek değil miyim?” Omuzlarını indirip kaldırdı. “Seni öpmek gelmiyor içimden.” Yani? “Kimi öpmek geliyor içinden?” Lan bu nasıl soru? “Başka erkekleri.” Allah’ım, tövbe ya Rabbim. “Erkek desen bir nebze anlamaya çalışacağım ama erkekleri ne be güzelim? Bak, katil olacağım ben. Çıldıracağım ben.” Tekrar omuzlarını indirip kaldırdı. “Bana ne?” deyip, bizi gülerek seyreden Arda ve Nilperi’nin yanında döndü. Sana ne tabi. Çıldıran benim. Kıskançlıktan ölen benim. Sana ne olsun ki!

Hiç.

🍊 

Öğleden sonra hava iyiden iyiye bozmuş, kara bulutlar kampımızın üzerine çöreklenmişti. Kahvaltıdan ve yaşanan kıskançlık krizinden sonra bir el tabu oynamaya karar vermiştik. Ve Arda, gerçek bir salaktı. Tartışmasız. Hayatımda gördüğüm en kötü oyun arkadaşı.

“Lan, bak. Bizim eğitim gördüğümüz yer neresi?” Cevap verdi. “Okul.” Şükür bunu biliyor. “Hah, bu seri filmi bir okulda geçiyor. Eskiden çekilmiş ve çok meşhur. Hatta -inek obasıııı- diye bir repliği bile var.” Aydınlanmış gibi hızla cevap verdi. “Hababam Sınıfı.” Hevesle başımı salladım. “Bu kişi orada bir karakter. Zil çalıyor, yemek yapıyor.” “Hafize ana!”

“Evet, Hafize ana. Gerçek adı ne onun?” Düşünür gibi yaptı. E yuh be kardeşim. “Şükran Ovalı mıydı?” Nilperi, kahkaha attı. “Ne Şükran’ı Arda ya!” “Mine Tugay mı?” Yok devenin pabucu! “Lan sütun gibi kadın, Mine Tugay. Sence benziyorlar mı?” Belki de tek salak Arda değildir ha?

“Sütun gibi kadın ha?” Affedersin Leyla’m, sadece benzetmek içindi. “Teşbih yaptım,” dedim, nereye kaçtığını bilmediğim sesimle. “Teşbih yaptın ama aklına gelen sütunlar oldu, başka bir şey olmadı.” Boka bastım galiba. “Öyle diyorlar genel de.” Şimdi de sıvadım. “Ha yani, siz erkekler Mine Tugay’ın sütün gibi olması üzerine uzun uzadıya konuşuyorsunuz.” Allah çarpsın hiç konuşmadım. “Yok bir tanem, ne alaka?” Saçmaladım iyice. “Sus, Babür. Ben oynamıyorum artık. Siz ikiniz sütün olarak gördüğünüz kadınları konuşabilirsiniz,” deyip bir şey söylememe müsaade etmeden ağaçların içine girdi. “Adile Naşit, mal herif. Senin yüzünden hep. Gece Mine diye sayıklar, sonra da dilinden düşürmez.” Arda’ya hayıflanırken çoktan ayaklanmış ve Leyla’nın peşine düşmüştüm. Bir yandan da içimde dinmeyen bir sevinç vardı. Bu durum sandığım kadar kötü de olmayabilirdi. Bu tepkiyi verdiğine göre kıskanmıştı ve kıskanıyorsa hala seviyor demektir, değil mi?

Ormanın derinliklerine doğru ilerlerken Leyla’ya dair tek bir iz bile bulamadım. Kaybolmasından korkuyordum. “Leyla,” diye bağırdım fakat sesim yankı yapıp bir tek bana ulaştı. Çalılıkların arasından zor bela geçip biraz daha ilerledim ve işte oradaydı. Geniş bir açıklık bulmuş ve bir ağacın altına oturmuştu. Öylece ağaçları seyrediyordu. Adım seslerimi duysa da korkmamıştı. Sesimi daha önce duymuş olmasına yordum bunu.

Dinginlikle yanına kadar ilerleyip hemen yanına oturdum. Dizlerini göğsüne doğru çekmiş, kollarını da dizlerine sarmıştı. “Yanlış anladın,” dedim boş bir çabayla. “Boş versene,” dedi sakin bir sesle. “Leyla,” dedim. Cevap vermedi. Onun gibi ağaçları izlemeye başladım. Saniyeler dakikaları kovaladı ve bir an da yanımdan kalktı. Yine gidecek diye düşünürken bir o yana bir bu yana gidip gelmeye başladı. Ellerini sinirle açık saçlarının arasından geçirip öfkeli yüzünü bana çevirdi.

“Biz tam olarak ne yapıyoruz? Söylesene bana!” İçimden yükselen küçük bir ses geldiğimden bu yana ertelenen yüzleşmenin artık kapıyı çaldığını söylüyordu. Ayaklandım.

“Ne yapıyoruz?” diye ona nazaran sakince konuştum. “Niye geldin sen?” Öfkeliydi. “Leyla,” diyebildim sadece. Sorduğu sorulara mantıklı bir cevabım yoktu. Aklımdakileri de söylersem iyice çileden çıkacaktı.

“Beş yıl önce, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında beni terk ettin. O günden sonra yağmurla yıldızım hiç barışmadı. Ama bak, yine sen varsın ve yine yağmur yağıyor,” deyip düşen bir iki damlayı gösterdi. “Sen geldikten sonra hep yağmur yağdı. Sen gittikten sonra da hep yağmur yağdı. Yağmursun sen.” Ne dediğini pek bilmiyormuş gibi saçlarını tekrar karıştırdı. Bu süre içinde hiç cevap vermedim.

“Güneş öldü. Bizi niye öldürdün?” diye yıllardır içinde tuttuğu soruyu sordu belki de. “Ben ne yapacağımı bilemedim.” Alayla güldü. “Ne yapacağını bilemedin ve o zaman Leyla’yı terk edeyim dedin. Öyle mi?” Başımı hızla olumsuzca salladım. “Öyle değil. Bilincimi kaybetmiş gibiydim. Güneş, benim için çok kıymetliydi.”

“Güneş, benim için de çok kıymetliydi. O zeytin gözlü çocuğu hiç unutmayacağım. Ama Güneş benim kardeşim olsaydı ve ölseydi, ben seni terk etmezdim. Ben, sana sığınırdım.” Mantıklı bir açıklamam yoktu. Sustum sadece. “Susuyorsun, öyle mi? Beş yıl boyunca ne yaptığımı merak etmiştin değil mi?” Yüzlerimiz arasındaki mesafe neredeyse yok olacak şekilde yanıma yaklaştı. Bu esnada yağmur hızını artırdı, tıpkı o gece olduğu gibi. “Anlatayım. Önce idrak edemedim. Ekmek almaya gitmişsin de gelecekmişsin gibi günlerce sizin evde, senin yatağında bekledim. Sonra beni zorla Ordu’ya götürdüler. Gitmek istemedim hiç. Çünkü gelirsen beni evde bul istedim. Canın çok yanıyordu, merhem olayım istedim. Yine de götürdüler. Defalarca aradım. Açan yok. Nasıl açacaksın ki, telefonun zaten evde kalmıştı. Bir ay geçit. Üç ay geçti. Altı ay geçti. Bir yıl geçti. Antidepresanlarla geçen bir yıl. Geleceksin diye beklediğim bir yıl. Odamdan hiç çıkmadığım bir yıl.” Soluklandı. Benimse soluğum çıkamayacak kadar boğazım yumru doluydu. Gözlerimin yandığını hissediyordum. Öfkesine rağmen acısını gizleyemeyişi kalbime sayısız bıçak sapladı. Yağmur daha çok yağdı. Gözlerinden boşalan gözyaşlarına karıştı. Yüzü, saçları ıpıslaktı. Ipıslaktım. Tıpkı o geceki gibi. Uzanıp sarılmak istedim. Cesaret edemedim.

“Gittiğini anlamam koca bir yılımı aldı. Toparlanmam ise yıllarımı. Tam her şeyi yoluna koydum derken yine böyle bardaktan boşanırcasına yağmur yağarken çıktın, geldin. Yağmursun ya sen.” Yüzüne yapışan saç tellerini sinirle geriye doğru itti. Bense sadece baktım yüzüne. Öylece. Konuşmaya yine cesaret edemedim.

“Yine de salak gibi sevindim, biliyor musun? Yıllarca haber alamayınca öldüğünü bile düşündüm. Öyle sağ salim görünce, şükür, yaşıyor dedim.” Ellerini hızla göğsüme vurdu. “Gidersin sandım. Ama bir daha hiç gitme istedim. Geldiğinden bu yana her gece seni affetme hayali kurdum. Kalbimi o kadar zorladım ki. Affetmek için yalvardım. Olmadı.” Tekrar ellerini göğsüme vurdu. “Şimdi bu susuşun, bu dengesiz davranışların beni alt üst ediyor, anladın mı? Ben senin oyuncağın değilim. Ben sadece sana aşık oldum. Ben sadece camdan gördüğüm, bir kuşa merhametle sarılan adama aşık oldum. Faturası bu olmamalıydı.” Sona doğru sesi kısılmıştı ve elleri de güçsüzce göğsümde kalmıştı. “Hala susuyorsun, öyle mi?” Kendi kendine konuşup kan çanağına dönen gözlerini gözlerime dikti. “Seni sevdiğim güne lanet bile edemiyorum. Geriye dönüp bakınca yine seni severdim. Bugün olduğu gibi yarın da olacağı gibi.”

Kolları güçsüzce iki yanına düştü. Yağan yağmura kollarını açıp yüzünü de göğe kaldırdı. “Özür dilerim,” dedim. Sesim gök gürültüsüne karışmış, kaybolmuştu. Yüzüne yine alaycı bir gülümseme oturdu. “Özür mü dilersin? Hangi biri için?” Bir iki adım geriye gitti. “Her biri için, özür dilerim. İzin ver, affettireyim kendimi.” Tekrar ağlamaya başlarken başını da olumsuz anlamda salladı. “Ya yine gidersen?” “Gitmem.” “Gidersin,” dedi bana inanmayarak. “İzin ver sadece.” Burnunu sertçe çekti. “Biz seninle artık olamayız. Güvenmiyorum sana.” Açtığı mesafeyi bu kez de ben kapattım. “Tekrar güvenmeni sağlarım.” Başını defalarca sağa sola salladı. “İstemiyorum.” “Sevmiyor musun artık?” Hayal kırıklığıyla yüzüme baktı. “Sevmemek mi? Senin kadar kimseyi sevmedim ben.” Biliyorum. “O zaman?” Güldü. “O zaman mı? Kolay mı sanıyorsun sen? Ha? Öylece çekip giderim, dönünce Leyla beni yine bağrına sarar diye mi düşündün? Sevmek yetmiyor, anladın mı?”

Öfkeyle ıslanan saçlarımı karıştırdım. “Ne yapayım, Leyla? Öyle diyorum yok, böyle diyorum yok! İzin vermezsen kendimi nasıl affettireceğim?” İşaret parmağını kaldırıp sertçe göğsüme bastırdı. “Bu kadarsın işte. Hiçbir zaman seni sevdiğim gibi sevmedin beni. Sabırsızdın. Oysa aşk sabır ister.”

“Hataydı, evet. Sen bana sarılırken sana arkamı dönmem, hataydı. Ama ne yapabilirim? Geçmişi geri getirip, düzeltemem.” Parmağını tekrar göğsüme bastırdı. “Hata. Ne kadar da basit söylüyorsun. Senin hata dediğin şey benim beş yılımı cehenneme çevirdi be!”

Kollarımı şiddetle iki yanımda sallarken artık sitem ediyordum. “Öleyim o zaman, Leyla! Belki ölünce için soğur, ha!” Yüzündeki hayal kırıklığı büyürken bu anı toparlamak adına ne yapacağımı bilmiyordum. Geri çekilip bağırdı. “Öl! Öl tamam mı? Dediğin gibi içim o zaman soğur belki.”

Sessizlik. Yapraklara düşen yağmur taneleri. Yağmura rağmen ötmekten vazgeçmeyen kuşlar. Göğün sinirli sesi. O. Ben. İki aşık. Bir düşman. Saniyeler boyunca kırgın gözlerle gözlerime baktı. Çekip sarmalıydım oysa. Tüm bu küskünlüğü sevgiyle onarmalıydım. Geç olmadan. Evet, geç olmadan.

Öyle de yapacaktım. Ta ki Leyla’nın arkasından iricene iki adam çıkmasaydı, daha Leyla’ya atılamadan biri çekip almasaydı, bir diğeri bana doğru gelirken arkamda görmediğim kişi haince bıçağını sırtıma saplamasaydı, saracaktım. Öpecektim sonra. İlkin itecekti ama aşık kalbi dayanamayacaktı. “Halil!” diye bağırışını ve adımı uzun zaman sonra söyleyişini uğuldayan kulaklarla duymayacaktım. Bedenim yere doğru süzülmek yerine sıkıca sarmış olacaktı bedenini. Güzel gözleri acının altında ezilmek yerine yıllar sonra ilk defa mutlulukla parıldayacaktı. Bu gelmeyesice adamlar bir yerlerden çıkıp gelmeselerdi, affederdi yüce kalbi beni.

Adamlar geldikleri gibi silinip gittiler. Yağmur damlaları gözlerimi açmama izin vermezken, sırtım acıyla kavruluyordu. Neden sonra onun gölgesi düştü üzerime. Titreyen elleri sardı yüzümü. Soğuk damlaların arasında sıcak bir göz yaşı damlası düştü gözümün üstüne. “Hşt, ağlama,” diyebildim göz yaşlarımın arasında. “Affettim,” diyordu. “Affettim.” Defalarca bunu tekrarladı. Sesi çok uzaktan geliyor gibiydi, yanı başımda görmeseydim.

Eğer bu bizim için yazılmış bir sonsa, hayata sitem ederek gideceğim. Leyla’yı sıkıca saramayan kollarımla, öpemeyen dudaklarımla, sevemeyen kalbimle. Sitem edeceğim. Çokça. En çok da onu bu kadar ağlattığı için. “Leyla,” dedim fısıltıyla. Göz yaşlarını sildi hızla. Başımı kucağına alıp iki koluyla sıkıca sardı. “Yalan söyledim,” dedi. “Hiç ölmeni ister miyim? Yalan söyledim, sevgilim, kalk hadi.” Yüzüme belli belirsiz bir gülüş oturdu. “Biliyorum,” diyebildim sadece. “Halil, desene bir daha.” Gözlerini sıkıca kapatıp alnıma sıcacık bir buse kondurdu. “Halil,” dedi sonra kadife sesiyle. Şayet bu bir ölümse, ne güzel bir ölüm.

“Seni seviyorum,” dedim çok sevdiğim gözlerine bakarken. Ağladı. Daha çok ağladı. “Seni çok seviyorum,” dedi ve hayata karşı sitemim bir an olsun dindi. Ölmek ya da ölmeye yakın olmak bu kadar mutlu ediyorsa insanı, bıçağı tutan ele teşekkür ederim. Fakat yine de ölmek istemiyorum. Arkamdan çok ağlayacağını biliyorum. Terk edişimin acısını kaldıramayan yüreği bir de ölümümle depreme kapılsın istemiyorum.

Fakat hayat, planlar ve istekler doğrultusunda ilerlemez.

Sırtımı kaplayan acı dayanılmaz bir hal alırken gördüğüm son şey gözleri olsun diye uzun uzadıya bakmak istiyorum. Dayanamıyorum. Gözlerim kapanıyor. Tıpkı uyku öncesi mahmurluğu gibi. Yine de ne mesudum, ölürken gözleri ölümümü süslediği için.

Seni seviyorum.

Loading...
0%