@amatoriceyazar
|
Multi: Vedat Özkaya, Güneş Kaçağı
3. Bölüm: 🍊 Sakin Adımlar 🍊🍊🍊 Halil: Yine mandalina getirmişsin. Kim olduğunu bilmiyorum ama sanırım artık baş harfini biliyorum. L. Teşekkür ederim... Mandalina: Bunu da nereden çıkardın? Halil: Ben çıkarmadım. Çıktı. Mandalina: Anlamadım? Halil: Çıktı diyorum, poşetten. Mandalina: Ne! Halil: Öyle... Mandalina: Ben... Halil: Merak etme, iyi bakacağım ona. Eğer birgün karşıma çıkarsan, sana vereceğim. Mandalina: Gerçekten mi? Halil: Gerçekten. Neden şaşırdın? Mandalina: Birgün, dedin ya. Demek ki o güne kadar bir çok birgün seninle konuşabileceğim. Konuşabileceğim değil mi? O güne kadar... Görüldü. Sevinçten gözlerim dolmuştu. İyi bakacağım ona... karışma çıkarsan, sana vereceğim. İyi bak kalbime, Halil. Çünkü o, seni çok seviyor. Çok. Görüldü atmıştı. Bu durum beni üzmek yerine aksine mutlu etmişti. Çünkü soruma evet demediği gibi hayırda dememişti ve bu, bir umut ışığı yakıyordu. Yavaştan beyaza boyanan yerlere baktım. Sizle birlikte Halil'de mi bana gelmişti? Yoksa ben henüz çok mu erken heves ediyordum? Ben şimdiye kadar onu ihtimalsiz sevdim. Bundan sonra eğer bir ihtimal olursa ve o ihtimal gerçekleşmezse yaşadığım hayal kırıklığı omuzlarıma yük olurdu. İşte o zaman, sevdam canımı yakardı. Halil'in, beni sevmeme ihtimali bir kenara dursun; ben içimde yeşerttiğim umudun solmasına nasıl dayanırdım? Ama onun için değmez miydi? Değerdi. Canımdı ya o benim. Sevdiğimdi. Biriciğimdi. Olsun. En güzeli. Onunla. Bileğime baktım. Şimdi yokluğunu farkediyordum. Demek ki o esnada heyecan ve korkuyla poşetin içine düşmüştü ve ben görmemiştim. Bir parçam onunlaydı artık. Hayır, iki parçam. İkinci parçam. İlki, kalbimdi; ikincisi, adımın baş harfi. Zaman sonra kalbimi kalbinden içeride de alır mısın, Halil? Deli gibi adını sayıklayan şu yüreğime birgün olsun kulak verir misin? Oturup beraber yüreğimin sana doğru gelmek için hızlı hızlı attığı adımları dinler miyiz? Birgün... Belki. Usulca kalktım oturduğum yerden. Üşümeye başlamıştım. Fakat bu tatlı bir üşümeydi. Kamelyadan dışarı çıkıp karları üzerimde dinlendirdim. Ne de güzel şekilleri vardı böyle. Hepsi farklı aynı zamanda aynı... Hepsi beyaz ama hepsi bir umut... Soğuk ama içleri ısıtan bir soğukluk. Kar, aynı Halil gibi. Tüm zıtlıkları içinde barındırmasına rağmen karı çok seviyordum; Halil, zaten sevdiğimdi. Elimi kabanımın cebinden çıkarıp hafif yukarı kaldırarak avucumu açtım. Minik kar taneleri avucumun içine düşüyor ve salise sonrası eriyordu. Bu okşayış hoşuma gitmişti. Bir müddet o şekilde bekledim. Şimdi, Halil olsaydı, kar topu oynar mıydı acaba benimle? O çocuk ruhlu bir adam değildi. Yani, ben öyle sanıyordum. Ama belki benimle oynardı. Hem o da demişti, birgün... Bekleyeceğim, sevdiğim. Elimi tekrar kabanımın cebine sokup yavaş yavaş yürümeye başladım. Ayağımı yere bastıkça karlardan çıkan ses içimi yumuşatıyordu. Kış, çok başka bir mevsimdi. Yani, bana göre. Apartmanlarımızın olduğu sokağa girdim. Bir elimde mandalina, diğer elim kabanımın cebinde. Yüzümde bilindik o gülümseme... Gözlerim yine ilk onun odasının olduğu cama değdi. Işığı yanıyordu. Ne yaptığını deli gibi merak ettiğim için hızla kendi apartmanıma girip üçüncü kata çıktım. Eve girdikten sonra Aslı'ya kısa bir selam verip odama geçtim. Kazağımın kollarını hafif yukarı çekip bağlı olan saçlarımı açtım. İçim bir hoş olurken ışığımı kapatıp camın önüne geçtim. Tül perdesi çekiliydi yine. Cam kenarında ki masasında kitap okuyordu. Masanın üzerinde çay. Ara ara yudumluyordu. Neden sonra kitabını kapatıp masanın üzerine bıraktı. Yere doğru eğilip mandalina poşetini masanın üzerine bıraktı. Ellerim benden izinsiz ağzıma giderken yüzümdeki gülümsemeyi bastırmaya çalıştım. İçinden bir tane çıkarıp soydu. Onu yedi. Sonra bir tane daha. Poşeti geri yere bırakırken parmaklarının arasına bir şey aldı. O kadar iyi seçemiyordum ne olduğunu fakat tahmin ediyordum ki bu benim bilekliğimdi. Benim tenime değen bileklik, şimdi onun parmakları arasındaydı. Bu ne güzel rastlayış, sevdiğim. Bu ne güzel tutukluk. Bilekliğe bir süre daha baktıktan sonra masanın altındaki çekmeceyi açıp oraya bıraktı. İyi bakıyordu. Söz vermişti. Tutacağını biliyordum. Hissediyordum. Kendime engel olamayarak telefonumu elime aldım. Cam kenarına yerleştirdiğim berjere oturdum. Işığım yanmıyordu. Ama onun ışığı ikimize de yeterdi. Onunla olan sohbetimize girdim. Mandalina: Daha iyi misin? Bekledim. Birkaç dakika. Bir yandan da ne yaptığını takip ediyordum. Tekrar kitabını almıştı eline. İyi dalmış olsa gerek ki bekleyişim devam etti. Şimdilik mesajıma dönmeyeceğini anladığımda yavaşça kalktım yerimden. Üzerimi değiştirip daha rahat bir şeyler giyindim. Sonrasında da mutfağa geçip pişmesi için mercimek çorbasını ocağa koydum. Makarna haşlamak içinde tencereye su koyup ocağa koydum. Bunların yanında yemek içinde havuç salatası yaptım. Kaynayan suya makarnayı dökerken Aslı mutfağa girdi. "Aman Leyla! Neden bana haber vermedin? Beraber yapardık," diye sitem etti. Umursamayıp omuzlarımı silktim. O da daha fazla bir şey söylemeden mutfak masasına tabak çatal koymaya başladı. On beş dakika kadar sonra her şey hazır bir şekilde masaya oturduk. Yemeklerimizi sessizce yerken bitimine doğru Aslı konuşmaya başladı: "Yarın evdeyiz değil mi?" diye sordu. Ağzımdaki lokmayı yutmadan başımı aşağı yukarı salladım. "Bizimkiler bir şeyler yapalım diyordu. Finallere iki hafta kaldı. Çok sıkışmadan yarın bir şeyler yapsak diyorum. Nasıl fikir?" Evet, finaller gelmeden dışarıya olan tüm hevesimizi almalıydık. Hem, ne zamandır bizimkilerle de bir şeyler yapmıyorduk. İyi olabilirdi. "Olur, bana uyar. Gruba yazalım," deyip telefonumu masanın üzerinden aldım. Gözlerim istekle ondan bir mesaj arasa da bulamadı. Hala kitap okuyordu belkide. Yani ben öyle düşünmek istiyordum. Zira mesajımı görmezden gelmesi beni bir miktar üzebilirdi. Şimdilik bu düşüncelerimi halının altına süpürüp klişelikten bayılan grup adına tıkladım: Mahşerin Dört Atlısı... Leyla: Hayırlı akşamlar. Yarın bir şeyler yapalım diyoruz. Müsait misiniz? Henüz kimse yazmazken telefonumu kenara bıraktım. Aslı'yla sofrayı toplayıp ocağa çay koyduktan sonra salona geçtik. O esnada tekrar telefonumu kontrol ettim. Gözüm ondan bir mesaj beklese de gelen mesajlar gruba aitti. Deniz: Bana uyar. Çok sıkıldım zaten iki gündür. Gökhan: Bana da uyar. Nerede buluşuyoruz? Gözlerim Aslı'ya takıldı. O da kendi telefonlarından mesajları takip ediyordu. "Nereye gidelim?" diye sordum. Bilmem dercesine omuzlarını indirip kaldırdı. Yine mekan seçimi bana kaldı desene. Leyla: Hemşin'e gidebiliriz. Haftasonu olduğu için biraz kalabalık olabilir ama arayıp rezervasyon yaptırabilirim. Gökhan: Hemşin'e herkes okeyse ben rezervasyonu yaptırırım, Leyla. Deniz: Olur. Aslı: Bencede olur. Gökhan: Tamamdır, yaptırıyorum. Yarın görüşürüz. Deniz: Görüşürüz. Aslı: Görüşürüz. Leyla: Görüşürüz. Gruptan çıkıp telefonumu kapattım. Suyun kaynamış olmasını göz önünde bulundurarak mutfağa geçtim. Tamda tahmin ettiğim gibi, kaynıyordu. Beklemeden hızla demleyip çıkması için kenara koydum. O esnada çayın yanına birkaç çerez çeşidi ve yaptığımız kekten koydum. Bunlarla uğraşırken telefonumun melodisi kulaklarımı doldurdu. Seri birkaç adımda salona geçtim. Annem, yazısını görünce beklemeden açtım. "Alo, anneciğim?" "Leyla. Yavrum, nasılsın?" Annemin şefkat kokulu sesi içimi sıcacık yaparken gülümseyerek koltuğa oturdum. "İyiyim, şükür anneciğim. Sen nasılsın, babam nasıl? Ablamla bir kaç gündür görüşemiyoruz o n'apıyor? Bizim küçük yaramaz..." diye soluksuz sorular sorarak konuştum. Annem kıkırdayıp hepsine teker teker cevap verdi. İyi olmaları, iyi olmam demekti. "Ee balım, ne zaman geliyorsun?" Annemin sorusuyla minik bir hesaplama yaparak cevap verdim. "Bir ay sonra gelirim diye düşünüyorum anne. Tabi bütlere kalmazsam..." Büt diyince bile canım sıkılıyordu. Evimi özlemiştim. İkinci evim olan burayı bırakmak ne kadar zor olsa da, onlar benim ailemdi. Annemle biraz daha konuştuktan sonra telefonları kapattık. Aslı'yla da çayımızı içtikten sonra odalarımıza çekildik. Bu süreç içerisinde telefonumu çokça kontrol etmiş olsam da herhangi bir bildirim gelmemişti. Sıkıntıyla camın kenarına geçtim. Işığı yanıyordu. Hala masa başındaydı. Tek bir farkla. Uyuyordu. Sağ kolunu kendine yastık yapmış güzel başını oraya koymuştu. Yüzü bana dönüktü. Bana... İç çekerek elimi cama koydum. Yavaşça gözleri aralanınca korkuyla geri çekildim. Ya beni gördüyse? Yok canım. Gözünü açar açmaz buraya bakacak değil ya! Hem yeni uyanmış biri ne kadar iyi görebilir? Tabi canım, tabi. Ellerini başının üstünde birleştirip gerindi. Bu haliyle çok, çok tatlı gözüküyordu. Yine aynı tatlılıkla gözlerini ovup ayaklandı. Elini yüzünü yıkamaya gittiğini tahmin ederek beklemeye başladım. Bir beş dakika kadar sonra tekrar masanın başına geldi. Kitabını özenle kapatıp kenara koydu. Boş çay bardağını da alıp yine bir süre gözden kayboldu. Birkaç dakika sonra tekrar masanın başındaydı. Kenarda duran telefonunu alıp eşofmanının cebine koyduktan sonra sandalyesini masaya doğru iterek cama doğru yaklaştı. Kalbim çıkacak gibi atmaya başlamıştı çoktan. İnce tülüm çekili olmasına ve ışığımın kapalı olmasına rağmen beni görecek diye ödüm kopmuştu. Göremezdi değil mi? Gece görüşü yoktu ya bu çocukta! Hay Allah! Kalbim... Birkaç saniye sonra çekinceyle başımı tekrar cama doğru uzattım. Kalın perdesini çekmiş, ışığını da söndürmüştü. Uyuyacak mıydı yani? İyi de saat henüz dokuz buçuktu. Yoksa hastalığı mı arttı? Ama iyi görünüyordu. Ya arttıysa? Telaşla yerimden kalkıp yatağımın üzerindeki telefonumu aldım. Aynı zamanda da yatağımın ucuna oturdum. Telefonum elimdeyken titreyip, bildirim gelince hızla açma tuşuna bastım. Kalbim, atıyor musun? Halil: Daha iyiyim, teşekkür ederim. Mandalinalar iyi geldi. Mandalina: Çok sevindim. Çok daha iyi ol. Halil: Bu seni neden bu kadar düşündürüyor? Mandalina: Çünkü hastalık iyi bir şey değildir. Halil: Hastalığımın seni ilgilendirmediğini ikimizde iyi biliyoruz bence. Mandalina: Orası öyle. Halil: Ee? Mandalina: Ne demek, ee? Halil: Neden düşündürüyor diye sormuştum. Mandalina: Neden düşündürmesin? Halil: Kaçak dövüşüyorsun ama. Mandalina: Hayır, cevap veriyorum. Halil: Pek öyle durmuyor ama... Mandalina: Nasıl duruyor? Halil: Cevap vermiyorsun gibi duruyor. Madalina: Yoo, gayette veriyorum. Halil: Öyle olsun. Mandalina: Olsun Halil: Hayırlı geceler, mandalina. Mandalina: Hayırlı geceler, Halil Babür. Kendine çok iyi bak. Görüldü. 🍊 Kalbimin ortasında bir anda boy boy ağaçlar filizlenmişti sanki. Onu sevmek büsbütün güzel bir olaydı. Fakat onunla diyaloğa girebilmek... Bunu tarif edecek bir kelimem ya da cümlem yoktu. Tek diyebileceğim şey, onu çok seviyorum ve bu sevgi kalbimi deli ediyor. Sonra aklımı, sonrada ruhumu. Ben galiba, gerçektende aşkımdan deli olacaktım. "Finallerde ne yapacağımı hiç bilmiyorum," diye konuşan Deniz'le birlikte, sevdiğimi kalbimin güzel bir yerinde bırakıp arkadaşlarıma döndüm. "Hangimiz biliyoruz ki kızım? Yine bir şekilde geçeceğiz. Şeklini boş ver." Gökhan, yine gruba pozitif düşünce aşılıyordu. Onları gülümseyerek dinlemeye devam ettim. İki yıldır bir şekilde geçiyorduk. Bu yılda elbette geçerdik. Gözlerimi dışarıya sabitledim. Gece bir miktar daha kar yağmıştı. Şimdi ise beş on santim kadar bir kar mevcuttu. Hava soğuktu. İyi geliyordu. En sevdiğim havalar. "Leyla yine leyla leyla etrafı seyre daldı." Gökhan'ın sesiyle irkilip masaya döndüm. Hepsi gülerek bana bakıyordu. Ne yapayım canım! Ben mi dedim adımı Leyla koyunda, Halil'e Leyla olayım diye! Hiç. Hoş adım Leyla olmasaydı da ben yine ona Leyla olurdum. Bu ayrı mesele. Bunu sonra konuşalım. "Ne oldu, bir şeyi mi kaçırdım," diye masumca sordum. "Yok canım! Alt tarafı burada değilsin,' diye dalgasını geçti, Deniz. Omuzlarımı kaldırıp -işte bildiğiniz ben- dercesine indirdim. Yani ben o şekilde indirdim onlar ne anladı bilmiyorum. "Çayın soğudu. Yenisini isteyeyim," Gökhan'a olumsuz bir şey söylemezken ortada dönen muhabbete dahil oldum. Kızlar ha bire bir şeylere gülüyorlardı. Benim aklım ise Halil'deydi. Acaba daha iyi olmuş mudur? Sabah mesaj atmak istemiştim ama sonra onu sıkarım korkusuyla bu düşüncemden vazgeçmiştim. Fakat işte şimdi de aklım onda kalmıştı. "Vergi hukuku beni baya zorluyor. Alttan vereceğim sanırım." Deniz, gerçektende Vergi hukuku dersinde fazlasıyla zorlanıyordu. Hoş bizimde çok iyi yaptığımız söylenemezdi ama vizesi en düşük olan oydu. "Çok iyi olduğum söylenemez ama beraber çalışabiliriz, Deniz," Aslı, Deniz'e böyle bir teklifte bulunmuştu. O da memnuniyetle kabul etti. Tazelenen çayımdan minik bir yudum aldım. Sıcaktı. Önümdeki kabak tatlısındanda bir çatal alıp verdiği tadın güzelliğine kendimi bıraktım. Gerçekten güzeldi. Sevmeyenler utansın. Utanmasın ya da, herkes sevmek zorunda değil canım. "Şuraya geçelim mi?" Kulaklarımın işittiği sesle başımı hızla sağa çevirdim. İşte, orada. Tüm güzelliğiyle, Halil. Siyah şişme bir mont, siyah kot... Bu kadar sade giyinmesine rağmen ne kadarda çok yakışıyordu her şey. Canım benim. Sevdiğimdendi belkide. Evet, sevdiğimdendi. Sevdiğim... Yakın arkadaşı, Mustafa ve tanımadığım bir kız. Yani, güzel bir kız. Fazla mı güzel? İçimde beliren kıskançlığa mani olamadım. Kimdi ki bu kız? Hiç görmemiştim daha önce. Aklıma gelen kötü düşüncelere set çekmeye çalıştım. Hemen arkamızdaki masaya geçtiler. Onu göremiyordum ama hissediyordum. Heyecanımı dizginlemek adına tatlı tabağımı elime alıp yemeye başladım. Arkadaşlarım başka bir sohbet döndürmeye başlamışlardı. Benim aklım, kalbim ve kulaklarım ise tam arkamdaydı. "Burası pek rahat gelmedi bana. Yanına oturabilir miyim, Halil?" Tanımadığım ses, tanıdığım ad... Yüreğim sıkıştı. Ben gözüne bakmaya kıyamazken o bu kadar rahat davranıyordu. Yakınlar mıydı? Belki. Ama olmasınlar. Lütfen... Sandalye çekme sesleri duyarken saniyeler sonra bu sesler kesildi. Tatlı tabağımı masaya koyup ellerimle oynamaya başladım. "Saçında bir şey var, alayım..." Kalbim daha çok sıkışabilirmiş gibi daha çok sıkıştı. Hızla kalktım yerimden. "Ben bir lavaboya gideyim," diyerek kaçtım masadan. Ona dokunmasına tahammül edemezdim. Dokunmasın. Kim ki dokunuyor! Birkaç adım ilerledikten sonra sola dönüp lavaboya girdim. Ellerimi soğuk suyla yıkadım. Biraz daha oyalandıktan sonra istemeyerekte olsa çıktım lavabodan. Halil'in olduğu masaya hiç bakmazken yavaşça yerime geçtim. Arkadaşlarım yine ortada bir sohbet döndürüyorlardı. Ve bu benim hiç ama hiç umrumda değildi. Üzülmüştüm. Hakkım yoktu belki ama üzülmüştüm işte. "Kardeşim, iyi gördüm seni. Fena şifayı kapmıştın." Bu sesi tanıyordum. Mustafa. Ne kadar istemesem de onları dinlemekten kendimi alıkoyamıyordum. Korkuyordum. Aklıma gelen ihtimalin gerçek olma ihtimali beni deli gibi korkutuyordu. Şimdiye kadar onun yanında hiç kız görmemiştim. Kıskanmadan sevmek kolaydı fakat yanında biri varken bunu ne kadar onurlu başarabilirdim bilmiyordum. Sıkıntıyla iç çektim. "İyiyim kardeşim. Bol bol mandalina tükettim. Onlar iyi geldi baya," sesine aşık olduğum adamın sözleriyle kalbim tekrar tanıdık olan ritmini tutturmuştu. Mandalina, diyordu. Mandalina... Ben mi iyi etmiştim onu? Allah'ım, delireceğim sanırım. Aşktan. Çok aşktan. Seni seviyorum, Halil. Çok. "Yarasın kardeşime. Dikkat et." Sonrasını çokta dinlemedim. Zira kalbim şuan güzel duyguların esiriydi. Kötü hisleri bulaştırıp onu üzmek istemiyordum. Halil, hem ateşsin hem su. Canımsın. Keşke bilsen. Masamız da ufak tefek sessizlikler olsa da bunlar uzun süreli olmuyordu. Şimdi de o kısa süreli sessizliklerin birine sahipti. Bu sessizliği telefonumun bildirim sesi bozdu. Merak gütmeden masanın üzerinden alıp açma tuşuna bastım. Gördüğüm isimle yüzüm alev alırken içimdeki sevinci nasıl bastıracağımı düşünüyordum. Halil: Mandalina, bugünde mandalina getirecek misin?
|
0% |