Yeni Üyelik
30.
Bölüm

30. Ii. Kitap 🍊 Aşk Affeder

@amatoriceyazar

 

Bölüm Müziği: Mert Demir-Seni Seviyorum

_

Bölüm 12:

“Aşk Affeder"

🍊 

Leyla Mizgin’in Anlatımıyla…

 

Sevmek hep bıçak üstü. Yüreği ağza getiren günler ve günler. Sevmek, can çekişmek bir yerde. İnsan, aklını hep birinde bırakarak ne zor yaşar bilir misiniz? Sonra kucağında sevdiğinin can çekişini izlemek. Ölümle burun buruna olduğunun bilinciyle aklını yitirmemeye çalışmak. Sevmek, zor. Kaybetmeye yakınken, bıçak üstü.

Gözleri kapandığında öldüğümü düşündüm. Ölmek, insanı habersizken yakalıyorsa bu da öyle bir şey olsa gerek. O, can çekişiyor ama ben ölüyorum.

“Halil,” dedim hıçkırıklarımın arasında. Cevap vermedi. Zaten hangi gözü kapalı insan cevap verir ki? Acaba uyumak gibi miydi, bu göz kapayış? Allah’ım ne olur uyuyor olsun, diye geçirdim içimden.

Yüzüne daha çok eğildim. Uyuyorsa eğer, yağmur, bu huzurlu uykuyu bölmesin diye. Sonra usulca yüzünü sevdim. Uyandırmaktan korkarcasına. Sonra bekledim. Uyansın ve şaka yaptım desin diye. Halil, uyanmadı.

Ağlamaktan şişen gözlerim ve infilak etmeye yakın başımla eğilip buz kesen dudaklarını öptüm. Heyecanlanır da uyanır diye ümit ettim. Uyanmadı. Daha çok ağladım.

“Halil,” dedim yine, adına duyduğum özlemle. Son çırpınışlarını adını ağzımdan duymak için vermemiş miydi? Uyanır belki dedim. Uyanmadı.

Ne yapacağımı bilemedim. Bu durumlarda yapılması gereken tek şey, kanı durdurmaktır, değil mi? Sırılsıklam olan tişörtümü bir hamle de çıkarıp kanayan yarasına sıkı sıkıya bastırdım. Kanı ellerimdeydi ve ben daha çok ağladım.

Burada, bu şekilde hayatının kayışını izleyecek değildim. Sevdiğimdi o benim. Canımdı. Canım ölürse, canımdan geriye ne kalır ki?

Yüreğimin, ellerime bulaşan kanları yağmur suyuyla yıkanırken arka cebimden sırılsıklam olan telefonumu bir hamlede çıkardım. Kurulayabildiğim kadar üzerime kuruladım ve son aramayı hızla tekrarladım. Çaldı. Çaldı. Açtı. Allah’ım şükürler olsun.

“E-Egemen,” dedim titreyen sesimle. Telaşlı sesi gecikmedi. “Leyla! Ne oldu? İyi misin?” Ağzımdan kaçan hıçkırığa mani olamadım. “Çok kan var, Egemen.” Ani bir fren sesi duydum. “Leyla, canım benim, ne oldu? Ağlamadan anlat, hadi.” Elimi ağzıma kapatıp olası bir hıçkırığı daha önledim. Gözlerim solmaya başlayan yüzündeyken nasıl ağlamayacaktım ki? “Halil. Bıçakladılar. Çok kanıyor, Egemen.” “Neredesiniz?” Hızla etrafı taradım. Ağaçtan başka bir şey görünmeyen bu ormanda boğulacak gibi hissettim. Ümitsizce omuzlarım düştü. “Bilmiyorum,” dedim fısıltıyla. “Tamam, sakin ol şimdi. Ben zaten yoldaydım, az kalmıştı. Bıçak yaradaysa bıçağa sakın dokunma. Çekildiyse yaraya tampon yap. Bana da hemen konum at, geliyorum.” “Tampon yaptım zaten. Ama çok yağmur yağıyor, tişörtüm kanı tutmuyor.” “Sen sertçe bastır sadece. Geliyorum ben. Çok geçmeden orada olacağım.” Görmediğini bile bile başımı salladım. Aramayı sonlandırıp konumu da hızlıca gönderdim. Sonrası ölüm süren bir bekleyiş.

Ne kadar geçti bilmiyorum. Başkasına sorsan on beş dakika kadar der bana sorsan bir ömürden hayli uzun. Çalılıkların arasından koşa koşa gelen üç kişiyi seçti buğulu gözlerim. Yaklaştılar. Egemen, hızla Halil’in yanına çökerken anlam veremediğim birkaç bir şey yaptı. Arda, iki elinin arasına aldığı başıyla şok halinde Halil’e bakıyordu. Nilperi ise bana bir şeyler söylüyordu ama ne dediğini idrak edemiyordum.

Gözlerim bir Egemen’de bir Halil’deydi. Korkulu gözleri gözlerimi buldu ve kalbimi bin parçaya bölen o sözleri söyledi. “Nefes almıyor.” Hayat, bitti. Yaşamak artık tekdüze. Halil yoksa Leyla, düşünülemez. Gözlerim karardı. Bedenim hızla Halil’in nefes almayan bedenine doğru düşerken Nilperi’nin tuttuğunu hissettim. Sonrası karanlık. Sonrası, Halil’in nefes almadığı gerçeğine dönüşen bir karanlık.

🍊 

Sızlayan göz kapaklarımı zorda olsa açabildiğimde tavandan hüzme halinde gözlerime giren ışıkla tekrar kapattım. Başımın tüm damarları nabız varmışçasına atıyordu. Tüm sinir sistemim bir acıyla kavruluyordu. Hangi acı? Halil!

Sızlayan gözlerimi korkuyla geri açtım. Klasik bir hasta odası. Üzerime atılan beyaz pike. Islak kıyafetlerimin yerine geçirilen yenileri. Peki ama Halil nerede?

Bilincimi kaybetmeden önce yaşananları düşündüm. Egemen’in “Nefes almıyor.” Sözleri beynimde yankı bulunca ağlayarak doğruldum. Üzerimdeki pikeyi bir kenara atıp yerdeki ayakkabıları hızla ayağıma geçirdim. Koluma bağlı olan damar yolunu da aynı hızla çektim. Kolumdan akan kanlar Halil’in yarasını aklıma getirirken yüreğimin acı acı sızlayışını size nasıl anlatabilirim ki?

Ayağa kalktığımda başımın dönmesini göz ardı etmeye çalıştım. Dengem bozulunca önce yataktan destek aldım sonra ilerleyip duvardan… Ayakta kalmaya çalışarak odadan çıktım. İç boğan hastane koridorunda ağlaya ağlaya yürürken hastalar ve çalışanlar bana acıyarak bakıyorlardı. Yakınımı kaybettiğimi düşünüyorlardır. Dönüp hepsine teker teker “Hayır, o ölmedi, yaşıyor,” demek istedim. İhtimalini bile göz önünde bulundurmadığım o zalim düşünceyi kimse aklına getirsin istemedim.

Nereye gittiğimi bilmeyerek kattaki danışmaya yöneldim. “Halil Babür Aktaş, bıçaklı yaralanma,” diyebildim sadece. Ağlamalarım orta yaşlı kadına dokunmuş olacak ki hızla eliyle bir yeri gösterdi. “Koridordan sağa dön, ameliyathane o tarafta. Genci oraya aldılar.” Minnet dolu bakışlarla teşekkürlerimi sunup aynı sarsak adımlarla söylediği yöne ilerledim. İçimde filizlenen umutla ayaklarım biraz olsun daha sağlam basıyordu yere. Koridorda sağa döndüğümde bulduğum ağlayan bir Arda, düşünceli bir Egemen, korkulu bir Nilperi’ydi. Beni ilk fark eden Egemen oldu. Oturduğu yerden kalkıp düşmek üzere olan bedenimi tuttu. “Serumun bitmemişti, neden kalktın?” Serumun canı cehenneme! Benim canım can çekişiyor, serum kimin umurunda! “Nerede o, Egemen?” Egemen, bir eliyle kolumdan destek çıkarken diğer eliyle de belimi sardı. “Önce gel, otur şöyle. Halil, gayet iyi. Ameliyata aldılar yarım saat önce.” Bunları söylerken beni çoktan Nilperi’nin yanına oturtmuştu. “Beni kandırmıyorsun, değil mi?” Başını şiddetle iki yana salladı. “Tabi ki kandırmıyorum. İyi olacak, görürsün bak.” Alt dudağımı ısırdım. Gözyaşlarım, artık komutsuz akıyordu. Benimle aynı seviyede duran Egemen’e sarıldım. “Teşekkür ederim.” Defalarca. “Sen olmasaydın… Düşünmek bile istemiyorum.” Ayrıldığımda yüzünde küçük bir gülümseme vardı. “Lafı bile olmaz.” Yanıma oturdu.

Arda’ya baktım.

Arda, ameliyathanenin önüne çökmüş, gözyaşlarına boğulmuştu. Aldığım iyi haberin mutluluğuyla oturduğum yerden yavaşça kalktım. Arda’nın yanına vardığımda onun gibi çömeldim. Göz yaşlarını hızla silip gülümsemeye çalıştı. “İyi misin?” diye sordum sessizce. “Asıl sen iyi misin?” derken çenesiyle beni gösterdi. “İyi değilim,” dedim. “Ben de iyi değilim,” derken dudaklarından da acı bir gülümseme döküldü. “O, benim ailem, Leyla. Aile ne demek onunla tattım. Çok kısa zamanda tek varlığım oldu. Ona bir şey olursa... Olmasın." Göz yaşlarım acılı bir söz duymaya dursun. Şiddetle akmaya başladılar. Arda’ya sarıldım. “İyi olacak. İyi olacak ve yine sana bir araba hakaret edecek.” Güldü. “İyi olsun da isterse sabah akşam küfretsin.” Burnunu çekip ayrıldı. Yüzünde bariz bir öfke, onda hiç görmediğim bir ciddiyet vardı. “Nasıl oldu bu?”

Gözlerim bir noktada sabit kalırken iç karartan orman, delicesine yağan yağmur ve o belirdi bir an da. O anları tekrar yaşıyormuşçasına anlatmaya başladım. “Biz, tartışıyorduk. Ne olduğunu anlamadan arkamdan çıkan bir adam beni kollarımdan tuttu. Yanındaki diğer adam da Halil’e doğru giderken hiç görmediğim arkasındaki adam bir an da-” durdum. Gözümün önünde canlana sahneyle içim paramparça oldu. “Ankara’da tek bir dava aldık. O da tazminat davasıydı. Halil, girdi mahkemeye. O tipleri hiç gözüm tutmamıştı. Kaybettikleri paranın faturasını kesmeye çalıştılar akıllarınca.” Söyledikleri çok da şaşkınlık verici değildi. Altından böyle bir şey çıkacağını az çok tahmin etmiştim. “Yüzlerini gördün mü?” Olumsuz anlamda başımı salladım. “Sadece gözleri gözüküyordu. Kar maskesi vardı.” Uzaklara daldı. “Bunu yanlarına bırakmayacağım.” Elimi elinin üstüne koydum. “Fevri davranma, Arda. Halil bu haldeyken senin de başına bir iş gelsin istemiyorum. Zaten adli vaka olarak bildirmişlerdir. Polis ifademizi almaya gelecektir. Bu bildiklerini orada anlat, yeter.” Pek ikna olmuşa benzemiyordu ama yine de başıyla onay verdi.

Hala Arda’nın yanında çömelmiş dururken tanıdık bir melodi kulaklarıma ilişti. Nilperi çantasından çıkardığı telefonumu çalarken bana getirdi. Ekranda gördüğüm isimle dumura uğradım. İçine mi doğmuştu? Ne diyecektim? Ah, Hanife teyzem.

Titreyen ellerimle kapanmak üzere olan telefonu açtım. “Leyla?” dedi keyiften uzak bir sesle. “Efendim, Hanife teyzeciğim.” Sitem eden sesi ilişti kulaklarıma. “Haftada en az iki kez arardın. Bu hafta hiç aramayınca merak ettim, kuzum.” Çilesi bitmeyen teyzem. Ne diyeceğim şimdi sana ben? “İşler yoğundu da,” derken gözlerim ameliyathane yazısına ilişmişti ve Halil’in son görüntüsü de aklıma gelince sesimin titremesine mani olamadım. “Leyla, ağlıyor musun sen?” Canım, canıyla cebelleşiyor, nasıl ağlamayayım? “Yok, Hanife teyzeciğim. Ne ağlaması?” Derin bir nefes aldı. “Yapma ama. Zaten tüm gün içimde bir sıkıntıyla dolaştım. Şimdi aklım sen de kalacak.” Bardağı taşıran son damla buydu. Önce ağzımdan kısa bir hıçkırık kaçtı sonra da şiddetli ağlama sesim karşıya ulaştı. “Leyla,” diyordu telaşlı ses. Leyla…

“Halil,” diyebildim sadece. Ağlamaklı sesi çok gecikmedi. “Ne oldu? Yüreğime inecek Leyla, ne oldu!” Ağlamamı sakinleştirmeye çalışıp konuştum. “Bıçaklandı. Ameliyatta şimdi.” Nefesleri sıklaşırken “Kara kuzum,” diye bir ses geldi sonra da ses kesildi. Telaşla bağırdım. “Hanife teyze!” Cevap yok. Çok geçmeden telefondan Faruk amcanın sesi duyuldu. “Leyla, ne oldu kızım? İyi misin sen?” Şimdi aynı şeyleri sana söylemek ne zor Faruk amcacığım, bir bilsen? “Halil, bıçaklandı. Ankara’dayız,” dedim sadece. “Durumu nasıl?” Ne kadar kızgın olursa olsun yine de sesi nasıl da titremişti. “Ameliyatta şimdi. Hanife teyzem nasıl?” “Baygın. Kolonya koklatıyorum. Neyse kızım, ben arayacağım seni. Oraya geleceğiz. Uçak varsa uçakla yoksa arabayla sabaha geliriz.” Bir şey dememe müsaade etmeden telefonu kapattı. İyi mi yapmıştım, kötü mü, bilmiyorum. Ama ne olursa olsun ailesiydi onlar. Bilmeye hakları vardı. Hem böylece yıllardır süregelen küskünlük de biterdi belki.

Tekrar eski yerime geçip oturdum. Egemen, bir şeyler yiyeceğimizi umarak kantine indi. Arda, yerinde duramayacak olsa gerek ki ameliyathanenin kapısının önünde volta atıyordu. Nilperi ise bedenimi sarmış öylece yanımda oturuyordu.

Peki ya canım? O nasıldı? Gözümden akan yaşları silip yerine yenilerinin gelişini bekledim. Onları da sildim. Gözlerim kapıda. Aklım da türlü senaryolar. Çık hadi, sevdiğim. Yemin ederim, affettim.

🍊 

Saatler sonra nihayet ameliyathanenin kapısı açıldı ve umduğumuz birkaç kişi çıktı içeriden. Oturduğum yerden hevesle aynı zamanda da korkuyla kalktım. Doktorun gözlerine bakmaya çekiniyordum. Orada bulacaklarımdan korkuyordum.

“Durumu nasıl?” Egemen, imdadıma yetişmiş sormaya korktuğum o soruyu sormuştu. “Çok kan kaybetmişti geldiğinde. Yine de yaptığınız ilk müdahaleye borçlu hayatını. Yoksa her şey için çok geçti. Zorlu bir ameliyattı. Bir süre gözlem altında tutacağız. Geçmiş olsun.” Doktorun söylediklerini bir araya getiremeyecek kadar kafam uğulduyordu. Sadece iyi olduğu sonucunu çıkarmıştım ve bu da yetmişti zaten. Sevinçle Arda’ya sarıldım. “Bak bırakmadı bizi,” derken hem ağlayıp hem gülüyordum. Arda’da aynı sevinçle sarılmama karşılık verdi.

Ondan ayrıldığımda gözlerimden minnet aka aka Egemen’e kocaman sarıldım. “Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum, Egemen. İyi ki varsın ve iyi ki oradaydın.” Sırtımı okşarken kulağıma fısıldadı. “Teşekküre gerek yok. Siz iyi olun yeter.”

Sonra da Nilperi’ye sarıldım. Desteği her zaman bir dayanak gibi yanımdaydı tıpkı bugün olduğu gibi. "Yakandan düşmeye niyeti yok," dedi sevinçli bir fısıltıyla. "İyi olsun da, ben onu yakamdan düşürmem zaten." Kıkırdaması kulağıma ilişti.

​​​​​​🍊

Geçen saatler boyunca yaptığımız tek şey yoğun bakım ünitesinin önünde, bize sunulan camdan Halil'i izlemek oldu. Uyuyor gibiydi. Yüzü solgun olsa da rahattı. Parmaklarım karıncalanıyordu. Şimdi orada olmak ve dokunmak... "İstersen seni içeri aldırabilirim," dedi Egemen ve ikinci defa minnetimi kazandı. "Yapar mısın bunu gerçekten?" Gülümseyip başını salladı. "Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum, Egemen!" Düşünür gibi yaptı. "Aldığım sandiviçlerden yersen teşekkürün yerine geçer." Yine de beni düşünüyordu. Onun gibi bir dostu kazanmak için ne yapmıştım ki?

Kısa sürede gözden kayboldu ve çok geçmeden de yanında biriyle geri döndü. "Hanımefendiyi hazırlayalım önce. Maksimum beş dakika kalabilirsiniz sadece," diyerek peşinatlarını sunarak beni çoktan peşine taktı bile. Bir oda da hep filmlerde gördüğüm o önlüğü giydirdi. Saçlarımı da bir bandajla kapattıp. En son da sıkı sıkıya bir maske bağladı. Bu halde yanına girdim. Sanki saatlerdir kapı önünde onu izlemiyormuşum gibi odaya ilk girince göz yaşlarıma hakim olamadım. Daha az önce karıncalanan parmaklarımla önce elini tuttum. Yatağın bir köşesine otururken diken üstündeydim. Her an bir yere dokunacakmışım da başına bir şey gelecekmiş gibi.

Boş da kalan elimle göz yaşlarımı silip görmediğini bile bile gülümsedim. Olsun yine de. Görmese de hisseder. Hisseder değil mi?

Görevlinin ömür boyu çıkarmayacakmışım gibi bağladığı maskeyi çıkarıp saatler önce öptüğüm soğuk dudaklarını tekrar öptüm. Nefesine karışmış olan ilaç kokuları rahatsız etmedi bile. O iyi olsun da.

Geri çekilip bu kez de yanaklarından öptüm. Göz yaşlarım bu tutkulu öpücüklere karışıyor ve her öptüğüm yere can suyu veriyordu. En son gözlerinden öptüm, açsın diye. Açmadı. Ama ziyan da olmadı. İyi olduğunu biliyorum ya. Çok sonra da açsa gözlerini, olur. Nefes alıyor ya. Bu yeter işte.

"Seni böyle bitkin görmeye hiç alışkın değilim. Bu zamanlarda canım çok yanıyor." Baş parmağımla elinin üzerinde daireler çizmeye başladım. "Bir kış günü hasta olduğunda dayanamayıp mandalina getirmem de bu yüzdendi. Sana hiç kıyamıyorum sanırım." Solgun yüzüne baktım. "Daha dün gibi değil mi? Beni seveceğini hiç düşünmemiştim oysa. Şimdi etrafımda pervane oluşunu yadırgıyorum." Gülmeden edemedim. "Hiç konuşmazdın. Ben öyle sanıyordum. Oysa tanıdıklarına bülbül gibiydin." Derin bir nefes aldım. "Ne söyleyeceğimi bilmiyorum. İçimde birikmiş o kadar sözcük var ki, bir an önce uyan sevgilim. Uyan ki bizi ardında bırakan beş yılın acısını doyasıya çıkaralım." Daha çok konuşacak daha çok öpecekken saatin gardiyanı görevli odaya girdi. "Artık sizi dışarı alalım." Diretmedim. Tuttuğum elinin üzerine uzun bir öpücük bırakıp dışarı çıktım.

🍊 

Etrafımda oluşan yoğun ses kümesi sonrası nerede olduğumu çok da idrak edemeyerek gözlerimi araladım. İlk olarak karşı duvarın önünde sıralanmış oturakları ve üzerlerinde oturan daha doğrusu oturamayan Hanife teyze ve Faruk amcayı gördüm. Ve uyanmam için onları görmem yetti. Ani hareket edince tutulan boynum varlığını hissettirmek istercesine ağrıdı. Elim gayri ihtiyari boynuma gitse de durmayıp ayaklandım. Uyandığımı gören çılgın kalabalık da sessizliğe bürünmüştü.

Telaşlı gözlerle beni süzen yaşlı çiftin yanına varıp önce Faruk amcanın elini öptüm sonra Hanife teyzenin. "Ah yavrum," diyordu Hanife teyze aralıksız. Başımın üstüne kondurduğu öpücükler sonrası yanına oturdum. Eşarbının kaymış olması ne derece şuursuz geldiğinin kanıtıydı. Çünkü Hanife teyzenin eşarbının kaymış olması pek görülmüş değildi. "Perişan olmuşsun kuzum." En az herkes kadar. "İyi olacak ya. Gerisi önemli değil, Hanife teyze. Hoş geldiniz siz de. Arabayla geldiniz galiba." Faruk amca başını salladı. "Uçak yoktu o saatte." "Kızım, sen girmişsin yanına, konuştu mu hiç?" Başımı olumsuz anlamda salladım. "O zaman uyutuyorlardı. İlacı sonradan kestiler." Bir şey demeyip elindeki tesbihi hızlı hızlı çekmeye devam etti.

"Ben konuştum doktorla. Birazdan normal odaya alacaklarmış. Çok geçmeden de uyanır zaten." Egemen, şu sıralar hikayemizin baş kahramanıydı. "Ah canım yavrum, Allah senin de bin muradını versin. Şu oğlancağız dedi, ilk sen bakmışsın yavruma." Egemen, yüzündeki tevazu gülümsemesiyle başını salladı. "Görevim teyze. Doktorum ben." Hanife teyzem dinler mi? "Allah razı olsun, kuzum. Hele bir uyansın yavrum, hepinize sultanlara layık sofra kuracağım." Neşeyle güldüm. "Ooo, yaşadık millet. Hanife teyze burada diye demiyorum ama mükellef sofra kurar."

Kendi aramızda neşemizi bulmaya çalışırken birkaç kişi gelip Halil’i odadan çıkarmışlardı. Hanife teyze süratle oğlunun eline koluna sarılmaya çalışsa da Faruk amca dizginlemişti. Bense sadece uzaktan sevmiştim. Şimdilik.

Peşinden biz de gittik. Normal odaya aldılar. Sonrasında Egemen, Hanife teyzedeki kredisini de kullanarak tüm herkesi kantine indirmeyi başarmıştı. Yesinlermiş. Halil, onları böyle görmesinmiş. Ben köşeden kaytarmıştım. Verdiğim sandiviç sözünü tutmuş ve önceden yemiştim. Üstelik, Halil uyandığın da en az birimizi görsün değil mi?

Yatağın yanındaki koltukta öylece yüzünü izliyordum. Kımıldamaksızın derin uykusuna devam ediyordu. Daha ne kadar uyuyacak diye kendi kendimi yerken gözlerini birkaç defa kırpıştırdığına şahit oldum. Heyecanla doğrulup soluğu yatağın baş ucunda aldım.

Göz kapakları acemice hareket edip nihayet az da olsa aralanmıştı. Kuruyan dudaklarını açıp kapattı sonrasında. Gözlerini kaldırdığında ise göz göze geldik. Kalbim durdu sandım. O köhne ormanın ortasında bir daha gözlerine bakmayacağım korkusuyla ölüp ölüp dirilmiştim ve şimdi tekrar kömür karası gözlere bakıyor olabilmek haddinden fazla şükür gerektiriyordu.

"Halil," dedim fısıltıyla. Dudağının kenarı inceden kıvrıldı. "Öldüm mü acaba," dedi oldukça çatallaşmış olan sesiyle. Kaşlarım çatıldı. "Ölmek falan yok. Gayette yaşıyorsun," dedim. Gözlerini artık tamamıyla açmıştı. "O zaman cennetteyim ve sen de hurisin," diyerek çabasını sürdürdü. Bu kez ben de gülümsedim. "Huriysem tamam." Güldü. "İyi misin?" diye sordum bu kez biraz da telaşla. Yutkunup cevap verdi. "Hiçbir şey hissetmiyorum. Karşımda sen varsın. Gözlerime yine eskisi gibi bakıyorsun. Ve iyi misin diye soruyorsun. Bu da soru mu? Zımba gibiyim." Yüzümde yer eden gülümsemeyle baktım yüzüne. İyi ki. İyi ki sen. "Çok korktum." Sesim ağlamak üzere olduğumun sinyalini veriyordu. Yüzü düştü. "Özür dilerim." Başımı olumsuz anlamda salladım. "Dileme. Senin bir suçun yok." "Var." "Boş ver şimdi bunları. Doktoru çağırayım mı? Ağrın var mı?" Peş peşe soruları dizerken tam da ayaklanmak üzereydim ki güçsüz koluyla bileğimden kuş gibi yakaladı. "Gitme." Gitmem. Oturdum yamacına.

"Hayal görmediysem bilincimi kaybetmeden önce beni affettiğine dair sözler duydum." Yüzünde muzır bir gülümseme vardı. "Allah Allah, ne ara demişim onu?" Kaşlarını kaldırdı. "Leyla!" Kıkırdadım. "Affetim şapşal şey." Hevesle doğrulmaya çalıştı ama acıyla sonuçlandı. Tedirginlikle konuştum. "İki dakika dur be adam! Dikişlerin patlatacak." Acıyla güldü. "Ben durayım ama sen gel o zaman." "Nereye geleyim?" Bakışları usulca dudaklarıma kaydı. "Baygınken öpmek iyi hoş da ayıkken öpülmeyi tercih ederim." Yüzüm iyiden iyiye kızarırken sinirle konuştum. "İlaç veriyorlardı sana, hayal görmüşsün sen." Bakışları dudaklarımdan santim kaymazken cevap verdi. "Hiçbir ilaç senin kokunu almama engel olamaz."

Ve bu, ona ilk yenik düşüşüm değil. Kalbim, affetmenin verdiği genişlikle artık daha aşık. Gerçek bir kaybetmenin eşiğinden dönünce insan, yapılan hatalar ne kadar büyük olursa olsun üzerini örtebiliyor. O, orada ölümle burun burunayken hiçbir şeyin ona olan sevgim kadar büyük olmadığını idrak ettim.

Aşk, affederdi.

Aşk, gurur tanımazdı.

Aşk, öfkeye yenik düşmezdi.

Aşk, Halil’di.

Loading...
0%