Yeni Üyelik
17.
Bölüm

❄️Arayış

@anksiyeteliyazar

Bölüm biraz geç geldi kusura bakmayın. Hepinize keyifli okumalar:) Oy vermeyi ve beni takip etmeyi unutmayın

Yazar

Bir kart tanesi daha düştü adamın dağılmış saçları arasına. Kemikleri donduran soğuk herkesin kapı ve pencerelerini sıkı sıkıya kapatmasına neden olurken bu yabancı adam ince üstüne rağmen dışardaydı. Çıplak kalmış dalları karla kaplanan bir meşe ağacın dibine tek dizini kendine doğru çekmiş yağan karı umursamadan oturuyordu. Gözleri kapalıydı. Her şeyden kaçmak için geldiği bu yerde düşüncelerinden kaçamamış olmanın yaşattığı hüsranın içinde boğuluyordu. Herkes sussa da düşünceleri susmuyordu işte.

Taşıdığı gölgelerin ağırlığı altında ezilirken daha nereye kadar dayanabileceğini merak ediyordu. Onun için anlam ifade eden hiçbir şey yokken daha ne kadar katlanabilirdi yaşadıklarına. Nefret doluydu, herkese her şeye karşı. Göğsünde taşıdığı kalp sadece nefret edebiliyordu. Korkan biri değildi, birini sevebilen biri değildi, ağlayan biri ise hiç olmamıştı. Güçlüydü, bütün diyara korku salacak kadar güçlüydü. Adını işitenler iki kez değil iki bin kez düşünüyordu. Yine de sahip olduğu tüm güce rağmen sefil hissediyordu. Yalnızdı ne seveni ne de sevdiği vardı lakin bundan şikayetçi değildi. Zira biliyordu insanlar korkunç yaratıklardı, çıkarcı, bencil, zalim yaratıklardı. Yaşadığı her şey bunu kanıtlamıştı ona ve zor yoldan da olsa öğrenmişti kendinden başka kimseye güvenmemeyi.

Yanağına düşen bir kar tanesi kirpiklerini titrettiğinde kapattığı gözlerini açtı. Gitme vakti gelmişti. Onu bekleyen çok şey vardı, uğraşması gereken ve uğraşırken içinde boğulacağı çok şey vardı. Gözlerini kapadı, gitmek istemiyordu. Kasvetli düşüncelerine rağmen yalnız kalmayı çok istiyordu. En azından bir süreliğine de olsa ona söylenenleri duymaz üzerinde gezinen kötü bakışlara maruz kalmazdı. İşte bu yüzden buradaydı. İtiraf etmek istemese de herkesten kaçıyordu, insanlar onu kaçmaya mecbur bırakıyordu. Kararmış kalbi her şeye rağmen işittikleri yüzünden inciniyordu ve buna engel de olamıyordu. Canı yanıyordu, canı yandıkça nefret ediyordu. Sonunda da kendini kaçarken buluyordu.

Ruhunu halat çekme oyunundaki halat gibi hissediyordu, bir ucundan zalimlik diğer ucundan merhamet çekiştiriyordu. Henüz galip gelen bir taraf çıkamamıştı ve bu onu korkutuyordu, hiç kimseden hiçbir şeyden korkmayan adam sadece kendinden, dönüşebileceği canavardan korkuyordu. Derin bir soluk alıp ciğerlerini soğuk havayla doldurdu anıları ona eziyet ederken. İstediği şey biraz huzurdu lakin insanların yanında bu huzuru bulamadığı gibi yalnızken de bulamıyordu. Ya insanlar ya da anılar ona işkence etmekten geri durmuyordu bir türlü. İçindeki küçük çocuk ise sorgulamaktan vazgeçmiyordu; tüm bunları hak edecek ne yapmıştı ki? Tek suçu doğmak mıydı? Ama bu da onun suçu değildi ki. Bilseydi olacakları düşer miydi ruhu ana rahmine.

Yaklaşan bir yabancının ayakları altında ezilen karın hışırtısını henüz işitmeyen adam istifini bozmadan başını ağaca yaslamıştı. Elinde tuttuğu fenerlere adama doğru yaklaşan kadının ayak sesleri adamın kulağına dolduğunda başını kaldırıp gözlerini açtı. Zaten yok denecek kadar az olan keyfi de yaklaşan yabancı yüzünden kaçmıştı. Bir saniye durup düşündü, bu kadar uzak ve ıssız bir yerde başka birinin ne işi olabilirdi? Zihninde beliren ihtimal karşısında bir anlığına kalbi teklese de bunu göz ardı etti. O olamazdı çünkü daha bir saat önce evindeyken görmüştü onu.

Genç kadın dişlerini tıkırdatan soğuğa rağmen karların arasında yürümeye devam ediyordu. Ansızın yüreğinde peyda olan tuhaf hissiyata ve merakına yenik düşmüştü. Kalbi sessizliğin ortasında gümbürderken boştaki elini dudaklarına götürüp nefesiyle ısıtmaya çalıştı. Sonra feneri ısıttığı eline alıp diğer elini de ısıttı. Kendini anlayamıyordu, başka bir gün bundan daha az soğuk olsa bile koşa koşa evine gider kendini şöminenin önüne atardı ama bugün başkaydı, bugün onu bekleyen bir şeyler vardı ve o bunu tüm benliğiyle hissediyor o tarafa çekiliyordu.

Attığı her adımda kar ayaklarının altında eziliyor göğsünün altındaki kalbi daha hızlı çarpıyordu. Heyecan tüm bedenini kuşatırken hiçbir şeyi düşünmeden ilerliyordu. Böylesine ıssız bir yerde başına türlü türlü şey gelebilir, en iyi ihtimalle bu kış soğuğunda aç kalmış bir hayvana yem olabilirdi ama düşünmüyordu işte. Adımlarını daha da hızlandırırken aklındaki tek şey o koca çınar ağacının gövdesine yaslanmış oturan adamın yanına bir an önce varmaktı.

Ağacın altına ulaşan kadın adamın silüetini fark ettiğinde biraz daha yaklaşıp fenerini öne doğru tuttu. Burada ilk kez bir yabancı görüyordu. Yine de korkmuyordu. Aksine içinde alevlenen heyecana engel olamıyordu. Ayakları biraz daha yaklaşmak için diretirken kendine zar zor hâkim olabiliyordu. Dikkatle baktı, burada bu soğukta oturan adamın yüzünü görebilmeyi çok istiyordu. Lakin adam başını kaldırıp ondan tarafa bakmıyordu. Merakı ve duyduğu hisleri daha da yoğunlaşan kadın sağa sola başını eğip adamın yüzünü görmeye çalışsa da nafile bir çaba veriyordu.

Yabancı adam onu dikkatle inceleyen kadını fark etmiş ancak başını çevirip bakmamıştı. Huzurunu kaçırdığı için rahatsız olsa da merakla onu inceliyor olmasından da keyif alıyordu. İlk defa birisi ona nefret ya da korkuyla bakmıyordu. Korkmuyordu, bu dünyada onu korkutabilecek hiçbir şey yoktu ama geri kalan her şey ondan ölesiye korkar, nefret ederdi ve bu nefretin tek sebebi var olmasıydı. Sadece doğduğu için herkes tarafından nefret ediliyordu.

“Burada ne yapıyorsun?” duyduğu narin ses bir an kalbini tekletti ama bunu gizlemeye çalıştı. Kalbinde kimseye karşı bir şey hissetmek istemiyordu çünkü biliyordu, kim olduğunu öğrendiklerinde herkes ondan kaçar ölmesini dilerdi. Lakin bu konuda başarılı olamamıştı. Herkese diz çöktüren gücü kendi kalbine söz geçirmeye yetmemişti. Başını usulca çevirip onu merakla izleyen kadına döndü. Gözleri buluştuğu anda tüm kasları gerilerken bu anın hiç yaşanmamış olmasını diledi. Şimdiye kadar her şeye katlanmış her türlü yükü taşımıştı ama bunu yapamazdı. Her şeye göğüs germesini sağlayan gücü bunu kaldıramazdı.

Nihayet kadının gözleri yabancı adamın gözleriyle buluştuğunda afalladı. Fark etmeden nefesini tutarken hızlanan kalbine engel olamıyordu. Hayatı boyunca gördüğü erkeklerin sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi lakin bu adamın yeryüzündeki her ruh tarafından kıskanılacak bir yakışıklılığa sahip olduğunu düşünüyordu. Halen gözlerinde olan gözleri göğsünü ağrıtırken onu bu denli etkileyen şeyin sadece görünüşü olmadığını biliyordu. Adamın taşıdığı ruhunun güzelliği karşısında nutku tutulurken, gözlerinin ardında sakladıklarını merak etti. Sırtını yasladığı yüzyılları devirmiş çınar kadar güçlü görünüyor olmasına rağmen gözlerinin ardında, göğsünün altındaki kalbinde bir şeyler sakladığını biliyordu.

Ansızın ortaya çıkan bu yabancı adam buz gibi soğuğa rağmen içini ısıtmıştı. Yüzüne soğuğa tezat sıcak bir gülümseme yayılırken adama yaklaştı. Tam önünde durduğunda boştaki elini ona uzattı. Neden burada olduğunu bilmiyordu ama bu soğukta daha fazla kalmasına yüreği el vermiyordu. Kendini tanıyordu; karşısında bir başkası olsa haline üzülür lakin elini uzatmaya cesaret edemezdi. Bu adama ise hiç düşünmeden elini uzatmayı seçmişti ve şu anda dilediği tek şey elini tutmaktı. Parmaklarını parmaklarının arasına almak onu buraya sürükleyen her şeyden kurtarmak istiyordu. Düşünmeden edemedi; onu buraya, bu kadar uzağa üstelik de bu soğukta getiren neydi? Cevabı bilmiyordu lakin onu buraya sürükleyen şey her neyse ondan nefret etmişti. İncecik üstüyle karın altında oturmasına sebep olan şeye muazzam bir öfke duydu.

Yabancı adam ona uzatılan ele inanamayarak bakıyordu. Hayatı boyunca çok kez yıkılmıştı, bazen gücü tükenmiş bazen de başkaları tarafından itilmişti ama kimse ona elini uzatmamıştı, bu kadın hariç. İşte şimdi hayatında ilk defa korkuyordu. Ona uzatılan eli tuttuğu takdirde olacaklardan ölesiye korkuyordu. O kıyametin habercisiydi, yanına yaklaşan kimse mutlu olamazdı. Peki ya bu kadın? Uzattığı eli tutarsa olacakları engelleyebilir miydi, onu koruyabilir miydi? Hayır, yapmak istemiyordu. Onu da kendi karanlığına çekip yok oluşunu izlemek istemiyordu.

Uzattığı eli havada kalan kadın hüsrana uğrasa da geri çekilmeyi istemedi. Yabancı adam onun elini tutmak istemese de o onun elini tutmayı her şeyden çok istiyordu. Onun nefesini kesen bu adamın elinden tutup kaldırmak istiyordu. Çektiği acıyı ve yalnızlığını hissedebiliyordu ve bu onu derinden yaralıyordu. Gözlerinin derinlerinde saklamaya çalıştığı keder ondan çok kızın canını yakıyordu. Usulca eğilip dizinin üzerindeki elini tuttuğunda içinde akan ılık duygular gülümsemesine neden oldu.

Kaderin yine ona acımadığını düşünen adamın gözleri elinde takılı kalmıştı. Başaramamıştı işte, onu koruyamamıştı. Ondan kaçmayı düşünmüştü ama o buna izin vermemişti. Elini tutmuştu, sanki hiç bırakmayacak gibi ama olabilecek olanlardan habersizdi. Gerçeği bilse yine de tutar mıydı elimi diye düşündü. Cevabı bilmiyordu. Usulca ayağa kalktığında kalın pelerinin iyice üzerine çekmiş kadını hayranlıkla inceledi. Kusursuz bir teni karanlığa rağmen ışıl ışıl parlayan gözleri vardı ve adam kadının gözlerindeki o ışıltıyı söndürmekten ölesiye korkuyordu.

“Kimsin sen?” diye sordu adam. Oysa onun kim olduğunu çok iyi biliyordu, yine de sanki ilk defa görüyormuş gibi davranmaya karar vermişti. Adamın duygusuz ifadesine karşın sıcacık bir gülümseme sunan kadın başındaki kapüşonu geriye doğru itti. “Ben Reyena.” dedi. Adam uzun zamandır gizliden gizliye onu izlediğini söylemekten ne kadar kabul etmek istemese de utanıyordu. Onu ilk defa iki yıl önce yine burada görmüştü. Kaçmak için ruhsuzca dolanırken kendini burada bulmuş ve meşe ağacının dibinde dizlerinin üzerine çökmüş vaziyetteki Reyena’yı görmüştü. Reyena ne lapa lapa yağan kara ne de hoyratça esen rüzgâra aldırış ediyor dikkatle kucağında duran beyaz kürklü tavşanla ilgileniyordu.

Bu denli uzakta böyle bir manzarayla karşılaşmayı beklemeyen adamsa başta ne yapacağını bilememiş ve itiraf etmek istemese de ilk defa kendini heyecanlı hissetmişti. Bir şey ilk defa kalbinin ritmini bozmuş aldığı solukları düzensizleşmiştir ve onu ne yapacağını bilemez bir duruma sokmuştu. Sonunda başka bir ağacının gövdesine sinmiş herkesin yok olmasını dilediği varlığını özenle gizleyip kadını izlemeye koyulmuştu. Reyena’nın kucağında duran tavşanın beyaz kürkü kana bulanmış vaziyetteydi. Nasıl yaralandığını tam olarak bilmiyordu. Lakin bu zavallı tavşancığı tedavi etme niyetiyle heybesindeki tüm malzemeleri karın henüz gizleyemediği ıslak toprağın üzerine yığmıştı.

Bu görüntü karşısında dudakları kıvrılan adam Reyena’yı daha da dikkatli izledi. Uzun saçlarına, soğuktan kızaran yanaklarına, zarafet ve kıvraklıkla hareket eden ellerine uzun uzun baktı. Sonra bakışları yaralı tavşana kaydı ve birden yüzü düştü. Hayvanın yüzü korkunç görünüyordu. Bir gözünün olması gereken yerde kocaman kabuk bağlamış bir yara vardı, benzer yaralar ağzının kenarında da vardı ve epeyce eski yaralar olduğu barizdi. Hayvanın yüzü normal bir tavşanınki gibi değildi, çirkindi, korkunç görünüyordu. İşte bu adamı daha da çok şaşırtırken içinde belli belirsiz bir umut ışığı yandı. Kendi de en az o tavşan kadar çirkindi, peki bu kadın ona da elini uzatır mıydı?

Adam o gün gizlice kızı takip etmiş, yaşadığı yeri öğrenmişti. Ve bu onu gizli gizli takip ettiği tek an olmamıştı. O günden sonra bulduğu her fırsatta gizli gizli Reyena’yı seyretmiş ona dair her şeyi öğrenmek için çabalamıştı. Öyle ki artık onu görebilmek için zaman yaratır hale gelmişti. Yanlış olduğunu hatta belki günah olduğunu bile bile Reyena’yı izlemeye ve onun karanlık kalbine girmesine müsaade ediyordu. Belirsizlikler, ihtimaller ve acılarla dolu dünyasında Reyena onun tek dayanağıydı, birbirlerini tanımasalar bile.

Reyena ona sıcacık hissettiren adama bakarken umutla bir şeyler söylemesini bekliyordu ama adam sessiz kalıyordu. “Eğer bilmek istediğin adım değilse ben bir Koruyucuyum.” dedi. Konuşmasını sağlamak için her şeyi söylemeye hazırdı. Yüreğini eriten sesini yeniden duymayı öyle çok istiyordu ki.

“Koruyucuların soyunun tükendiğini sanıyordum.” diyen adam gayet sakin görünüyordu. Zira o, adını da koruyucu olduğunu da zaten biliyordu. Karşısında duran kadının kutsal koruyuculardan biri olduğundan haberdardı ve merak ediyordu, onu bu denli etkileyen kutsallığı mıydı yoksa kendisi miydi? “Ben yaşayan son koruyucuyum. Ne yazık ki ailem ben küçükken öldüğü için koruyucu olmakla ilgili hiçbir şey bilmiyorum. Gücüm var ama bilgim olmadığından nasıl kullanacağımı bilmiyorum. O yüzden pek de koruyucu sayılmam.” diye heyecanla kendini anlatan Reyena adamın her tepkisini merakla izliyordu.

Kalbi göğsünün altında küçük bir kuş misali çırpınırken onu kulaklarına dek kızartan şeyin soğuk olmadığını biliyordu. Alev alev olan yanaklarına düşen kar taneleri hızla eriyip çenesine doğru kayarken gözlerini adamdan ayırmıyordu. Bir saniye için bile olsa başka tarafa baktığı takdirde adam yok olacak diye korkuyordu. Bunun olmayacağını biliyor olsa da kalbine söz geçiremiyordu işte.

Uzun bir sessizlik oluşsa da kız umursamadı. Bu adamın sadece varlığı bile ona huzur veriyordu. “Senin adın ne?” soru adamın gerilmesine neden oldu. Hala tutuşan ellerini fark ettiğinde istemese de elini usulca çekti. “Aren.” diye cevap verdi tek düze bir sesle. “Hadi gel, burada daha fazla kalırsan hasta olursun.” diyen Reyena izin alma gereği duymadan adamın elini tekrar tuttuğunda beraber yürümeye başladılar. Etraftaki tek ses ayaklarının altında ezilen karın sesiyken ikisi de mutluydu. Reyena mutluluğun yüzüne yansımasına izin verirken Aren içinde kendiyle boğuşuyordu.

“Her yabancıyı evine mi davet ediyorsun?” Reyena için korkuyordu. Yabancıları evine almak pek de tekin bir iş değildi. Öte yandan bu düşünce kanının fokurdamasına neden oluyordu. Onun yanında, evinde bir başkasının bulunduğunu düşünmek cinnet geçirecek gibi hissetmesine neden oluyordu. “Seni evime götüreceğimi söylemedim ama evime götürüyorum ve hayır her yabancıyı değil sadece Aren’i evime davet ediyorum.” Reyena kıkırdarken Aren’in yüzünde tüm hayatı boyunca ilk defa bir tebessüm belirdi. Reyena’nın gülüşünü izlerken fark etmese de yüzünde belli belirsiz bir tebessüm oluşmuştu.

“Neden?” diye sordu. Cevabı merak ettiği kadar duymaktan da korkuyordu. İkisi de durdu. Elleri hala birbirine kenetliyken Reyena bir adım atıp ona biraz daha yaklaştı. Şimdi Aren’in sıcak nefesini teninde hissedebiliyordu. Tepkisini merak ederek bir süre onu seyretti, yutkunduğunu fark ettiğinde ise hayatının en mutlu gülümsemesi yüzüne yayıldı. Kalbi göğsünü zorluyordu ve o bunun nedenini biliyordu. “Çünkü kalbime engel olamadım.” Aren’i ağacın altında gördüğü ilk anda anlamıştı. Ansızın ortaya çıkan bu adamı ansızın kaybetmek istemiyordu, gitmesini, ondan uzak olmasını istemiyordu.

Aren’in aldığı cevap onu korktuğu ikilemin içine atıverdi. Yapamazdı, onun yanında olursa acı çekmesine neden olurdu. Gülümsemesinin günden güne solduğunu izlemeye dayanmazdı ama kendine engel olamayacağını çoktan anlamıştı. Ne kadar çabalarsa çabalasın Reyena’dan uzak kalmayacağını, uzak durmaya çalışsa da Reyena’nın buna izin vermeyeceğini biliyordu. Pes etti, ilk kez sonunu bile bile savaşmadan teslim oldu ve bu teslimiyetten memnuniyet duydu.

❄️❄️❄️

Zahel

“Beni bunun için mi çağırdın?” dedim. Bu adamın yersiz davranışları bazen ciddi şekilde sabrımı zorluyordu. “Tuhaf ölümler ortadan kaybolan insanlar, garip hareketlilikler var diyorum Zahel. Buna ne kadar erken müdahale edersek o kadar iyi olur.” Derin bir soluk alırken aklım hala Silva’daydı. Yanında olmadığım her an ölesiye korkuyordum, başına bir şey gelebileceği düşüncesi beni çileden çıkarıyordu. “Haberlerin geldiği bölgelere birkaç muhafız gönder, uygun gördüğün önlemleri alsınlar. Eğer durum ciddileşirse çaresine bakarız.” Başıyla onayladığında bir an önce Silva’nın yanına dönmek üzere arkamı döndüm. Hala beni içeri almak istemiyordu. Lakin kolay pes eden biri olmamıştım hiç, özellikle de kadınım konusunda. Beni içeri almak isteyene kadar o kapının önünde beklemeye razıydım.

“Zahel!” sabrımın sınırına ulaşmak üzereyken arkamı döndüm. “Bize neden söylemedin?” sesindeki kırgınlığı açıkça işitmiştim. Onlar güvendiğim tek insanlarken sır saklamam hoşlarına gitmemişti. “Öyle gerekti.” Cevabımın hayal kırklığını arttırdığını bilsem de istifimi bozmadım. “Bunun için suratına sağlam bir yumruk atmak istiyorum.” dedi kırgınlığını gizlemesini umduğu alaycı gülümsemesinin ardına saklanırken. “İstediğini yapma hakkın var.” Sır saklamak benim seçimimdi, koşullar ne olursa olsun ve bu yüzden bir değil onlarca yumruk yemeye hazırdım.

“Hadi bize söylemedin, o kıza neden söylemedin?!” Nowa’nın gerçekten sinirlendiği nadir anlar vardı ve bu onlardan biriydi. Bu herif her zaman alaycı biri olmasına karşın sinirlendiğinde korkutucu olabiliyordu. “Silva beklediğin bir mühürlün olduğunu öğrendiğinde nasıl perişan oldu görmedin mi? Resmen ruhu bedenini terk etmiş gibi geziyordu ortalıkta. Benim bile içim sızlarken sen nasıl göz yumabildin!” İstemedim, onu o hale getirmeyi, yüzündeki gülümsemeyi soldurmayı hiç istemedim ama mecburdum. Kimsenin bilmediği çok şey vardı.

“Niye susuyorsun? Bir şey söylesene!” “Sebeplerim vardı!” diye çıkıştığımda azalan öfkesine merak eklenmişti. Sakinleşmek için derin bir nefes aldığında her zamanki gibi alaycı tavrına bürüneceğini sandım lakin yapmadı. “Kusura bakma.” dedi dostane tavrıyla. “Sebeplerini vaktini gelince söylersin ya da hiç söylemezsin. Önemli değil ama beni, bizi unutup bir şeylerle tek başına savaşma.” Sessiz kaldım. Bu dediğini yapamayacağımın her zaman farkındaydım. Nowa ve Ragaz baş muhafızlarım ve yakın dostlarım olarak her savaşta yanımda olmayı isteyecekleri gibi bu onları göreviydi de. Lakin bu görev ve dostluğumuzdan kaynaklanan istekleri benim müsaade ettiğim noktaya kadardı. Belirlediğim sınırın ötesinde gerçekleşecek hiçbir savaşa onları sürükleme niyetinde değildim.

“Ayrıca benden sır sakladığın için olmasa bile Silva’yı üzdüğün için o yumruğu muhakkak atacağım.” Şimdi yine her zamanki alaycı tavrını takınmıştı. Nowa böyle biriydi işte. Her daim alaycı ve neşeli görünür gerektiğinde de güçlü bir savaşçıya dönüşmeyi, sevdiklerini koruyup kollamayı iyi bilirdi. “Valeria’dan haber var mı?” Dün sabah ona verdiğim bir görev vardı ve tanrıların saraydan ayrılmasının ardından o da yola çıkmıştı. Lakin haber gelip gelmediğini sormak için fırsatım olmamıştı. “Henüz haber gelmedi ama yakında gelir.”

Kapalı olduğuna emin olduğum kapının aralık olduğunu gördüğümde korku bir kez daha dikenli sarmaşıklarını etime saplamaya başladı. İçeri girdiğimde karşılaştığım boş yatak yumruklarımı sıkmam neden olurken tüm odayı aradım ama yoktu. Yatak buz gibi olmuştu. Kahretsin onu yalnız bırakmamalıydım. “Nowa!! Ragaz!!” merdivenleri hızla inerken sesim gecenin karanlığında sükûnet içindeki sarayı bir mızrak misali yarıp geçti. “Ne oldu?” diyerek çıkıp gelen Ragaz ve Nowa’ın kaşları çatılmıştı. “Silva yok.” “Ne demek yok?” “Neyini anlamadın yok işte!!”

Telaş ve öfkeden gözüm dönmüştü. Zihnimden sayısız ihtimal geçerken en iyisini ummak istesem de bana yakın birinin başına iyi işler gelmeyeceğini biliyordum. Kahretsin yine onu korumayı becerememiştim. “Hemen her yeri aramaya başlayın!!” Nowa ve Ragaz koşarak yanımdan ayrıldıklarında baş ve işaret parmağımla burun kemiğimi ovuşturdum. “Ortaya çıkın!” emrimle birlikte dört bir yanımda beliren gölgelerin vahşi bakışları üzerimde toplandı. “Karımı bulun!!”

Gölgeler geldikleri gibi kaybolduğunda aklımı kaçırmama çok az kalmıştı. Eğer Sİlva yakınlardaysa onu en hızlı şeytanlar bulabilirdi. Özür dilerim Kar Tanesi seni korumaktan acizim. “Zahel!” “Buldunuz mu?!” yüz ifadesi bulamadık diye haykırıyordu resmen. “Hayır ama sınır bölgelerdeki muhafızlardan gelen raporlara göre Hava Tanrısı diğer tanrılarla birlikte ayrılmamış. Kısa bir süre önce sınırdan geçmiş.” Öfke kanımı fokur fokur kaynatırken tek düşünebildiğim o piç kurusuna ölesiye işkence etmekti. Karıma bir kez daha dokunmaya cüret etmesinin bedelini muhakkak ödetecektim.

“Hemen hazır olabilecek kaç muhafız var?” nefes nefese kalmış Nowa da yanımıza geldiğinde kaşlarını çatmıştı. “Hava tanrısına savaş açmayı düşünmüyorsun değil mi?” dedi tedirginliğini gizlemeyerek. Kaşlarını çatmış olan Ragaz’ın da vereceğim cevaptan korktuğu aşikardı. Tanrılar arasında çıkan bir savaş diyarı kıyamete sürüklerdi ama söz konusu sensen Kar Tanesi savaş çıkması da kıyametin kopması da umurumda olmaz. “Hayır, Aoeros’un başını gövdesinden ayırmayı düşünüyorum.” “Sıçtık yani.” “Yarım saat içinde bir düzine muhafız hazır olsun!”

Bir düzine muhafız arkamda Nowa ve Ragaz yanımda at üzerinde dört nala ilerlerken Valeria’yı göndermemem gerektiğini düşünüyordum. Şayet sarayda olsaydı açtığı bir portal Silva’ya daha hızlı ulaşmamı sağlayabilirdi. Büyücülerin sayısının bu denli az olması ve zor bulunmaları ilk kez canımı sıkıyordu. “Zahel hiç durmayacak mıyız?” “Hayır!” mümkün olan en kısa sürede Silva’ya ulaşmak için debelenirken durmayı aklımın ucundan bile geçirmiyordum.

“Bu hızla gidersek güneş tepeye çıkmadan sınıra varmış oluruz.” Ragaz’ın tahmini doğru çıkmıştı. Güneş tam tepemizde yükselirken bir düzine muhafız sınırda yolumuzu kesmişti. İçlerinden kıdemli olan muhafız öne çıkıp doğrudan bana baktığında gözlerindeki duyguyu açıkça seçtim. Benden korkan biri daha. “Ölüm Tanrısına selam olsun.” Başını eğerek verdiği selamı görmezden geldim.

“Aeros’la görüşmeye geldim.” Bir an önce yolumdan çekilmelerini istiyordum. “Efendim siz geçebilirsiniz ancak muhafızlarınız tamamının girmesine izin veremeyiz.” “Sence krallığınızı yok etmek için onlara ihtiyacım var mı?!!” Cevabı biliyorlardı ve bu korkuyla birbirlerine bakmalarına neden oldu. Korku bunca zaman boyunca insanların bana karşı beslediği sayılı duygulardan biri olmuştu. Başta bunu değiştirmeye çalışsam de kimsenin çabamı hak etmediği kanısına vardığımda vazgeçmiştim.

Dörtnala koşan bir atın ayak seslerini işittiğimde muhafızların ardına çevirdim bakışlarımı. İşte görmeyi ve ölmek için yalvartmayı istediğim adam dörtnala bana doğru geliyordu, ölümüne geliyordu. “Geri çekil Zahel!” dedi her zamanki kibirli ifadesiyle lakin taktığı maskesinin ardında aslında benden çekindiğini biliyordum. “Karım nerde?!!” “Burada değil, artık burada değil.” Öfkem harlanırken sabrım tükenme noktasına gelmişti. “Yaptığım hatanın farkındayım ve herhangi bir çatışma olmaması koşuluyla Silva’nın nerde olduğunu söyleyebilir.” derken bir arkamda savaşmaya hazır olan muhafızlara bir de bana baktı.

“Pazarlık yapabileceğini mi zannediyorsun? Konuş yoksa krallığını sen içindeyken küle çeviririm.” Yüzünü buruşturdu. Kibri öyle büyüktü ki istemeyerek konuşuyordu. “Onun senin karın olduğu gerçeğini göz ardı ettiğimiz için elimizden kaçtı.” dediğinde içimde şahlanan gurura engel olamadım. Benim güzel Kar Tanem’den daha azını beklemiyordum. “Meydanda onu bulduk ama maskeli bir adam ortaya çıkıp bir portal açtı ve Silva da portalın içine çekildi.”

“Nerde?!!” diyerek gürledim. “Kurak Topraklarda.” Aldığım cevap beni köşeye sıkıştırırken ne yapacağımı düşünmeye başladım. “Sen de bizimle geliyorsun!” yüzü memnuniyetsizlikle buruştu. “Neden?” “Nedenini çok iyi biliyorsun ve gelmeyi kabul etmezsen sana neler yapabileceğimi de çok iyi biliyorsun.” Kaşları çatılırken resmen gözleri ateş saçıyordu. “Beni tehdit mi ediyorsun?!” “Ben tehdit etmem, yapacaklarımı haber veririm.” Söyleyecek söz bulamaması öfkesini daha harlıyor olsa da çaresizliğini açıkça görebiliyordum. “Sizler benimle gelin.” Yanına aldığı birkaç muhafızla yanımıza katılan Aeros durumdan hiç memnun değildi ama onu öldürmediğim için minnettar olmalıydı.

“Hemen gelebilecek bir büyücü var mı?” dedim Aeros bana doğru yaklaşırken. “Elimizdeki tek büyücüyü karın yatalak hale getirdi.” dediğinde bir kez daha gururla doldu içim. Benim güzel Kar Tanem Aeros denen adinin adamlarının elinden kurtulmayı ustalıkla başarmıştı. Lakin şu an doğradığı o büyücüye ihtiyacımız vardı. “Hızlı davranırsak yarın akşama kadar duvarda oluruz.” dedim. Sesimi herkes duysun diye özellikle yüksek çıkarmıştım. Zira kimsenin yavaş olma lüksümüz olmadığını anlamalarını istiyordum. Söz konusu benim kadınım, biricik Kar Tanem’ken yavaş olmak gibi bir lüksüm yoktu.

Aeros kaşlarını çatıp hoşnutsuzlukla suratıma baktı. “Duvar en azından üç günlük mesafede.” Dişlerimi birbirine bastırırken kıstığım gözlerimi suratına diktim. Kibrinden ödün vermeyen tanrı tek kelime daha etmeyip memnuniyetsiz tavrını koruyarak önüne döndü. “Ragaz!” “Emredin efendim.” diyerek yanıma yaklaştı. Yanımızda diğer krallıklardan biri olmadığı sürece Ragaz ve Nowa resmi davranmıyor yabancı biri olduğunda ise tıpkı şu anda olduğu gibi resmiyete bürünüyorlardı. Gerek olmadığını söylesem de inatçı kişiliklerini vazgeçirememiştim.

“Muhafızlardan üçünü diğer tanrılara mesajımı iletmeleri için ayarla. Onlara şunu söylemeyi de unutmasınlar; gelmeyi reddettikleri takdirde olacaklara kendilerini hazırlasınlar.” Ragaz bir baş muhafıza yaraşır şekilde beni başıyla onayladıktan sonra arkamızda her türlü görev için hazır bekleyen muhafızların arasından üçünü seçip gerekli talimatları verdikten sonra gönderdi. Üç muhafız farklı yönlere dört nala at süremeye başladıktan sonra bağırdım. “Gidiyoruz.”

❄️❄️❄️

Ağaçlık alanda bir düzineden fazla atın ayak sesleri şiddetle yankılanırken hızla ilerlemeye devam ediyorduk. Geçen her saniye kadınımın acı dolu çığlıkları zihnimde daha da şiddetle yankılanıyordu. O lanet yerde başına gelebileceklerin düşüncesi zihnimde sayısız senaryo oynatırken kendime zar zor hâkim olabiliyordum. Kendimi ikinci kez bu denli güçsüz ve çaresiz hissediyordum. Kadınımı korumayı beceremediğim gibi o lanet yere düşmesine de ben sebep olmuştum.

Zamandan ilk kez nefret ettim. Ne kadar hızlı olursam olayım yetişemeyeceğim korkusundan bir türlü kurtulamıyordum. Pişmandım, onun cehennemime adım atmasına hiç izin vermemeliydim. Delirmek umurumda değildi, onu korumayı beceremedikten sonra aklım başımda olsa ne ifade ederdi ki. Başına gelen her şey, çektiği tüm acıların tek sebebi bendim, kendimi tutmayı beceremediğim için onu karanlığıma sürüklemiştim.

“Zahel!” başım sağ tarafımda dört nala at süren Nowa’ya çevirdim. “Dinlenmek zorundayız.” dediğinde kaşlarım çatıldı. “Saatlerdir at sürüyoruz. Herkes yoruldu, muhafızlar devam edebilecek olsa bile atlar fazla dayanmaz.” Başımı geriye doğru çevirdim. Muhafızlarım kusursuz bir duruşla yorulduklarına dair tek bir emare göstermeden at sürmeye devam ediyordu. Diğer yandan Aeros ve muhafızları ise açıkça yorgunlukları ve memnuniyetsizliklerini belli ediyordu. Muhafızlarımın tavırları gururlanmamı sağlarken pek istekli olmasam da yavaşlamaya başladım.

“Yarım saat mola veriyoruz.” Emrimle birlikte ardımdaki tüm atlar durdu. Ne yapmaları gerektiğini gayet iyi bilen muhafızlarım hemen işe koyulurken Aeros memnuniyetsizlikle onları izliyor muhafızları da yanı başında bekliyordu. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım, gece yarısını çoktan geçmiş olmamıza rağmen kara bulutlar yüzünden ne ay ne de yıldızlar görünüyordu. Sanki kadınımı koruyamadığım için dünyanın tüm ışıkları bana kızıp çekip gitmiş gibiydi.

Atlar bir tarafta karınlarını doyurup dinlenirken muhafızlar da oturmuş hızlı hızlı karınlarını doyuruyorlardı. Onlar görüş alanımdan çıkana dek ağaçların arasında ilerledim. Sadece Silva sayesinde varlığını hissettiğim yüreğim yokluğunda kıvranıyordu. Kalın gövdeli bir ağaca sırtımı verip düşünmeye başladım; onu o lanet yerden kurtardıktan sonra ne yapacaktım? Yanımda, bu lanet diyarda olmaya devam ettiği sürece acı çekmeye devam edecekti. Onu buradan tüm tehlikelerden uzağa göndermek istesem inat edip gitmeyeceğini biliyordum. Daha da kötüsü onun benden bir nefesten fazla uzak olmasına izin veremiyordum. Tüm benliğim şiddetle karşı çıkıyordu onun yokluğuna.

“Vayyy…vayyy…vayy.” Kulak tırmalayan ve daha da kötüsü tanıdık gelen sese doğru tehditkâr bir ifadeyle döndüm. “Wienor’un en güçlü tanrısı ne kadar da sefil ve acınası görünüyor.” dedi kollarını göğsünün altında kavuştururken. Maskesi yüzünden lanet suratını göremiyor olsam da dudaklarındaki alaycı sırıtışla uyuşan bir ifade takındığına emindim. Sıktığım yumruklarım zangır zangır titrerken kendimi zar zor tutuyordum. Bu sikik herifin canlı canlı derisini yüzüp leşini şeytanlarıma vermek niyetindeydim.

“Küçük Hanımı almaya mı gidiyorsun?” bu bir soru değildi, açıkça alay etmeye çabalıyordu. “Onun adını ağzına alma!!” dedim açık bir tehdit içeren tonlamayla. “Almadım zaten.” dedikten sonra keyifli bir kahkaha attı. “İçini rahatlatacak bir şey söyleyeyim mi?” Öne doğru bir adım atıp başını hafifçe yana doğru eğdiğinde öfkeyle karışık tiksintiyle suratımı buruşturdum. “Küçük Hanımı oradan alacağına eminim. Ancak…” başını doğrulttu. Dudağının kenarı yukarı doğru kıvrılırken sinsi bir yılanı andıran bir sesle devam etti. “Dirisini mi yoksa ölüsünü mü alırsın bilemiyorum.” Kan beynime sıçrarken üzerine doğru bir adım attığımda alaycı sırıtışı silinirken iki adım geriledi.

“Dirisini alırsan ne yapmayı düşünüyorsun?” öfkeden gözüm dönerken uzun bir sessizlik oluştu. “Onu göndermeyi düşünüyorsun değil mi?” “Hayır!” dedim dişlerimin arasından. “Onu koruyacağım.” Onu gönderdiğim takdirde güvende olacağının bir garantisi yoktu ve ben her şeyimi onu korumaya adayacaktım. Şu ana kadar bunu doğru dürüst becerememiştim. Lakin daha çok çabalayacaktım. Gerekirse onun için Wienor’u alt üst eder tüm insanlığı feda ederdim. Şu andan itibaren bencil bir tanrı olacak, kadınım için ne gerekiyorsa onu yapacaktım.

“Biliyor musun onu senden aldığım ilk seferde şans benden yanaydı. İkincisinde ise tanrı dostunun epey yardımı oldu ama anlaşılan Küçük Hanım hayatta kaldığı takdirde ona ulaşmak için önce seni ortadan kaldırmalıyım.” “Ona dokunmaya kalkma!!” diye gürledim lakin alaycı tavrından ödün vermedi. “Seni geberteceğim!!” “Ah hayır yapmayacaksın, en azından şu an. Küçük Hanım için her saniye kıymetliyken benimle uğraşmayacaksın.”

“Ne istiyorsun?!!” dedim. Zira bu sefil adamın Silva ile bir derdi olabileceğini sanmıyordum. Kulak tırmalayan bir kahkaha daha attı. Ardından alaycı ifadesini bir çırpıda silip kıstığı gözlerini üzerime dikti. “Ne istediğime dair sağlam tahminlerin vardır Zahel.” Sesi iğreniyormuş gibi çıkmıştı. “Hatta kim olduğuma dair de sağlam tahminlerin olduğuna eminim. Ancak…” uzu bir soluk alıp devam etti. “Senin tahminlerinin olduğu noktada benim kesin ve kanıtlı bilgilerim var.” Öfkemin yanında şüphe peyda olurken kaşlarım bu kez merak yüzünden çatıldı. Bu sikik herifin kim olduğuna ve ne istediğine dair tahminlerim yok değildi. Lakin doğruluğundan bir türlü emin olamıyordum. “Şu meşhur suikastçının kim olduğunu biliyorum.”

Yalan söylediğine dair tek bir işaret yoktu. Ya iyi bir yalancıydı ya da doğru söylüyordu. “Kim?” cevap vermek yerine bir kez daha kahkaha attı. Herkes suikastçının dört yüz yıl önce ortaya çıktığını düşünüyordu ancak yanılıyorlardı. Suikastçı beş yüz yıl önce bana ve eski Ölüm Tanrısına danışmanlık yapan iki büyücüyü öldürmüştü. Onların ölümünden sonra ortadan kaybolan üçüncü danışman yüz yıl geçtikten sonra ölü bulunmuş kısa bir süre sonra da eski Toprak Tanrısı öldürülmüş ve suikastçıya dair dedikodular tüm Wienor’u karıştırmıştı.

“Tabi ki bunu sana söylemeyeceğim. Sevgili suikastçımız benim için oldukça önem arz ediyor.” Yalan söylüyordu, bir halt bildiği yoktu. Zira biliyor olsaydı bu bilgiyi çoktan Işık Konseyiyle paylaşmış olurdu. Arkamda ayak sesleri işittim lakin dönüp bakmadım. “Herhalde baş muhafızlarından biri geliyordur. Ben gitsem iyi olur.” Ellerini arkasında birleştirip ağır adımlarla uzaklaşmaya başladı. Gözden kaybolduğu esnada arkamda Nowa’nın sesini işittim. “O kimdi?” dedi şüpheci bir tavırla az önce maskeli adamın uzaklaştığı noktaya bakarken. “Bilmiyorum.” dedim baş ve işaret parmağımla burun kemiğimi ovuştururken. “Nasıl bilmiyorsun?” dedi ısrarcı bir tonda.

“Çünkü sikik suratına maske takıyordu!!” diye çıkıştım. Hıncımı ondan çıkarmak gibi bir niyetim yoktu. Lakin bir anlığına kontrolümü yitirmiştim. “O herifin gitmesine nasıl izin veririsin?” ses tonu gibi suratı da öfke ve şaşkınlık saçıyordu. “Şu an tek önceliğim Silva.” dedim sıkıntılı bir soluk verirken. Az önce o şerefsizin gittiği yöne gitmek için yeltendiğinde önüne geçtim. “Şimdi sırası değil.” dedim. “En azından muhafızlardan birkaçını peşinden gönderebiliriz.” “O adinin de sırası gelecek ama şimdi değil.”

Suratında çözemediğim bir ifade peyda olurken elini tokalaşmak ister gibi öne uzattı lakin tokalaşmak değildi amacı. Suratıma beklentiyle bakarken elimi hızla savurdum. Ellerimiz tok bir sesle birleştiğinde diğer elini enseme atıp dostane bir tavırla sarıldı. Nowa bunu sadece bir kez tanıştığımız gün yapmış bir daha da yapmamıştı. Bugüne kadar. “Belki beni bir dost olarak görüyorsun, belki bir arkadaş. Hatta belki de asla güvenemeyeceğin bir yabancı olarak ama şunu unutma ben seni ağabeyim olarak görüyorum ve ağabeyimin mutlu olması için her şeyi yaparım.” Geri çekildiğinde bir eli omuzumdaydı. “Merak etme, Silva’yı geri getireceğiz.”

“Nowa ilk kez doğru bir laf etti.” İkimiz de başımızı sese doğru çevirirken Nowa elini çekmişti. Ragaz omuzuna yerleşmiş bir kuzgunla karşımızda belirdiğinde kaşlarımı çattım. Anlaşılan iyi haberler gelmemişti. “Başta Silva’yı beceriksiz ve başımıza bela olabilecek biri olarak görüyordum ama Anbar Köyü’nde yaptıklarını gördükten ve Hava Tanrısının muhafızlarından kurtulduğunu öğrendikten sonra tüm önyargım kırıldı. Hala hayatta olduğuna ve biz gidene kadar da hayatta olacağına eminim.” Ragaz haklıydı, benim Kar Tanem öyle kolay kolay pes etmezdi. Biraz daha dişini sık Kar Tanesi.

“Demek sevgili tanrıçamız keçi gibi inatçı Ragaz’ın bile fikrini değiştirdi ha.” Nowa’nın alaycı sözlerine karşılık Ragaz ona kötücül bir ifadeye bakarken “Ne haber geldi?” dedim. “Valeria görev bölgesine gitmemiş.” “Sikeyim! Geldi mi üst üste gelir zaten.” diyerek tepki gösteren Nowa yeniden bana doğru döndü. “Ne yapacağız?” “Ragaz sen geri dönüp Valeria’yı aramaya başla. Biz yola devam edeceğiz.” İkisi de onayladığında diğerlerinin yanına döndük. Molamız bitmişti. Lakin muhafızlarım söylememe gerek kalmadan toparlanmış yola çıkmak için beni bekliyorlardı.

Yaklaşan at sesleri muhafızların kılıçlarını çekmesine neden olurken sesin geldiği yöne doğru döndüm. Beklediğimden hızlı gelmişlerdi. Silas ve Nolan atlarından inerken muhafızlar da kılıçlarını kınlarına koyup kısa bir baş selamı verdiler. Nolan kısa bir süreliğine dostane bir şekilde sarılıp geri çekildiğinde Aeros’a kınayan bir ifadeyle baktı. “Olanları duydum.” Aeros kibirli bir tavırla burnunu kırıştırırken bizden tarafa bakmayı kesti. “Ne gerekiyorsa yapalım.” Nolan dört tanrı arasında görevini en iyi yapan ve kendime yakın gördüğüm tek kişiydi. Roan’ın leş gibi bir kişiliği vardı, Aeros asabi ve kibirliydi. Silas ise Aeros kadar olmasa da kibir doluydu. Bir tek Nolan alçakgönüllü ve istikrarlıydı.

“Gerekeni zaten yapardık. Tehdit etmene gerek yoktu.” Nolan’ın biraz gerisinde duran Silas’a kaydırdım bakışlarımı. “Yapmadığın takdirde ne yapacağımı söyledim sadece.” Suratı hoşnutsuz bir hal alırken bir daha konuşmadı. Elçi olarak gönderilen son muhafız da geri döndü. Lakin yalnızdı. “Ölüm Tanrısına selam olsun.” “Ne dedi?” dedim. Gelmeyi kabul etmediği açıktı. Ancak ne söyleyip de bana kafa tutmaya çalıştığını merak ediyordum. Telaşlı bir hale bürünen muhafız tek dizinin üzerine çöküp başını öne eğdi. “Efendim bunları söylediğim için lütfen beni bağışlayın. Ateş Tanrısı değersiz bir kadın için Wienor’u ve krallığını riske atmayacağını söyledi.” Öfkem bir kez daha harlanırken muhafızlara döndüm.

“Gidiyoruz.”

Takip etmek isterseniz tiktok hesabım; @anksiyeteliyazar

İnstagram hesabım; @anksiyeteliyazar

 

Loading...
0%