Yeni Üyelik
11.
Bölüm

❄️Beklenmedik Misafir

@anksiyeteliyazar

Herkese iyi okumalar. Oy verip düşüncelerinizi yorum olarak belirtirseniz sevinirim. Ayrıca beni takip etmeyi de unutmayın. 😘

Silva

Dakikalardır yatakta dönüp dursam da bir türlü uyuyamıyordum. Yeni yeni doğan güneşin ışıkları odama süzülürken oflayarak yataktan çıktım. Aklım bir türlü şu anki zamana odaklanmıyor birkaç saat öncesini bozuk plak misali düşünüp durmama neden oluyordu. O şeytanları gördükten sonra ağzımı bıçak açmamış saraya döndüğümüzde ise kendimi direkt odama atmıştım. Odama çıkmak üzere merdivenleri tırmandığım esnada Zahel’in Ragaz’a arama için giden muhafızları geri çekmesini söylediğini işitmiştim.

Muhtemelen kısa sürede hissedilen yokluğumun ardından beni aramaya koyulmuşlardı. Asıl merak ettiğim şey yokluğumu ilk kimin fark ettiğiydi lakin bunu öğrenebileceğimi pek sanmıyordum. Elimle gözlerimi ovuştura ovuştura banyoya girip yüzümü yıkadıktan sonra gardırobumu açtım. Zahel’in benim için dikilmesi emrini verdiği elbiseler dolabımdaki yerlerini almıştı ama onları giymek istemiyordum. Bütün olanlardan sonra üzerimde ona dair hiçbir şey taşımak istemesem de açık mor renkti ki bir elbiseyi alıp üzerime geçirdim.

Elbisenin sırt kısmında omuzlardan başlayıp yere kadar uzanan, pelerini andıran tülden bir parçası vardı. Kalp şeklinde yakası, ince omuz askılarına ek olarak düşük omuz detayı da olan elbisenin ruh halimin aksine ışıldayan bir kumaşı vardı. Etek kısımları şu ana dek giydiğim birçok elbise gibi yere değecek kadar uzunken sırtındaki pelerini andıran parça ise elbiseye oranla daha uzundu. Ayanaya baktığımda gördüklerimden memnun olsam da bunu suratıma yansıtamadım.

Beyaz saçlarımı ensemde sıkı bir topuz yaptıktan sonra odamdan çıktım. Burada kafamın içini kemiren düşüncelerle boğuşmaktansa Jieli’nin yanına gitmeyi tercih ederdim, tabi uyandıysa. Eğer uyandıysa muhtemelen mutfaktadır diye düşünerek doğruca mutfağın yolunu tutup kimseyle karşılaşmamayı umdum.

Kapının önüne geldiğimde duyduğum tıkırtı sesleri tam tahmin ettiğim gibi Jieli’nin uyandığını doğrularken göreceklerimden habersiz içeri girdiğim. Karşılaştığım manzara olduğum yerde donakalmama neden olurken şaşkınlıktan gözlerimi kırpıştırıyordum. Sol taraftaki masanın üzerine çeşitli malzemeler dizilmişti ve Nowa önünde duran kabın içindeki karışımı kuvvetle karıştırıyordu.

Üzerine önlük giymiş olmasına rağmen eli yüzü un içinde kalmış bununla da yetinmemiş etrafı da una bulamıştı. Tabaklar, bardaklar… Nerdeyse mutfaktaki tüm eşyalar sağa sola saçılmıştı. Zemindeki beyaz birikintiyi fark ettiğimde suratım garip bir hal aldı. Bir savaş alanına dönmüş mutfağa bir de una bulanmış baş muhafıza bakarken gülmemek için elimle ağzımı kapattım. Önündeki kabı büyük bir kararlılıkla karıştırmaya devam eden Nowa epey perişan ve bir o kadar da komik görünüyordu.

Ağzımı kapatmama rağmen dudaklarımdan kaçan kıkırtıyı duyan Nowa panikle elindeki çırpma telini bırakıp masayı kendiyle gizlemeye çalıştı. Bu sırada yere düşürdüğü bir tabak sessizliği şiddetle yararken kahkahamı daha fazla tutamadım. “Silva sen miydin?” Nowa şaşkın ve bir o kadar da rahatlamış ifadesiyle bana bakıyordu ama ben gülmekten kendimi alamıyordum.

“Şşşş. Sessiz olsana. Herkesi buraya mı toplamak istiyorsun?” Nowa işaret parmağını dudaklarının üzerine koyarken ses çıkarmamak için dudaklarımı sıkıca birbirine bastırıp yanına yaklaştım. “Bu halin ne böyle?” ne diyeceğini bilmez bir halde elini ensesine attığında masanı üzerine yığdığı malzemeleri incelemeye başladım. Süt, un, şeker ve…ceviz. Şüpheci gözlerle onu süzdüm.

“Cevizli kek mi?” onayla başını salladığında sinsi bir ifadeyle gülümsedim. “Canın mı çekti yoksa birileri seviyor diye mi yapıyorsun?” önce şok olmuş bir ifadeyle suratımı baktı ve ardından utanmış haliyle bakışlarını kaçırdı. “Eee….şey ben.” Eveleyip geveliyor ama bir türlü gerçeği söylemiyordu. Buraya geldiğim ilk zamanlar Jieli cevizli kek sevdiğini söylediği için keki neden yaptığını anlamam hiç zor olmamıştı ama Nowa bir türlü zaten bildiğim gerçeği itiraf edemiyordu.

“Jieli için yapıyorsun itiraf et.” İkinci bir şok dalgasıyla bana bakarken pes edercesine omuzları düştü. “Nereden biliyorsun?” “Aslında sadece tahminlerim vardı ama şu halini görünce emin oldum.” “Pekâlâ beni yakaladın ama bu ikimizin sırrı olacak.” Serçe parmağını bana doğru uzattığında ciddi mi diye dikkatle suratını inceledim. Gerçekten ciddiydi.

Elimi kaldırıp havadaki eline sertçe vurduğumda aşağı doğru savrulan eliyle eş zamanlı olarak yüzünü buruşturdu. “Niye vuruyorsun? Ciddi ciddi canıma kastın olduğunu düşünmeye başlayacağım” ben kaşlarımı çatmış ona bakarken o da anlamadığı açıkça belli olan suratıyla bana bakıyordu. “Beni buraya getirdiğin gün deliyim dediğinde dalga geçtiğini sanmıştım ama sen gerçekten de delisin.” “Buna ne demeliyim bilmiyorum.” Gözlerimi devirirken kapı çalar gibi alnın ortasına vurdum.

“Bu ikimizin sırrı olacak da ne demek?” “Kimseye söyleme demek.” Sıkıntılı bir nefes verirken kulağını tutup çektim. Başını yana eğmiş acı içinde inlerken aslında o kadar da acımadığını ikimiz de biliyorduk. “Jieli’ye karşı hislerin varsa git konuş onunla.” Keskin bir hareketle kulağını kurtarıp büyümüş gözleriyle suratıma baktı. “Ben deliyim ama sen benden de delisin. Bunu kimseye özellikle de Jieli’ye söyleyemem.” “Kimseye değil sadece Jieli’ye söylemen gerekiyor zaten.” “Asla olmaz!” “Neden?”

Yüzünde ilk kez gördüğüm bir ifade belirdi. Her zaman neşeli olan Nowa şimdi çok karamsar görünüyordu. Hüzünlü bir ifadeyle içini çekerek cevap verdi. “Onun benden hoşlandığını sanmıyorum.” Duyduğum cevaba bir an gülmek istesem de kendimi tuttum. Tabi hoşlanmıyor şapşal sana aşık demek istesem de bu onun özeli olduğundan “bunu bilemezsin.” demekle yetindim. “Bilirim ve biliyorum da.” Derken başını öne eğmişti. “Beni ne zaman görse köşe bucak kaçıyor, yüzüme dahi bakmıyor. Ona dair her şeyi biliyorum ama onun göz rengimi bile bildiğini sanmıyorum.”

Jieli’nin tek nefeste Nowa’ya dair her şeyi söyleyebileceğini bilmesem üzülüyor olurdum ama sırıtmamak için kendimi zar zor tutuyordum. Dostane bir şekilde elimi omzuna yerleştirdiğimde başını kaldırdı. “Varsayımlarını kenara bırakıp Jieli’yle konuşmalısın ama şimdilik kek yapmana yardım edebilirim.” “Olmaz kendim yapmak istiyorum.” “Peki, peki sadece tarif ederim o halde.”

Yardımımı kabul ettiğinde bir sandalye çekip oturdum. Ben bir bir talimatları verirken o da elinden geldiğince düzgün şekilde keki yapmaya çalışıyordu. Nowa’nın mutfakta ne kadar kötü olduğunu düşünürsek burada olmasam Jieli için zehirli bir kek hazırlama ihtimali oldukça yüksekti. Malzemeleri ekleyip karıştırmaya devam ederken sırıtmadan edemiyordum. Neden sırıttığımı anlamayan Nowa ise bana tuhaf tuhaf bakıyor ve kekiyle uğraşmaya devam ediyordu.

“Yardım etmeme karşılık senden bir şey isteyebilir miyim?” dediğimde karıştırmayı bırakıp kıstığı gözlerini üzerime dikti. “Çıkarcı biri olduğunu bilmiyordum.” Dediğinde gözlerimi devirdim. “Şaka yapıyorum. Söyle bakalım ne istiyorsun?” “Aslında bir şey sormak istiyorum ama cevap vereceğine söz vermelisin.” Şüpheci bir tavırla gözlerini kısarak uzun uzun suratıma baktı. “Tamam, sor hadi.” “Semûm Ateşinin Efendisi ne demek oluyor?”

Sorum Nowa’nın karıştırmayı bırakıp kaskatı kesilmesine neden oldu. İnanamıyormuş gibi bir ifadeyle suratıma bakarken aramızda uzun bir sessizlik oluştu. “Bunu Zahel’e…” “Söz verdin Nowa.” Derin, sıkıntılı bir nefes alırken tekrar ağır ağır karıştırmaya başladı. “Efsanedeki Şeytan Kral’ın oğlu ölüm tanrısı olduğunda babasının yani Şeytan Kralın yok edilmesinden sonra geride kalan şeytanların bir kısmıyla bir anlaşma yaptı. Anlaşmaya göre şeytanlar ölüm tanrısının emrinde olacaktı.” “Neden böyle bir anlaşma yaptı?”

“Şeytanlar ruhlarla besleniyor. Ölüm tanrısı bunu engellemek için bir kısmını kendi emri altına aldı ve bu bir mirasa dönüştü. Ondan sonra gelen her ölüm tanrısı şeytanlarla aynı anlaşmayı yaptı.” “Ama bu saçma değil mi? Şeytanlar neden böyle bir anlaşmayı kabul etsin ki?” sorum havada asılı kaldı. Dalgın dalgın kek karışımını karıştırmaya devam eden Nowa cevap vermek istemiyor gibi duruyordu. Bense meraktan kıvranıyordum. “Nowa?”

“Anlaşma karşılıksız değil.” Tekrar sessizlik oluştu. Her şeyi tek tek mi sormam gerekiyordu? “Karşılığı ne peki?” “Bir şeytanın en çok arzuladığı şey tabi ki. Bir tanrının gücü.” “Ne?!” bir an yanlış duyup duymadığımdan emin olmak için dikkatle Nowa’yı incelesem de değişen bir şey olmadı, doğru duymuştum. “Ne demek tanrının gücü?” cevap gelmedi. Bir hışımla ayağa kalkıp Nowa’ya yaklaştım. “Sana soruyorum Nowa!!”

“Her yılın ortasında ve sonunda emrindeki şeytanlar Zahel’in gücünü emiyor.” Şok içinde bir adım gerilerken duyduklarıma inanamıyordum. “Bu…ne…nasıl olur?” “Zahel’e bir şey olduğu yok Silva. Sadece gücünü geri kazanmak için birkaç hafta uyuyor.” “Uyuyor?” “Baygın kalıyor.” Bir türlü aklım almıyordu. Bu resmen delilik.

“Neden diğer tanrılar değil de ölüm tanrısı?” “Bu bir nevi kefaret Silva. Babası bir şeytana dönüştüğü için oğlunun ödediği bir kefaret.” Kefaret, kefaret. Bu hayatımda duyduğum en korkunç şeydi. “Zahel bunu yapmak zorunda değildi.” Dedim geçmişi değiştiremiyor olmanın verdiği acıyla. “Ama yaptı ve bu zamana kadar en fazla şeytanı emrine alan ölüm tanrısı oldu.” “Bundan iyi bir şeymiş gibi bahsetme.” Dedim hoşnutsuzluk dolu sesimle. İşini bırakıp bana odaklandı.

“Ama iyi bir şey Silva. Şeytanların ne kadar çoğu Zahel’in kontrolünde olursa o kadar ruh kurtulur.” Diyecek bir şey bulamadığımdan sessiz kaldım. Haklı olabilirdi ama yine de şeytanların Zahel’in gücünü emip haftalarca baygın kalmasına neden olmaları hiç hoşuma gitmemişti. Öte yandan Zahel’e birkaç saat önce söyledikleri için şu an daha çok kızıyordum. Bir şeytan olmaya herkesten ve her şeyden daha uzaktı ama aksini düşünüyordu ve bu beni delirtiyordu.

“Peki ya şeytanlar anlaşmadan dönerse?” “Öyle bir şey mümkün değil. Anlaşmalar bağlayıcıdır, caymaya kalkanı yok eder.” Tekrar sandalyeye oturduğumda konu kapanmış kekle uğraşmaya geri dönmüştük. Nowa özenle yaptığı keki yanmasın diye tedirginlikle saniye başı kontrol ederken sırıtmadan edemiyordum.

Dumanı üstünde olan keki masanın üzerine bıraktığından derin bir soluk aldım. “Çok güzel kokuyor.” Mutlu mutlu sırıtan Nowa kekin ılımasını bekledikten sonra dilimleyip bir tabağa aldı. “Tadına baksana.” Uzattığı parçayı ağzıma attığımda umut dolu gözlerle vereceğim cevabı bekliyordu. Bir an şaka yapmayı düşünsem de bunca uğraş verdikten sonra üzülmesine neden olmak istemedim. “Çok güzel olmuş.” Cevabımdan sonra gururla gülümsedi. “Cevizli kek benim de en sevdiğim.” “Eee sen de bir parça al o zaman.” “Hayatta olmaz. Bu sadece Jieli’im için.” Jieli’nin kendisinin olduğunu belirtmesi içimi ısıttığından gülümsedim.

“Şimdi de buraları toparlaman gerekiyor. Birazdan kahvaltı hazırlamak için hizmetçiler gelir.” Yüzündeki gülümsemesi anında solan Nowa memnuniyetsiz ifadesiyle savaş alanına çevirdiği mutfağa baktı. “Yardım edersin değil mi?” nerdeyse yalvarır gibi olan ifadesine başta göz devirsem de onayla başımı salladım. Elimizden geldiğince hızlı şekilde etrafı adam etmeye uğraşırken ikide bir dalan gözlerime engel olamıyordum. “Bir sorun mu var?” dediğinde başımı Nowa’ya çevirdim. Başta söylemek istemesem de zaten öğreneceği bir şeyi saklamanın pek mantıklı olmadığına kanaat getirdim.

“Sana dün gitmek istemediğimi söylemiştim ya.” Tek kaşı havalanırken şüpheyle beni baştan aşağı süzdü. “Gitmek istiyorum.” Dedim elimdeki tabakları yerlerine yerleştirirken. “Bir günde ne değişti?” diye sordu. Çok şey değişmişti. Öyle ki her şeyin tepetaklak olduğunu hissediyordum. “Zahel’in beklediği bir mühürlüsü olduğunu biliyor muydun?” Tepkisini merak ettiğim için ona doğru döndüm. Ağzı şaşkınlıkla açılan Nowa düşüncelere dalmıştı. “Şey…evet ama sen söyleyene kadar tamamen unutmuştum.” Buruk bir gülümseme sunup etrafı toplamaya devam ettim. “Bu yüzden mi gitmek istiyorsun?” “Sen Jieli’nin hayatında başka biri olduğunu öğrenseydin kalır mıydın?” ona bakmadan sorduğum soru uzun bir sessizlik oluşmasına neden oldu.

“Sanırım kalmazdım.” Sanırım demesinin nedeni burada Jieli dışında da sevip değer verdiği insanların olmasıydı. Ancak o buna rağmen bile kalmayacağını söylerken ben nasıl burada kalabilirdim ki? Kısa sürede bağ kurup değer verdiğim insanlar vardı ama yine de burada kalamazdım. Zahel’in gözlerimin önünde başka bir kadınla mutlu olduğunu izleyemezdim. “Şahsen ben gitmeni hiç istemiyorum ama eğer gidersen beni de götür. Yoksa Ragaz’la Zahel bir olup beni öldürecek.” Neşelendirme girişimi işe yaramış yüzümde bir gülümseme belirmişti.

İşimiz bittikten sonra Nowa “Eğitimine devam edeceğiz. Kahvaltıdan sonra sahaya gel.” Deyip çıkışa doğru yöneldi. “Bekle!” arkasını dönüp ne oldu dercesine bana baktı. “Keki Jieli’ye vermeyecek misin?” bir masada duran keke bir de bana baktı. “İstersen bir de aşkımı ilan edeyim.” Aslında çok iyi olurdu. “Birazdan mutfağa geldiğinde görür. Muhakkak yemesini sağla.” Göz kırpıp mutfaktan çıktığında arkasından öylece bakakaldım.

Tam da dediği gibi birkaç dakika içinde Jieli mutfağa gelmiş şaşırmış haliyle bana bakıyordu. “Hanımım neden erken kalktınız?” hiç uyumamıştım ama anlaşılan Ragaz ve aramaya çıkan diğer muhafızlar dışında kimsenin gece olanlardan haberi yoktu. “Uyku tutmadı.” Dedim. “Bunu siz mi yaptınız?” dedi masadaki keke bakarak. “Hayır geldiğimde buradaydı.” Nowa’nın düşündüğünün aksine Jieli’ye keki yedirmeme gerek kalmamıştı. O çoktan koca bir parçayı ağzına atmıştı bile. “Yediğim en güzel cevizli kek.” Dedi mutlu mutlu gülümserken. İnsanın sevdiğinin elinden çıkan ne kötü olabilir ki?

***

“Son bir kez tekrar edelim.” Dediğinde oku yaya yerleştirmiş ve karşımdaki hedefe odaklanmıştım. “Yayını sağlam tutmalısın ama çok fazla sıkıp gücünü de harcama. Ayakların yere sağlam basmalı ve gözün hedefte olmalı. Şimdi kirişi çek ve bırak dediğimde bırak.” Nowa’nın dediklerine bir bir uyarak kirişi geriye doğru çekip gözümü hedefe sabitledim. “Bırak!”

Havayı keserek müthiş bir hızda ilerleyen ok hedefin tam ortasına saplandığında sevinçle Nowa’ya döndüm. Kahvaltıdan bu yana önce ısınmış sonra da Nowa’nın yayı nasıl kullanacağımı anlatmasını dinlemiştim. Benden önce birkaç atış yaptığında çoktan öğlen olmuştu ve şimdi ilk denmem olmasına rağmen hedefi tam ortadan vurmuştum.

“Bu…bu kesinlikle beklenmedikti.” Şaşkın şakın attığım oka bakarken sevinçle gülümsüyordum. “Beklediğimden hızlı öğreniyorsun.” Bu bunu milyonuncu söyleyişi olabilirdi. Eğitimlerimiz boyunca kılıç, hançer ve diğer silahları kullanmakta müthiş bir beceri göstermiş ve her defasında Nowa’dan aynı şeyi duymuştum.

“Bir kez daha.” Dediğinde yeni bir ok alıp yaya yerleştirdim. Nowa’nın işaretini beklemem gerekiyordu ama beklemedim. Hızla ilerleyen ok önceki attığım oku ortasından parçalayarak hedefe saplandığında ağzım açık bakakaldım tıpkı Nowa gibi. “Çok…” “Hızlı mı öğreniyorum?” sırıtarak Nowa’ya bakarken gözlerini hedef tahtasından ayırıp bana döndü.

“Seni övmek için söylemiyorum Silva. Gerçekten hızlı öğreniyorsun, olması gerekenden çok daha hızlı.” Tek kaşı havadaydı hem şaşkın hem de durumu anlamlandıramıyormuş gibi bir ifadesi vardı. “Bu kötü bir şey mi?” dedim tereddütle. “Değil ama beklenmedik. Neyse madem bu kadar iyisin bir de hareketli hedefi vurmayı dene.” Nowa ters L şeklinde dikilmiş bir direğin yanına gittiğinde ben de bana söylediği yere geçtim.

Şimdi Nowa çaprazımdaydı ama epeyce uzaktaydı. Sesini duyurmak için bağırması gerekiyordu. “Torbayı bıraktığımda dümdüz koşmaya başla ve torbayı vurmaya çalış.” Bir iple direğe asılmış içinin neyle dolu olduğunu bilmediğim torbayı kendine doğru çekti. Bıraktığında koşmaya başladım o da direğin yanından uzaklaştı. Sırtımdan bir ok alıp yaya yerleştirdikten sonra hedefime odaklandım. Bir sağa bir sola sallanan torbayı görmezden gelip ipe odaklandım.

İpi kesip Nowa’yı şoka sokmak istiyordum. Birkaç saniye bekledikten sonra oku bıraktım ve koşmayı da bıraktım. Islık çalarak havada ilerleyen oku nefesimi tutmuş izliyordum. Eğer istediğim yere saplanmazsa büyük hayal kırıklığı yaşardım. “Yok artık!” Nowa’nın şaşkın nidası kulaklarıma ulaşırken yere düşmüş torbaya gururla bakıyordum. Koşarak Nowa’nın yanına gittiğimde yüzündeki ifade kesinlikle görülmeye değerdi.

“Efendim!” koşarak bize yaklaşan bir muhafız Nowa’nın ciddi bir ifadeye bürünmesine neden oldu. Yanımıza geldiğinde kısa bir baş selamı veren muhafız nefes nefese kalmıştı. “Ne oldu?” “Efendim Ateş Tanrısı Roan sarayda.” Ateş Tanrı’sı mı? Ben meraklı görünsem de Nowa’nın yüzü hoşnutsuzlukla buruşmuştu. “Tamam, sen gidebilirsin.” Muhafız geldiği gibi yanımızdan uzaklaşırken dişlerini sıkan Nowa’ya şaşkın şaşkın bakıyordum.

“Piç kurusu!” fal taşı gibi açılan gözlerimle Nowa’ya bakarken resmen kaskatı kesilmiştim. Başını çevirip bana baktığında tek kaşı havaya kalkmıştı. “Sen az önce bir tanrıya hakaret mi ettin?” sanki bu önemsiz bir şeymiş gibi gözlerini devirdi. “O herifin tanrı olması büyük yanlış bence.” Hiçbir şey anlamıyordum ve kafam her geçen saniye daha da karışıyordu. “Düzgünce açıkla şunu.”

“Roan denen herif mühürlüsünü beklemek yerine önüne gelen kadınla gönül eğlendiren adinin teki. Bu da yetmezmiş gibi kadınlara sarkıntılık ediyor.” Bunları anlatırken yumruklarını öyle bir sıkıyordu ki bir an parmaklarını kıracağını düşündüm. Bu kadar sinirlendiğine göre acaba Jieli’ye de mi sarkıntılık etmişti. “Yoksa o Jieli’ye…” “Öyle bir şey yapmasına izin verir miyim sanıyorsun. Tanrı falan dinlemem kafasını koparırım. Yine de Jieli’ye olan iğrenç bakışları yüzünden gözlerini oymak istemiyor değilim.”

İlk kez bu kadar sinirli gördüğüm Nowa gözüme Ragaz’dan bile korkutucu geliyordu şu anda. “Bu günlük bitirelim Silva.” Ok gibi fırlayan Nowa’nın arkasından birkaç saniye baktıktan sonra hala elimde duran yayı bırakıp sarayın girişine doğru yürümeye başladım. Yapacak başka bir şeyim olmadığımdan kütüphaneye gitmeye karar verdim.

Odamın olduğu kattaki koridorları aşıp devasa ahşap kapının önüne geldiğimde durdum. Üzerinde çeşitli oymalar bulunan kapıyı iterek açtığımda burnuma tandık kâğıt kokusu doldu. Burayı bana Jieli göstermişti ve birçok kez ziyaret etme fırsatı bulmuştum. Kitaplar belki de en sevdiğim şeylerden biri olduğu için burada kendimi huzurlu hissediyordum.

Yuvarlak masanın üzerinde duran kitapları es geçerek duvarları boydan boya kaplayan ve koridorlar oluşturan rafların arasında gezinmeye başladım. Sayamayacağım kadar çok kitap vardı ama ilgimi en çok çeken tarih ve bu dünyayı anlatan kitaplardı. Burayla ilgili bilmediğim şeyleri öğrenmek epey ilgimi çekiyor ve heyecanlanmama neden oluyordu. Tek tek kitapları incelemeye devam ederken bir yandan da bu dünyanın dilini nasıl bildiğimi düşünüyordum.

Bunu sorabileceğim herkese sormuş olsam da kimse bir şey bilmiyordu ve çok merak etsem de bir noktadan sonra üstelemeyi bırakmıştım. Epeyce kalın olan bir kitabı yerinden alıp heyecanla masaya doğru ilerledim. Tok bir sesle masayla buluşan kitabın kalın, kahverengi bir kapağı vardı ve üzerinde bir şey yazmıyordu. Çoşkulu bir merakla kapağını açtığım kitabı okumaya başladım.

Elfler kıtadan bağımsız bir adada yaşayan bilgisi oldukça yüksek olan aydınlık tarafın bir ırkıdır. Dış güzellikleriyle dikkat çeken elfler yay kullanma becerileriyle ünlüdür. Doğa ile iç içe bir yaşam sürdüklerinden şifa bilgisi en yüksek olan ırktır.

Gece Gezgini zamanın başlangıcından bu yana var olan ve türünün tek örneği olan oldukça güçlü bir ruhtur. Tüm evrende dilediği gibi seyahat eden Gece Gezgini gücünü dilekleri gerçekleştirmek için kullanır ve bir insan görünümüne bürünür. İstemediği sürece bulunamadığından hakkında çok fazla bilgi mevcut değildir. Dilekleri gerçekleştirmesi karşılığında çok büyük şeyler istediği de rivayet edilmektedir.

Okumayı bırakıp derin bir nefes aldım. Kitapta çok fazla şeyden bahsediliyordu; periler, beyaz geyikler, elfler ve Gece Gezgini. En çok ilgimi çeken de bu olmuştu. Her dileği gerçekleştirme gücüne sahip biri olduğunu öğrenmek bir an durup şu an en çok ne dilediğimi düşünmeme neden oldu. Dirseğimi masaya dayayıp elimi çenemin altına yerleştirirken bakışlarımı duvara diktim. Şu an en çok arzuladığım şey… Zahel’di

Görüntüsü gözümün önünde belirdiğinde kalbim tekledi. Geceyi andıran gözleri, keskin yüz hatları, mükemmel görünen vücudu ve kalbiyle şu an ve her zaman en büyük arzum o olacaktı. Bir an taze ıslanmış toprağı andıran kokusunu alır gibi oldum. Yüzümde hüzünlü bir tebessüm belirirken bakışlarım önüme düştü. Bu dileğim Gece Gezgini’nin bile gerçekleştiremeyeceği kadar imkansızdı, belki de değildi ama böyle bir şey yapamazdım. Onu ne kadar çok istesem de onun, gelmesini beklediği biri vardı ve bunu bozmaya hakkım yoktu. Düşüncelerimi uzaklaştırmak için başımı iki yana sallayıp raflardan aldığım başka bir kitabı açtım. Koruyuculardan bahsediyordu ve akıl almaz şekilde ilgimi çekiyordu.

Koruyucular binlerce yıl boyunca varlığını sürdürmüş düzenin ve dengenin sağlayıcılarıdır. Evrenin en kutsal varlıkları olarak kabul edilirler ve herkes tarafından saygı görürler. Tanrılardan daha büyük bir güce sahip olan koruyucular tanrıları yargılama ve hatta cezalandırma hakkına sahiptirler. Sahip oldukları bilgi ve becerileri gizli tuttuklarından haklarında çok fazla şey bilinmiyor.

Son cümleyi tekrar tekrar okudum ve her defasında hayal kırıklığına uğradım. Kitabın geri kalanında Işık ve Karanlığın savaşı anlatılıyordu ve koruyucularla ilgili başka bilgi yoktu. Kitapları elime alıp yerlerine bıraktıktan sonra raflar arasında dolaşmaya başladım. Duvara sabitlenmiş bir rafın önüne geldiğimde parmaklarımı kitapların üzerinde gezdirmeye başladım ve aniden tok bir gürültü koptu.

Korkuyla geri çekilirken duvarın içine doğru gömülen rafa dehşetle bakıyordum. Gürültüyle geriye çekilen raf yana doğru kaymaya başladığında açılan boşluğa öylece bakakaldım. Bu…gizlenmiş bir odaydı. Tüm kütüphane yeniden sessizliğe gömülürken içeri girip girmeme konusunda tereddüt yaşıyordum. Şüpheci gözlerle uzun uzun karşımdaki boşluğu inceledim. Her geçen saniye merakım artıyor ve ayaklarım beni içeri girmeye zorluyordu. Dayanamadım.

İçeri adım attığım anda bir anda duvarda asılı olan meşaleler alev aldı. Tedirginlikle ilerlerken küçük odada meşaleler ve karşımda duran taş platform dışında bir şey olmadığını fark ettim. Bir metre yüksekliğinde olan taş platformun üzerinde kalın bir kitap duruyordu. Her an bir şey çıkacak korkusuyla platforma doğru ilerlerken ne hızlanan kalp atışlarıma ne de ayaklarıma engel olabiliyordum.

Kalın bir kapağı olan kitabın üzerinde sayısız kabartma vardı. Dört köşesinde mor renkte minik taşlar ve tam ortasında da kar kristali şeklinde mor renkli bir sembol vardı. Parmaklarımı merakla sembolün üzerine yerleştirdiğim anda dehşetle geriye doğru sendeledim. Kitaptan tavana doğru keskin bir ışık dalgası fırlarken kalbim resmen boğazımda atıyordu. Tavana kadar uzanan mor renkteki ışık gözlerimi kamaştırırken kitabın havalandığını görmem ikinci bir şok dalgası yaşamama neden oldu.

Platformun yaklaşık on santim üzerinde havada asılı şekilde duran kitaba şaşkın şaşkın bakarken sayfalar kendiliğinden açılmaya başladı. Nerdeyse ortasına kadar sayfalar tek tek gözümün önünde kayarken bir kitaba bir de çıkışa bakıyordum. Kaçıp kaçmama konusunda kararsız kalırken sayfalar kaymayı bıraktı. Buradan hemen çıkıp gidebilir ya da merakımı gidermek için kitaba yaklaşabilirdim.

Kitaba yaklaştım. Bakışlarımı açılan sayfaya indirdiğimde farklı dilde yazılmış birkaç satırla karşılaştım. Şu ana kadarki her şeyden tuhaf olansa yabancı gibi görünen bu dili anlayabiliyor olmamdı. Kelimeleri ilk kez görüyor olsam da ne anlama geldiğini biliyordum. Sanki kötü bir şeye sebep olacakmış gibi satırları içimden okumaya başladım.

Işık ve karanlık tek bedende birleştiğinde acı içinde olan, kaderin çarklarını döndürmeye başlayacak. Asırlardır uyuyan uyanıp kıyameti yeniden yeryüzüne indirdiğinde yer ve gök kızıla boyanacak. Nehirlerden kan akıp gökten kızıl yağmur yağdığında her şeyi değiştirmek için tek ve son şans doğacak.

Son cümleyi okumamla birlikte kitap aniden tok bir sesle kapandı. Bu pek de iç açıcı bir kitap değildi hatta ürkütücüydü. Yaydığı ışık tamamen yok olurken yine platformun üzerinde duruyordu. Elimi uzatıp açmak istedim ama sanki sayfalar birbirine yapışmış gibiydi. Ne kadar denersem deneyim kitap açılmıyordu. Birden soğuk bir hissiyat tüm bedenime yayıldığında pes edip odayı ve kitabı son bir kez inceledikten sonra kollarımı kendime dolayıp çıkışa doğru ilerledim. Burası tüylerimi ürpertiyordu.

Çıktığım anda açıldığı gibi kapanan rafı şaşkınlık belirtisi göstermeden izledikten sonra bu günlük kütüphanede yeterince vakit geçirdiğime kanaat getirip kapının yolunu tuttum. Bir süredir, Nowa’dan aldığım eğitimlerin yanı sıra Valeria’dan da birkaç şey öğrenmek istiyordum. Akşam yemeğine kadar onun yanına gitmeye karar verip merdivenlere yöneldim.

Son basamağı indiğim anda karşımda beliren adama merakla bakarken kaşlarının ortasındaki alev sembolünü gördüğümde gözlerim kocaman oldu. “Ateş Tanrı’sına selam olsun.” Telaşla başımı öne eğmiş ve verdiğim selamın doğru olduğunu umuyordum. “Sen Silva’sın değil mi?” tereddütle başımı kaldırdığımda kehribar rengi gözleri, şarap kızılı saçları ve gülümsemesiyle karşılaştım. Güçlü bir duruşu vardı ama beni Zahel’i gördüğüm andaki kadar etkilememişti. Hatta Zahel’in yanından bile geçemezdi. Onun kudretinin iliklerime kadar kazındığını hissetmiş ama ateş tanrısının karşısında aynı şeyi hissetmiyordum.

“Evet.” Dedim sakin çıkmasını umduğum sesimle. Boyu Zahel’den birkaç santim kısa duruyor, dikkate değecek kadar yakışıklı ve kibar görünüyordu. Kendi içimde Nowa’nın dediklerinin doğru olup olmadığını sorgulasam da henüz bir kanıya varmam pek mümkün değildi. “Hakkında birkaç şey duydum. Biraz vaktin var mı acaba?” şaşkın şaşkın gözlerimi kırpıştırırken ne cevap vereceğimi bilmesem de bir tanrıyı reddetmenin pek de iyi bir fikir olmadığının farkındaydım.

“Evet tabi.” “O halde bahçeye çıkalım.” Yan yana yürüyorduk ve bahçeye çıkana kadar ikimiz de konuşmamıştık. Roan’ın yüzünde ılımlı bir ifade olmasına karşın kendimi açıklayamayacağım kadar tuhaf hissediyordum. “Burayı seviyor musun?” “Evet efendim.” Bakışlarımın önümden ayırmadan verdiğim tek düze cevap kulağa epey tuhaf geliyordu. “Lütfen bana Roan de.” Şaşkın şaşkın suratına baksam da başımla onayladım. Teklifi biraz da olsa rahatlamamı sağlamıştı.

Taş patikadan ilerlerken Roan’ın durmasıyla ben de durdum. Az ilerdeki güllere yaklaşırken onu merakla izliyordum. Kırılmış bir gülün önüne geldiğinde eğilip gülü aldı ve tekrar yanıma geldi. Parmaklarının arasında duran pembe gülü bana doğru uzattığında şaşkınlığımı gizlemeyi umarak gülümsemeye çalıştım.

“Yaşasa daha güzel olurdu ama zarif bir kadının elinde ölmesi de hoş bir kader olur.” Uzattığı gülü şaşkınlıkla alırken gülümsemeden edemedim. Beni geriyor olsa da iltifatı gerçekten hoştu. “Ateş Krallığı’na hiç geldin mi?” dediğinde tekrar yürümeye başlamıştık. “Hayır hiç gitmedim.” “O halde seni Ateş Sarayı’na davet ediyorum.” “İlk fırsatta gelmeye çalışacağım.” Dedim gülümseyerek. Bir an için buradan ayrılıp ateş diyarına gitsem mi diye düşünsem de bu fikirden anında vazgeçtim. Gidecek uygun bir yer bulana kadar burada kalmayı ve ilk fırsatta gitmeyi planlıyordum.

Güneş battığında akşam yemeği için geri dönüyorduk. Yarım saat kadar süren konuşmamızda Roan birçok farklı şeyden bahsetse de en çok Ateş Krallığı’ndan bahsetmişti. Şu ana kadar Nowa’nın bahsettiği gibi biri olduğunu gösteren bir şey yapmamıştı ama yine de yanında kendimi rahatsız hissediyordum. Belki de Nowa kıskançlıktan abartmıştı ve ben de onun söyledikleri yüzünden rahatsız hissediyordum.

Çoktan hazırlanmış masaya yaklaştığımızda Valeria ve Jieli dışında herkesin geldiğini fark ettim. Sanırım bu akşam bizimle yemeyeceklerdi. Geldiğimizi fark edip bakışlarını bize çevirdiklerinde aklıma gelen şey gözlerimin büyümesine neden oldu. Nowa gözleri kocaman olmuş halde bize bakıyordu, Ragaz’ın yüzünde memnuniyetsiz bir ifade vardı ve Zahel’den resmen elle tutulur bir tehdit yayılıyordu.

Çattığı kaşları ve kıstığı gözleriyle elimde tuttuğum güle bakıyordu. Telaşla elimde duran güle bakarken Roan gayet rahat bir halde masadaki yerini aldı. Üzerimde üç adamın bakışları varken elim ayağım resmen birbirine dolanmıştı. Bakışlarımı öne indirip yerime doğru ilerlerken yanaklarımın içini kemiriyordum. Nowa’nın diğer yanına oturan Roan ayağa kalkıp bana seslendiğinde başımı ona doğru çevirdim. “Buraya otur lütfen.”

Diğer yanındaki sandalyeyi çekmiş oturmam için bakan Roan’a bakarken Nowa bir anda öksüremeye başladı. Öksürükleri salonda yankılanırken aldığı suyu zorlukla içti. Bu sırada Ragaz ve Zahel’in buz gibi bakışları da Roan’a dikilmişti. Usul usul ilerleyip sandalyeye oturduğumda elimde duran gülü masaya bıraktım. Roan da yanımdaki yerini aldığında Nowa başını öne uzatmış tek kaşı havada kötü kötü bana bakıyordu. Ne yapayım dercesine omuzlarımı silkip tekrar önüme döndüm.

“Silva’yı Ateş Sarayına davet ettim.” Diyerek söze giren Roan’a şaşkınlıkla baktım. Başını bana çevirip konuşmasına devam etti. “O da teklifimi kabul etti.” Roan’ın arkasından başını uzatmış bana bakan Nowa’nın gözleri resmen fal taşına dönmüştü. Bir ona bir Roan’a bakarken şaşkınlıktan ağzımı açamıyordum. “Silva’nın sizinle gelmek istediğini sanmıyorum.” Duyduğum ses bin yıl düşünsem aklıma gelmeyecek birine aitti. Ragaz.

Kesinlikle Roan’dan hoşlanmıyor ve bunu açıkça belli ediyordu. Şaşkınlığım nutkumun tutulmasına neden olurken Ragaz’ın kendinden emin olarak söylediklerine hala inanmıyordum. Roan’la bir yere gitmek istemediğim doğruydu ama Ragaz’ın bunun farkında olması kesinlikle beklemediğim bir şeydi. “Baş muhafız da olsan tanrıların işine karışamazsın Ragaz Mortwus.” Aldığı cevaptan sonra elindeki kaşığı sıkan Ragaz her zamankinden daha korkutucu görünüyordu.

Gözlerim tedirginlikle Zahel’e kaydığında masanın üzerinde duran ve sıkmaktan parmak boğumları bembeyaz kesilen yumruğunu gördüm. Ragaz’ın aksine hislerini çok iyi gizlese de öfkeli olduğunu anlayabiliyordum. Eğer farklı koşullar altında olsaydık kesinlikle kıskandığını düşünebilirdim. Bir anda salonu kulak tırmalayan bir gıcırtı doldurdu. Zahel bir hışımla sandalyesini geriye itip ayağa kalkmış bakışlarını Roan’a sabitlemişti. “Konuşmamız gereken meseleler var Roan.”

Arkasını dönüp merdivenlere yöneldiğinde Roan bana kısaca gülümseyip peşinden gitti. Daha onlar uzaklaşmadan Ragaz da masadan kalktığında Nowa’yla baş başa kaldım. “Bu da neydi Silva?” “Hiçbir şey. Daveti kabul ettim ama gerçekten gideceğimden falan değil. Belki giderim dedim geçiştirmek için.” Baş ve işaret parmağıyla burun kemiğini ovuştururken bir süre sessiz kaldı. “O şerefsizden uzak dur Silva.” Uyarısından birkaç dakika sonra Nowa da gittiğinde ben de kalkıp Valeria’nın odasının yolunu tuttum.

“Gir!” içeri girdiğimde bağdaş kurmuş halde yerde oturan Valeria’yla karşılaştım. Oda ne olduğunu bilmediğim sayısız malzemeyle doluydu. Bazı bitkiler, cam şişelerde farklı renklerde sıvılar, sol tarafta bir şömine ve şöminenin üzerine asılmış bir kazan vardı. “Seni beklemiyordum Silva.” Bağdaş kurup karşısına oturduğumda yüzünü daha iyi görebilmem için hafifçe başını kaldırdı. Sarayda bile pelerini ve başındaki kapüşonu çıkarmıyordu. Nedeni sorduğumda enerjisinin dağılmasını önlemek için böyle giyindiğini söylemişti.

“Şey aslında ben senden bir şeyler öğrenmek istiyorum.” “Ne gibi şeyler?” “Senin gibi büyü yapamayacağımı biliyorum ama yapabileceğim her şeyi öğrenmek istiyorum.” Açıklamamdan sonra bir öğretmen edasıyla gülümsedi. “O halde ilk olarak kendi enerjini görmeni sağlayabiliriz.” Heyecanla ona bakarken hevesle duruşumu düzeltip can kulağıyla anlattıklarını dinledim. “Her ruhta az ya da çok enerji vardır ve buna ulaşmak pek kolay değildir. Şimdi gözlerini kapatman ve kendine odaklanman gerekiyor.” Hızlıca gözlerimi kapatıp dinlemeye devam ettim.

“Dış dünyadan tamamen kopman gerekiyor. İçindeki enerji düşün, neye benzediğini hayal et ve konsantrasyonunu kaybetmemeye çalış.” Dediklerini yapmaya çalıştım. İçimde bir enerji olduğunu düşünüp kendimi onu hayal etmeye zorladım ama ne kadar denersem deneyeyim başaramadım. Valeria bir yandan odaklanmama yardım etmek için ara sıra konuşuyor bir yandan kendi işleriyle ilgileniyordu ama çıkardığı sesler sürekli dikkatimi dağıtıyordu.

“Sesler dikkatimi dağıtıyor.” “Biliyorum.” Aldığım cevap gözlerimi açıp şaşkın şakın havanda bir şeyler ezen Valeria’ya bakmama neden oldu. “Sesleri ve diğer her şeyi görmezden gelebilmen lazım yoksa başaramazsın.” “Peki başardığımı nasıl anlayacağım?” “Çok basit dış dünyandan soyutlanmış olacaksın ve enerjini göreceksin.” Derin bir nefes alıp tekrar gözlerimi kapadım. Geçen birkaç saatin sonunda aynı pozisyonda durmaktan her yerim ağrımaya başlamıştı. Hareket etme dürtüsü vahşetle içimi kemirirken bunu görmezden gelmeye çalışıyordum.

Geceye yarısını çoktan geçtiğini düşünmeye başladığımda pes etmeme ramak kalmıştı. Uyumak üzereymişim gibi hissetmeye başladığımda vücudumu saran bir ürperti gözlerimi açmama neden oldu. Tam karşımda mor renkte bir küre belirdi ve anında yok oldu. Tıkırtı sesleri yeniden kulaklarımı doldurduğunda aslında açmadığım gözlerimi sevinçle açıp ayağa kalktım. “Başardım.” Mutlu mutlu gülümserken tüm vücudumu saran ağrı inlememe neden oldu.

“Şimdilik gidip yatsan iyi olur. Yarın ne gördüğünü anlatırsın.” Başımla onaylayıp odadan çıktığımda tek istediğim bir an önce yatağıma kavuşmaktı. Büyük salona ulaşmamı sağlayacak koridorda yürürken resmen bir gözüm kapalı ilerliyordum. Her yerim uyuşmuşken yürümek pek de kolay değildi. Attığım her adımda karıncalanan bacaklarımın düşmeme neden olmamasını umut ediyordum. Bir adım daha attım ama dengemi sağlayamadım. Düşmemek için savaş verirken birinin koluma dolanan parmaklarını hissettim. Dengemi sağlayıp beni tutan kişiye baktığımda gözlerim nerdeyse yerinden çıkacaktı.

“Dikkat et.”

Loading...
0%