@anksiyeteliyazar
|
Keyifli okumlar:) Oy verip yorum yapmayı unutmayın. Silva Kendimi üzerimde koca bir kaya varmış gibi hissederken birbirine kenetlenmiş gözlerimi aralamaya çalıştım. “Demek uyandın.” Suyun altından geliyormuş gibi olan ses kulaklarımın çınlamasına neden olduğunda yüzümü buruşturdum. Açtığım gözlerim başta bir şey görmeme izin vermiyordu ama sonra görüntüler ağır ağır netleşmeye başladı. Çarpık ve birbirine karışan görüntüler anlamlı bir hale bürünürken zihnimde cereyan eden hatırlar kafamın içinde uğuldamaya başladı. Korku müthiş bir hızla kalbimin ritmini bozduğunda sertçe yutkundum. Aklımdan türlü türlü ihtimal geçerken nihayet görüşüm tamamen düzeldi ve karşımda biri belirdi. Ellerini arkasında birleştirmiş dimdik duruşu ve ateş püsküren gözleriyle bana bakıyordu. Hava Tanrısı Öne düşmüş başımı güçlükle kaldırdığımda hareket edemediğimi fark ettim. Bomboş bir odanın ortasında duran gri renkte bir kolona kalın iplerle bağlanmıştım. Ayaklarım krem rengi mermer zemine temas ederken kollarım iki yanımda sertçe sabitlenmiş vaziyetteydi. Göğsümden başlayıp dizlerime dek inen ipler bedenimi kolonla bütünleştirmek ister gibiydi. Hava tanrısının biraz gerisinde bellerinde kılıçla iki muhafız duruyordu ve beni tam olarak anlayamadığım bir ifadeyle süzüyorlardı. Bakışlarında gördüğüm şeyin tereddüt ya da gerginlik olduğunu varsaysam da tam olarak emin olamıyordum. Yanıma yaklaşan hava tanrısı bir anda sertçe çenemi tuttuğunda inledim. “Konuş!” dedi ateş saçana bir ifadeyle. Resmen kudurmuş bir köpeği andırıyordu. Bir tanrı hakkında böyle düşünmem belki yanlıştı hatta günah olarak bile görülebilirdi. Lakin durumu izah edecek başka bir kelime yoktu ve yanlış olması da günah olması da pek umurumda değildi. Zira günaha girmeye alışıktım ben. Diyara gelmeden önce yaptıklarım günahtı, Zahel’in başkasını ait olduğunu düşündüğüm anlarda onu arzulamam günahtı belki de değildi. Ancak bir tanrıya kötü söz etmem günahtı, yüksek sesle dile getirmemiş olsam da. “Ne istiyorsun?!” dedim dişlerimin arasından. “Suikastçı sen misin?” bu bir soru değildi, zaten emin olduğu bir şeyi doğrulamamı ve böylelikle tatmin olmasını sağlamamı istiyordu. Ne yazık ki bunu yapamam saygı değer hava tanrısı. “Suikastçı falan değilim.” dedim sıktığım dişlerimin arasından. “Yalan söylüyorsun!!” diyerek bağırırken elinin tersiyle suratıma sert bir tokat attı. Başım yana doğru savrulurken beklenmedik acı iki büklüm olmama neden oldu. Günahlardan bahsediyorsak şayet hava tanrısının bu yaptığı katıksız günahtan başka bir şey değildi. Suçsuzdum, suçsuz olduğumun o da gayet farkındaydı ve yine de bana vurmayı seçmişti. Haksız yere bir insanın canı yakmak başlı başına bir günahken bir tanrıçaya vurmanın günahı kim bilir ne kadar büyüktü, üstelik bunu yapan da bir tanrıydı. Başımı kaldırdığım anda tekrar çenemi kavradı. Ateş saçan suratı suratıma öyle yakındı ki… “Suikastçı sensin ya da ona yardım ediyorsun ve Zahel de sana yardım ediyor değil mi?!!” resmen öfkeden gözü dönmüştü. Herkesin içinde zehri koyanın ben olmadığım ortaya çıkmıştı ama hava tanrısının buna inanmadığı ya da inanmak istemediği su götürmez bir gerçekti. Asırlar boyunca yakalamayı beceremediği suikastçıya duyduğu öfkesine benden çıkarmak niyetindeydi. “Ben hiçbir şey bilmiyorum!!” dedim her kelimenin üstüne basa basa ve bir tokat daha yedim. Hava tanrısı bir adım geri çekilirken ben de yana düşen başımı güçlükle kaldırabildim. Duruşum ve tavrımdan ödün vermiyor olmama rağmen üst üst tokat yiyen yanağım alev alev yanıyordu. Öyle ki gözümde biriken yaş akmasın diye dişlerimi sıkıyor canımın yandığını belli etmemeye çabalıyordum. Ne var ki ne denli çabalarsam çabalayayım kızaran yanağımı gizlememin bir imkânı yoktu ve hava tanrısının uğursuz bakışıkları da kızarttığı yanağımda geziniyordu. Gözlerinde kibirli bir ifade ışıldarken suratında tatmin olmuş bir ifade peyda olmuştu. Karşımda duranın kutsal tanrılardan biri olduğuna inanmakta güçlük çekiyordum ve inancım geçen her saniyeyle birlikte biraz daha sarsılıyordu. “Bir tanrı için fazla cahilsin.” dedim korkamadığımı belli edercesine. Zira korkmuyordum ve Hava Tanrısının da bunu anlamasını istiyordum. “Ne dedin sen?!!” kaşları çatılmış suratındaki öfke dolu ifade daha da kararmıştı. Kızaran yanağımın yarattığı tatmin dolu ifadesi bir anda silinivermişti. Kızgınlıkla alıp verdiği soluklar burun deliklerinin genişleyip küçülmesine neden olurken dudaklarını sertçe birbirine bastırdı. Keyifli bir kahkaha attım nerde ve ne vaziyette olduğumu umursamadan. Bu dünyaya gelmeden önce ne kadar ürkek olduğumu hatırladım. Çoğu şey beni kolayca korkuturdu ama bu diyara adım attığımdan beri eski benin değiştiğini hissediyordum. Bunun en bariz örneği de artan cesaretimdi. Ansızın olağan üstü bir güce sahip olmamıştım ama kendimi zayıf ve korkak da hissetmiyordum ve bu oldukça tatmin ediciydi. Tüm bu cesaretim ve gücümün kaynağı ise Zahel’den başkası değildi. Nowa’dan eğitim almamı sağlayıp bedenimi güçlendirmesinin yanı sıra beni ruhen de oldukça etkilemişti. Onu daha ilk gördüğüm anda gücünü ve cesaretini nerdeyse elle tutulur şekilde hissetmiştim. Beni uçurumdan düşmekten kurtardığı o gün ben de onu kurtarmak istediğimi hissetmiştim. Neyden kurtaracağımı hala bilmesem de bu kendimi güçlü hissetmemi ve cesur olmamı sağlamıştı. “Kaç yaşında olduğumdan haberin var mı?” dedim alay edercesine. Yumruklarını şiddetle sıkan hava tanrısının öfkesi alaylı tavrım karşısında daha da artmıştı. Ancak durum alay edilmeyecek gibi değildi. Koskoca bir tanrı yeterli bilgi edinmeden yargısız infaz yapıyor, yetmezmiş gibi bir de kuduz bir köpek gibi davranıyordu. “Sadece yirmi iki yaşındayım.” dedim ve iğneleyici ses tonumla konuşmaya devam ettim. “Sizin şu…kaçtı?” bir saniye düşünür gibi yapıp devam ettim. “Dört yüz yıldır arayıp bulamadığınız suikastçı olmak için biraz küçük kalıyorum.” Cümlemi tamamlar tamamlamaz suratıma inen tokat dişlerimi sıkmama neden oldu. “Zırvalamayı kes!!!” sesi kulaklarımı sızlatırken boş odada defalarca yankılandı. “Akıl alır gibi değil. Koskoca bir tanrı kanıtı olmadan beni suçluyor, muhafızlarına beni kaçırma emri veriyor.” Duraksayıp alayla sırıttım ve devam ettim. “Gerçi muhafızlarınız başarılı olmadığı gibi, büyücünüzü de koruyamadılar.” Hava Tanrısı doğuştan asabi bir kişiliğe mi sahipti yoksa bu tavırları suikastçı meselesine özel miydi emin olamıyordum. Emin olduğum tek şeyse ondan kesinlikle hoşlanmadığımdı ve bu yaptıklarının bedelini günün birinde muhakkak ödetecektim. Sinirden gözü dönen Hava Tanrısı yaklaşıp saçlarımı sertçe çektiğinde dudaklarımdan acı dolu bir inilti kaçtı. Dişlerimi birbirine bastırırken gözlerimi sıkıca yumdum. “Babamın intikamını alacağım!!” dedi dişlerinin arasından ve tuttuğu saçlarımı hızla bırakıp geri çekildi. “Dört yüz yıldır almayı beceremediğin intikamı masum birinden mi alacaksın?” “Masum değilsin!!” dedi gürleyerek. “Suikastçıyla hiçbir alakam olmadığını gayet iyi biliyorsun.” dedim Alakam olmadığının gayet farkındaydı ama yıllardır içinde biriktirdiği öfke ve intikam arzusunu bana yönlendiriyordu. Muhtemelen yıllardır suikastçıyı yakalayamamış olmanın hissettirdiği yetersizlik de durumunu körüklemişti ve eline geçen ilk kişiye, yani bana öfkesini kusmaya başlamıştı. “Ayrıca…” dedim, amacım kesinlikle damarına basmaktı. Yanardağ patlamasını andıran öfkesinin daha da artacağını ve bunun canımın yanmasıyla sonuçlanacağını bilsem de umursamadım. Fiziksel acılar eninde sonunda geçerdi ancak kırılan bir gururun acısı kolay kolay dinmezdi. “Tüm bu yaptıkların bir tanrıya yakışmıyor.” Duruşumu iplerin el verdiği ölçüde dikleştirip kınayan bir bakışla Hava Tanrısını süzdüm. “Ancak seviyeni ya da seviyesizliğini düşününce tam da senden beklenecek eylemler bunlar.” Belki bu söylediklerim yüzünden ölebilirdim ancak söylemeden yapamazdım. Kesinlikle ilahi doğasına yakışmayan asabiyeti ve düşüncesiz davranışları sinirlerimi zıplatıyordu. Mümkün olsa bu yaptıklarından dolayı onu yıldırımlara maruz etmek isterdim. En az kendi kadar asabi olan yıldırımlarla iyi vakit geçireceğinden hiç şüphem yoktu. Gerçi Hava Tanrısı olduğunu düşünürsek normal yıldırımlar yüksek ihtimalle canını yakmazdı. Olası bir darbe için kendimi hazırlarken beklediğim şey gerçekleşmediği gibi beklemediğim bir şey oldu. “Efendim bu yaptığınız doğru mu?” tedirgin çıkan ses arkada duran muhafızlardan birine aitti. Ancak dün hava tanrısına eşlik eden ya da beni kaçırmaya çalışan muhafızlardan değildi. Hava tanrısı arkasını döndüğünde muhafızın korkuyla yutkunduğunu gördüm. Tüyler ürperten bir sessizlik oluşurken muhafız güçlükle konuşabildi. “Efendim ben…döndüğünüzde Leo’dan duydum Tanrı Zahel’i zehirlemeye çalışan bir hizmetçiymiş. Ayrıca…” duraksadı muhtemelen hava tanrısı onu öldürmek istiyor gibi bakıyordu. Bahsettiği Leo hava tanrısına eşlik eden muhafızlardan biri olmalıydı ve anlaşılan ağzı da pek sıkı değildi ama bu şu an bu biraz da olsa işime yaramış gibi görünüyordu. Tereddüt eden muhafız destek almak istercesine yanındaki muhafıza baktı ama o da onun kadar tedirgin görünüyordu. Umduğu desteği bulamasa da konuşmasına devam etti. “O bir Tanrıça. Ölüm tanrısı bunu duyarsa hiç iyi olmaz.” Muhafızın sesi öyle tedirgin çıkıyordu ki korkusunu ben bile hissedebiliyordum. “Zahel’den korkuyor musun?” dedi Hava Tanrısı ürpertici bir ses tonuyla. Muhafızın yutkunduğunu gördüğümde Zahel’den korkup korkmadığına dair fikrim olmasa da şu an korktuğuna emindim. Gözlerini kaçıran muhafız cevap vermedi. “Sence Zahel benden daha mı güçlü?” Hava Tanrısının tavırları ve ses tonu fazlasıyla tekinsizdi, resmen bir psikopat gibi davranıyordu. Sorusunun cevabını ise bilmiyor ve merak ediyordum. Tanrılar arasında daha güçlü olan var mıydı gerçekten ve şayet varsa bu kişi Zahel miydi? Muhafız sessiz kaldığı için merakımı gideremedim ve onun için üzülmeden edemedim. Haddinden fazla asabi olan Hava Tanrısının gazabına uğrayacak gibi görünüyordu. Ağır adımlarla muhafıza yaklaşan hava tanrısı durduğunda küçümseyici bir tonda konuşmaya başladı. “Zahel kim biliyor musun? Gücü olan ama onu kullanmayı beceremeyen ezik ve zavallı bir Ölüm Tanrısı. Belki de Wienor tarihinin gördüğü en aciz tanrılardan biri.” İşittiklerim öfkemi öyle bir körükledi ki zihnimde o lanet dilini kopardığıma dair tekinsiz görüntüler belirmeye başladı. Cümlesini tamamlar tamamlamaz elini öne doğru uzattığında muhafızın ayakları yerden kesildi. Görünmez bir el boğazını sıkıyormuşçasına ellerini boğazına götüren muhafız ağzını açmış hava alabilmek için umutsuz bir çaba veriyordu. Dehşet içinde bir tanrının yaptıklarını izlerken hızla savrulan muhafızın bedeni sertçe zemine düştüğünde öfkem resmen ete kemiğe büründü. Bir tanrının kendi halkından birine üstelik de ona hizmet eden birine bunu yaptığına inanmıyordum. Akıl almaz bir öfke kanımı fokurdatırken ağır adımlarla bana doğru döndü. İki vahşi hayvan gibi birbirimizi süzüyorduk. “Seni söylediklerine pişman edeceğim!!!” tehdidimden zerre etkilenmeyen tanrı avucunu açıp kolunu öne doğru uzattığında avucundan fışkıran gri renkteki enerjisi hızla bana doğru yaklaşıp boğazımı sıkmaya başladı. “Tekrar söylemeyeceğim! Konuş!!” boğazımdaki baskı giderek artarken konuşmayı geçtim nefes dahi alamıyordum. “Efendim!” kapı gürültüyle açılırken içeri telaşlı görünen başka bir muhafız girdi. Boğazımdaki baskı bir anda yok olduğunda güçlükle soluk alabildim. “Ne var?!” “Önemli bir haber geldi efendim.” Hava tanrısı bana son kez bakıp gelen muhafızla birlikte şüpheli bir ifadeyle hızla odadan çıktığında güçlükle aldığım soluklarımı arasında ne yapacağımı düşünmeye başladım. Bu son olsa iyi olurdu, önüne gelen tarafından kaçırılmak sinir bozucu olmaya başlamıştı. Öksürerek yerde debelenen ve ona yardım etmeye çalışan muhafıza baktım. Anladığım kadarıyla tanrılarının yaptıklarını pek onaylamıyorlardı. Belki bana yardım ederler. “Beni çözebilir misiniz?” dedim umut dolu bir ifadeyle. İkisi de tereddütle birbirine bakarken uzun bir sessizlik oldu. “Üzgünüm Tanrıça, bunu yapmayı çok isterdik ama yapamayız.” Şimdiye kadar sessiz olan muhafızın yanıtı omuzlarımın düşmesine neden oldu. “Ancak kurtulmayı başarırsanız da size engel olmayız.” Hala nefesini toplamaya çalışan muhafızın sözleri umutlanmamı sağlasa da bu iplerden nasıl kurtulacağımı bilmiyordum. Bakışlarım sol elime kaydığında boşluk yüzüğümün içinde bir kılıç olduğunu hatırladım. Nowa ne olur ne olmaz diye yüzüğün içinde her zaman birkaç silah bulundurmamı istediği için minnettardım. İpler yüzünden iki yanıma sabitlenmiş ellerimi hareket ettirmeye çalıştım ama bu umduğum kadar kolay olmuyordu. Bacaklarımın üzerinden birbirine ulaşmaya çalışan ellerimi ipler yüzünden güçlükle hareket ettirebiliyordum. Derin bir nefes alıp içimdeki tüm gücü son kırıntısına kadar kullandım. Sağ elimin parmak uçları yüzüğe temas ettiğinde içindeki kılıcı hayal ettim, kabzası elimde belirdiğinde ise düşmemesi için hızlıca parmaklarımı etrafına sardım. Kılıcı ucu yere bakacak şekilde tutarken diğer elimi de kının etrafına doladım. Aşağı doğru güçlükle ittirdiğim kın kulak tırmalayan bir çınlamayla yere düştüğünde heyecanla bileğimi kendime doğru büküp kılıcı iplerin üzerine sürtmeye başladı. Bir parça kesildiğinde kolumun hareket alanı da genişlemişti. Tüm iplerden kurtulduğumda önce yere düşen kını aldım ardından kılıcımı sıkı sıkıya kavrayıp kapıya doğru yöneldim. “Gitmeme izin verecek misiniz?” kapının iki yanında duran muhafızlara şüpheyle baktım. Kılıcımı onlar üzerinde kullanmak zorunda kalmak istemiyordum. “Engel olmayacağız demiştik.” Kapıdan uzaklaştıklarında onları son bir kez süzüp dışarı çıktım. Şimdi boş bir koridorda duruyordum ve nereye gideceğim hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Kılıcımı sıkıca tutarken şansın benden yana olmasını umarak yürümeye başladım. Bir dönemece geldiğimde başımı uzatıp kimse var mı diye kontrol ettim. Neyse ki görünürde kimse yoktu. Gitmek için yeltendiğim anda omzumda birinin dokunuşunu hissettim. Eş zamanlı olarak arkama dönüp kılıcımı karşımda duran kişinin boynuna dayadığımda dehşet dolu bir ifadeyle bana baktı. “Siz Ölüm Tanrıçasısınız değil mi?” evet, o ben oluyordum ama cevap vermedim. “Buradan çıkmanıza yardım edebilirim.” “Nasıl?” kılıcı daha rahat konuşabilmesi için boynundan biraz uzaklaştırsam da temkini elden bırakmaya niyetim yoktu. “Bu halde sizi hemen tanırlar ama ben hizmetçilerden biri gibi görünmenizi sağlayabilirim. Beni takip edin.” dediğinde kılıcımı biraz daha geri çektim. Kıstığım gözlerim ve şüphe dolu ifademle kızı baştan aşağı süzdüm. Koyu sarı tonlarında kıvırcık kısa saçları, mavi gözleri, kemerli bir burnu ve ince dudaklarıyla yeterince masum görünüyor olsa da bana yardım etmek istemesi şüpheli gelmişti. Anladığım kadarıyla burada çalışan hizmetçilerden biriydi, yani sadakati ve bağlılığı hava tanrısınaydı. Ayrıca Hava Krallığının halkından biri olduğu için hava tanrısını bir bildiği olduğunu düşünüp burnunu sokamaması gerekirdi. Tüm bunlara rağmen bana yardım etmek istediğine göre ya her işe burnunu sokan biriydi ya da kendi çıkarını gözetiyordu. “Neden yardım etmek istiyorsun?” “Her ne kadar Efendi Aeros’a bağlılık göstersem de bir tanrıçaya bu şekilde davranmasını doğru bulmuyorum.” Açıklaması şüphelerimi gidermediği gibi arttırmıştı da. “Yani sadece ahlaki değerleri olan biri olduğuna mı inanmalıyım?” dedim güvensizliğimi açıkça belli ederek. “Aslında…” diyerek başladığı cümlesini şüpheyle dinledim. Bakışları önüne düştüğünde zemine bakmaktan ziyade geçmişten bazı hatıralarını anımsamaya çalıştığını anlamam zor olmadı. “Zamanında Tanrı Zahel’in bana büyük yardımı dokunmuştu. Şimdi sizi buradan çıkararak ona olan borcumu ödemek istiyorum.” Ruh halim yüz seksen derece dönerken bir süre sessiz kaldım. Duyduklarım duymayı beklediğim son şeyin yanından bile geçmiyordu. Zahel’in bu kıza hangi konuda yardım etmiş olabileceğini merak etsem de şu anki önceliğim bir an önce buradan çıkmaktı. Öte yandan ansızın içimde peyda olan yanma hissini de engel olamamıştım. Sanki birisi gelip kalbimin üzerine koca bir köz parçası bırakmıştı. Bu tepkinin nedenini biliyordum, bu hissin adını biliyordum; kıskançlık. Kanım harlı bir ateşin üzerindeki su misali fokurdarken kılıcımın kabzasını haddinden fazla sıktığımı fark ettim. Yanaklarım şimdi az önce yediğim tokatların etkisinden daha fazla kızarmıştı. Habis görüntüler zihnimde uğursuzca dans ederken burnumdan soluyor dişlerimi sıkmaktan kendimi alamıyordum. Zahel’in başka bir kadınla yakın olduğu, ona yardım ettiği ve belki de daha fazlasına dair iğrenç düşünceler kafamın içini doldururken öfkem hava tanrısınınkinden katbekat büyüktü. Ölüm Tanrısı mühürlüsünü eşi görülmemiş bir sadakatle bekliyor demek, bir geri döneyim bu yardım etme olayının hesabını soracaktım. Tabi bunun için önce içimdeki hizmetçi kızı saçından tutup sürükleme isteğini bastırmam gerekiyordu. “Peki, yürü hadi.” Kız önümde hızlı adımlarla yürümeye başladığında ben de arkasından yürüyordum. Şüphelerim belli oranda azalmış olsa da kılıcım hala elimdeydi, tek yanlış hareketinde sırtına saplayabilirdim. Kısa yürüyüşümüz olaysız geçerken hizmetçi kız odalardan birine girdiğinde şüpheyle ona baktım. Tuzak olabilir miydi? “Dediğim gibi Tanrı Aeros’a içtenlikle bağlı olsam da bir tanrıçayı kaçırıp işkence etmesi doğru değil. Bu asla yapmaması gereken bir yanlıştı.” Samimi görünüyordu. İç güdülerime güvenerek içeri girdiğimde kapı ardımdan kapandı. “Hadi bunları giyin.” Elime üzerindekilere benzer bir kıyafet tutuşturdu. Uzun lacivert elbiseyi hızla giydikten sonra verdiği beyaz önlüğü de hızlıca bağladım. “Sizi çıkışa kadar götüreceğim. Başınız öne eğik olsun ve ne olursa olsun kaldırmayın.” Kız kapıya yöneldiğinde kılıcımı yüzüğe koyup onu takip ettim. Açmak için kapının kolunu kavradığında elimi omzuna yerleştirip durmasını sağladım. Ne oldu dercesine bir ifadeyle dönüp bana baktığında yapmayı planladığım şeyi bir kez daha gözden geçirdim. Buraya kadar geldikten ve o sinir hastası tanrıya maruz kaldıktan sonra elim boş gitmek istemiyordum. Telaşla gelip önemli bir haber geldiğini söyleyen muhafızın getirdiği haberi en az hava tanrısı kadar merak ediyordum. “Beni Hava Tanrısının odasına götür.” dedim kendimden emin bir ifadeyle. Kızın suratı garip bir hal alırken duyduklarına inanamıyormuş gibi görünüyordu. “Ne?” dedi şaşkınlığını açıkça belli ederek. “Bir çalışma odası olmalı öyle değil mi? Beni oraya götür.” Kızın gözleri kocaman açılırken uzun uzun suratıma baktı. “Üzgünüm Tanrıça bunu yapamam.” Aldığım cevaptan memnun olmayarak kaşlarımı çattım. “Neden?” “Benden Efendi Aeros’a ihanet etmemi istiyorsunuz. Ne yazık ki bunu yapmam.” “Bana yardım ederek de ihanet etmiş olmuyor musun zaten?” kızın bakışları yere düşerken bir süre ne diyeceğini düşündü. Bense parmaklarımı boşluk yüzüğüne doğru götürdüm. Bu işin güzellikle olmasını sağlayamıyorsam zorla olmasını sağlayacaktım. “Bakın Efendi Aeros’un yaptığı yanlış. Eşiniz durumdan haberdar olduğunda Efendim sorun yaşayacaktır. Sizi buradan çıkararak hem Tanrı Zahel’e olan borcumu ödüyorum hem de olası sorunlardan Efendi Aeros’u koruyorum. Sizin isteğiniz ise açık bir ihanet, bunu yapamam.” Söylediği onca şey arasında bir tek eşiniz kelimesine takıldım. Eşim, Zahel benim eşimdi. Tüm olanlara ve yaptıklarına rağmen bu değişmez bir gerçekti. Zahel benim en büyük dileğimdi ve dileğim gerçek olmuştu ama hayat acı çekmeden mutlu olmaya izin vermiyordu. Kızın gözleri fal taşına dönerken sertçe yutkundu. Fark ettirmeden yüzüğümdeki hançeri çıkarıp boğazına dayadığımdan bu tepkisi. “Gerçekten üzgünüm. Böyle yapmak istemezdim. Şimdi beni o odaya götür… lütfen.” Tavırlarım tehdit edici olsa da bu gerçekten yapmak istediğim bir şey olmadığından bunu sözcüklerle ifade ettim. Kızı korkutmak ya da tehdit etmek istemezdim ama asabi tanrıya gelen o haberin ne olduğunu öğrenmek istiyordum. Kız korkuyla bir kez daha yutkunduktan sonra boğazına dayadığım hançerin imkân verdiği ölçüde başını salladı. Hançeri usulca boğazından çektiğimde yürümesini işaret ettim. Tedirginliği her halinden belli olan kız odadan çıktığında ben de peşinden çıktım. Hançerimi elbisenin uzun kolunun içine itekleyerek gizlemiş arkasından ilerliyordum. “Tanrıça!” dedi fısıltıyla. Konuşması için sessiz kaldım. “Sizi odaya götürsem de içeri girebileceğinizi garanti edemem.” “Nasıl yani?” dedim anlamayarak. “Efendi Aeros çalışma odasını gücüyle mühürledi. İçeri sadece izin verdiği kişiler girebiliyor. Yani o odaya girebilmek için kapının açık olmasını umut etmeniz gerekiyor ancak bu imkansıza yakın bir ihtimal.” Bakışlarım derin bir karanlığa gömülürken yürümeye devam ettik. “O halde kapının açık olmasını umut edeceğim.” dedim. Şansın ne denli benden yana olacağını kestiremiyordum. Lakin başarı olasılığı küçükte olsa bunu deneyecektim. Beni kaçıran tanrıdan ben de bilgi kaçıracaktım. Yukarı çıkmayı sağlayan kavisli merdivenin önüne geldiğimizde tek tek basamakları tırmanmaya başladık. Şu ana kadar birkaç hizmetçiyle karşılaşmış olsak da bir sorun yaşamamıştık. Saray beklediğimden çok daha büyük ve abartılı denecek derecde gösterişliydi. Tavanda, duvarlarda ve hatta zeminde bile bol bol altın rengin yoğun olduğu işleme ve çizimler vardı. Dekorasyon için kullanılan eşyalardan tutun da şamdanlara kadar her şey fazla gösterişliydi. Diğer tanrıların sarayları da bu denli gösterişli miydi yoksa bu hava tanrısının saçma bir güç ve üstünlük gösterme çabasının sonucu muydu tam olarak kestiremiyordum. Orayı evim olarak gördüğümden mi yoksa gerçekten böyle düşündüğümden mi emin olamasam da benim için en güzel saray Ölüm Sarayı’ydı. Orası bana yuva sıcaklığı hissettirmesinin yanı sıra hem sade hem de göz kamaştırıcıydı. Şöyle bir bakıldığında yapımı için sarf edilen çaba hemen fark edilirdi, insanı rahat hissettiren bir saraydı. Burası ise özensiz bir çabayla altın renklerine boğulmuştu ve kesinlikle insanı rahat hissettirmiyordu. Uzun merdiven bir türlü bitmek bilmezken güçlü adımlarla merdivenden inen muhafızı gördüğümde telaşla başımı eğip saçlarımın yüzümü yeterince gizlemesini sağladım. Bu beni kaçırmaya çalışan muhafızlardan biriydi. Yanımızdan geçtiğinde rahat bir nefes alacaktım ki adım seslerinin kesildiğini duydum. Göz ucuyla baktığımda arkamdaki basamakta durmuş bize bakıyor olduğunu fark ettim. “Nereye gidiyorsunuz?” gerginliğim giderek artarken kolumun içindeki hançerin ucunu tam önümde duran kızın sırtına değirdim. Hafifçe gerilse de tavrını korumayı becerip muhafıza doğru döndü. “Misafir odalarının çarşaflarını değiştireceğiz.” Aldığı cevaptan sonra muhafız sessiz kalsa da inatla gitmeyi reddediyordu. Temkinli şekilde başımı hafifçe çevirip baktığımda muhafızın dalgın vaziyette önümdeki kıza baktığını fark ettim. Önüme döndüğümde ise kızın içinde bulunduğu vaziyete rağmen minik bir tebessümle gözlerini kaçırdığını fark ettim. Yok artık. “Şey…ben dışarıda olacağım. İstersen işini bitirince yanıma gelebilirsin.” Kız yanakları kızarmış halde onayla başını salladığında nihayet inatçı muhafız yürümeye devam etti ve biz de kaldığımız yerden yolumuza devam ettik. Sevgi nerede, ne durumda olursa olsun bir şekilde ortaya çıkıyordu işte. “Geldik.” Gerginliğimden dolayı bir asır sürmüş gibi hissettiren yürüyüşümüz sonlandığında iki kanatlı büyük bir kapının önünde duruyorduk ve kapı kapalıydı. Kız suratıma ben demiştim der gibi bir ifadeyle bakıyor ve rahatlamış olduğunu gizlemiyordu. Kapalı kapı ihanet etmesine mâni oluyordu. Kulağımı kapıya dayayıp bir süre ses geliyor mu diye dinledim ama çıt çıkmıyordu. İçerisi tam istediğim gibi boştu ancak kapı kapalıydı. Açılmayacağını bilmeme rağmen elimi koluna uzatıp bastırdığımda benim mi yoksa kızın mı daha çok şaşırdığını kestiremedim. Zira mühürlü olduğu söylenen kapı hiç zorluk çıkarmadan açılmıştı. “Nasıl olur?” diye fısıldadığında aralığı biraz daha büyütüp başımla kıza içeri girmesini işaret ettim. Pek de hoşnut olmayan bir ifadeyle içeri girdiğinde ben de peşinden girip kapıyı kapattım. Oda epeyce geniş olmasına rağmen boş görünüyordu. Sol tarafta büyük bir masa ve birkaç koltuk vardı. Masanın ardındaki duvarda üzerine kasvetli bir göğün resmedildiği büyük bir tablo duruyordu, sol tarafındaki duvarda ise küçük bir kitaplık vardı ancak kitaplığın boyutuna oranla kitap sayısı epey az olduğu gibi dağınıktı da. Kitaplar sanki fırlatılıp atılmış gibi duruyor, raflardan uzunca sarı renkte kağıtlar sarkıyordu. Bu görüntü suratımı buruşturmama neden oldu. Kitaplara böyle özensiz davranılması hiç hoşuma gitmemişti. Başımı sağ tarafa çevirdiğimde orada da bir masa olduğunu fark ettim. Lakin şekli diğer masadan farklıydı. Daire şeklinde olan masanın üzerinde görebildiğim kadarıyla kâğıt, parşömen ve harita yığınları vardı. Etrafında sandalye bulunmayan masa muhtemelen oturmak için kullanılmıyordu. Genel olarak pek de düzenli görünmeyen çalışma odası asabi hava tanrısının öfkesinden nasibini almış gibi görünüyordu. “Otur şuraya.” İstemeye istemeye boş koltuklardan birine oturduğunda ben de vakit kaybetmeden masaya yöneldim. Hızla üzerindeki kâğıt yığınını tararken geçen her saniyede gerginliğim daha da artıyordu. Kağıtların çoğu işe yaramaz bilgilerle doluydu ve hiçbiri o muhafızın o denli telaşlı görünmesine sebep olacak cinsten değildi. Masayı bırakıp çekmecelere yöneldim. İlk çekmeceyi açtığımda karşılaştığım parşömen epey ilgimi çekti. Şu ana kadar baktığım tüm kâğıt ve parşömenler yıpranmıştı ama bu henüz yıpranmaya vakit bulamamış gibi görünüyordu, sanırım aradığımı bulmuştum. Giderek azaldığını hissettiğim zaman karşı müthiş bir savaş verirken telaşla kâğıdı açıp okumaya başladım. Hava Tanrısına Selam Olsun, Efendim daha önce de bildirdiğimiz üzere duvarın ötesindeki gariplik ve saldırılar halen devam etmekte. Yaratıklar artık başı boş davranmıyor, bir araya geliyorlar ve duvarı yıkmaya çalışıyorlar. İki gece önce duvara yine bir saldırı gerçekleşti. Duvar halen sağlam ancak tedbir alınması gerektiğini düşünüyor emirlerinizi bekliyoruz. Parşömeni birden fazla kez okuyup her kelimeyi zihnime iyice kazıdım. Neyden bahsedildiğindi şu anda anlamıyor olsam da elbette bir yolunu bulup öğrenecektim. Parşömeni yerine bıraktıktan sonra odayı ilk girdiğimdeki haline çevirip kıza döndüm. “Gidebiliriz.” ❄️❄️❄️ Birkaç uzun koridoru aştıktan sonra nihayet karşımızda beliren açık kapı rahat bir nefes almamı sağladı. “Hey siz!” bize doğru yaklaşan bir muhafızı fark ettiğimde kalbim korkuyla çarpmaya başladı. Hizmetçi kız selam vermek için başını eğdiğinde ben de biraz daha eğildim ama tam olarak doğrulmadım. Yandan sarkan saçlarım yüzümü gizliyor olsa da kalbim korkudan deli gibi çarpıyordu. “Efendi Aeros’un istedikleri hazırlandı mı?” “Evet efendim, her şey hazır.” “Güzel.” Zemine çarpan ayak sesleri yavaş yavaş uzaklaşırken tuttuğum nefesimi bıraktım. “Hadi acele etmemiz gerekiyor. Yokluğunuzu fark etmeleri uzun sürmez.” Kapıdan çıktığımız esnada nöbetçiler bize aldırış etmemişti. Bu içimi rahatlatsa da buradan tamamen çıkana kadar rahat olamayacaktım. Ana kapıdan da sorunsuzca çıkıp saraydan biraz uzaklaştığımızda önümde ilerleyen kız durdu. “Bu yolu takip ederseniz şehre varırsınız. Ne yazık ki daha fazla yardım edemem.” “Teşekkür ederim.” dedim minnet dolu bir sesle. “Ayrıca yaptıklarım için üzgün olduğumu bilmeni istiyorum.” Kız yüzüne zoraki bir gülümseme yerleştirip sessiz kaldı. Durumdan memnun olmadığı açıktı ancak artık çok geçti. “Artık gitseniz iyi olur.” Hizmetçi kız nazikçe gülümseyip geldiğimiz yolu gerisin geriye yürümeye başladığında “adın ne?” dedim arkasından. “Clara.” Tekrar önüne dönüp yürümeye başladığında ben de kendi yolumda yürümeye başladım. Hızlı adımlarla ilerlerken bir yandan da ne yapacağımı düşünüyordum. Muhtemelen yürüyerek dönemeyecek kadar uzak bir yerdeydim. Kimseyle iletişime geçme şansım da yoktu ve durumum epeyce karamsar görünüyordu. Güneş daha yeni yeni doğuyordu ve etrafta hiç insan yoktu. Şehre ulaşmam nerdeyse yirmi dakikamı almış ve yorulmama neden olmuştu. Şimdi ise henüz insanların yataklarından çıkmadığı bu yerde bir başıma dolanıyordum. “Genç hanım!” işittiğim ses kalp atışlarımı hızlandırırken gerginlikle etrafa bakınmaya başladım. Görünürde kimseler yoktu ama az ileride açık bir kapı vardı. Elimi boşluk yüzüğüme doğru uzatıp temkinli adımlarla açık kapıya doğru yürümeye başladım. Etrafı kolaçan etmeye devam ederken buranın açık bir kapı olmadığını fark ettim, kapının olması gereken boşluğa üzerine çeşitli renklerde boncuklar dizilmiş ipler asılmıştı. İçerisi yeterince aydınlık olmadığından pek bir şey seçemiyordum. “İçeri gel kızım, korkma.” Yaşlı bir kadına ait olduğunu düşündüğüm ses içeriden geliyordu. Korkma diyordu lakin içinde bulunduğum vaziyet korkulmayacak gibi değildi. Bir saniye durup şüpheyle düşündüm. Şu ana kadar başıma gelenlerin hepsi merakım yüzünden olmuştu. Sırf tanrıları merak ettiğim için nerdeyse başıma gelmeyen kalmamıştı ve şimdi buradan içeri girmek cazip geldiği kadar ürkütücüydü de. Bu sefer olmaz dedim kendi kendime. Merakımı görmezden gelip geriye doğru bir adım attım. “O halde ben geleyim.” dedi içerideki yaşlı kadın. Girişten bir adım daha uzaklaşırken tek kaşım havada şüpheyle olacakları bekliyordum. İki buruşmuş el girişte asılı olan boncukları kenara ittiğinde karşımda kısa boylu, kambur bir kadın belirdi. Uzun olduğunu varsaydığım ağarmış saçlarını örmüş ve başının üzerinde iki tur sararak sabitlemişti. Elleri gibi yüzü de kırışmıştı ve gözleri bembeyazdı. Göremiyor olmasına rağmen elinde bir baston ya da yardımı olacak başka bir şey yoktu. “Sana bir fal bakmamı ister misin?” Ah demek kadın bir falcıydı. Ne diyeceğimi bilmediğimden sessiz kaldım ve yaşlı kadın sessizliğimi evet olarak algılamış olacak ki bana doğru yaklaştı. Ellerini bedenimde gezdirmeye başladığında şüpheyle kaşlarımı çattım. Neyin ne olduğunu anlamaya çabalayan elleri sağ elimi yakalayıp kendine doğru çektiğinde bir an kaçmayı düşünsem de yerimde kaldım. Yaşlı bir kadından ne gibi bir zarar gelebilirdi ki, üstelik gözleri bile görmüyorken. Parmakları avucumun içinde gezinmeye başladığında kendimi duyacağım uydurmalara hazırladım. “Fala inanmıyor musun?” diye sordu kadın pürüzlü sesiyle, sanki içimden geçenleri duymuştu. Bu dünya birçok şeye inanmamı sağlasa da henüz doğru çıkan bir fala şahit olmamıştım. “Emin değilim.” diyerek kaçamak bir cevap verdim. Kadın başını kaldırıp sanki görebilirmiş gibi suratıma baktı. “Ahh kaçamak cevaplar…” diyerek iç geçirdiği esnada sanki maziye dalmış gibi bir hali vardı. “Bazı şeylerden kaçamazsın, kaçmamalısın.” dediğinde söylediklerini kafamda bir yerlere oturtmaya çabalasam da beceremedim. “Ne demek istediğinizi pek anlamadı.” dedim kendimden bile beklemediğim meraklı bir ifadeyle. Sanki yaşlı kadın içinde bulunduğum anı büyülemişti ve ben de bu büyüye kapılmış gibiydim. Dünyadan soyutlanmıştık, o, ben ve dudaklarından dökülenler vardı. “Ahh çocuğum inana bana yakında hem de çok yakında anlayacaksın.” Bir falcıdan beklenecek nitelikteki cevabından nerdeyse hiçbir şey anlamazken parmaklarını usul usul avucumun içinde gezdirmeye devam etti. Avucumdaki her bir çizginin üzerinden zarifçe kayan parmakları bazı anlar duraksıyor sonrasında kaldığı yerden işine devam ediyordu, bense durmuş öylece kadını izliyor ne söyleyeceğini merak ediyordum. Hiç falcıya gitmemiştim, kör bir falcının olabileceğine ise hiç ihtimal vermemiştim. Ama işte tam karşımda duruyor ve üzerimde tuhaf bir hissiyat bırakıyordu. Bakışlarım bembeyaz kesilmiş göz çukurlarına istemsizce kayarken gözlerine ne olduğuna dair farklı farklı senaryolar kafamın içinde dolanmaya başladı. Acaba doğuştan mı bu haldeydi yoksa sonradan mı kaybetmişti gözlerini? “Her zaman kör değildim çocuğum. Görebilmek için gözlerimi feda etmem gerekti.” Şaşkınlığımı gizleyemediğim gibi gizlemek için de çaba sarf etmedim. Bu dediği oldukça ironik olduğu kadar ürperticiydi de. Sanki kafamın içindekileri duymuş da merakımı gidermek istemişti. Mümkün müydü bilmiyorum, lakin tüylerim daha da diken diken oldu. Hava sanki bir anda soğumuş kalın bir buz tabakası bedenimin üzerine çökmüştü. Parmakları avucumun içinde gezinmeye devam ederken aniden durdu ve telaşla geri çekildi. Şaşkınlıkla kaşlarımı çatarken neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. Yaşlı kadın ufak adımlarla geri gitmeye devam ediyor ve dehşet dolu bir ifadeyle bana bakıyordu. Beyaz gözlerinin etrafına kara bulutlar çökmüş kaşlarını çattığından alnı kırış kırış olmuştu. Zayıf bedeni titrerken başını ağır ağır iki yana sallıyor bir şeyleri inkar etmeye çalışıyor gibi görünüyordu. Hayır, daha çok korkmuş görünüyordu. “Senin hayatında çok fazla ölüm var çocuğum. Büyük bir savaş görüyorum, kanlı bir savaş ve bir fedakârlık, eşi görülmemiş bir fedakârlık.” diyen kadın arkasına bile bakmadan içeri girdiğinde olduğum yerde çakılı kaldım. Söylediklerine ne anlam vermeliydim, anlam vermeli miydim bilmiyordum. Öte yandan garip, üşüten bir hissiyat baskısını daha da arttırıyordu. Sanki biri boğazımı sıkıyor kalbimi avucunda eziyor gibiydi. Falcının sözleri kafamın içinde cereyan etmeye devam ederken ansızın üzerime bırakılan büyük bir yük hissettim. Kalbim boğazımda atarken korkudan, gerginlikten ve huzursuzluktan aldığım soluklar sıklaşmış omuzlarım bir anda düşüvermişti. Verdiğim nefesler tam önümde küçük birer bulut oluştururken hava mı soğuktu yoksa başka bir şeyler mi vardı kestiremiyordum. Lakin bir şeyden emindim; falcı kadın para peşinde bir dolandırıcı değildi. Bu da söylediklerinin gerçeklik payı olduğu manasına geliyordu. Zırvalık değildi dedikleri dikkate alınması gereken sözlerdi. ❄️❄️❄️ Güneş tamamen doğmuş şehir hareketlenmeye başlamıştı ve ben hala ne yapacağımı bilmiyordum. Deli gibi ne yapacağımı düşünürken dikkat çekmemek için tezgahlardaki ürünleri inceliyordum. Satıcılar benimle konuşuyor, satmak içi ürünlerini övüp duruyordu ama hiçbirini dinlemiyordum. Elime aldığım bir mutfak eşyasını inceliyor gibi yaparken kafamın içinde dönüp duran sayısız düşünceyle boğuşuyordum. Benimle konuşan satıcı bir anda susup arkamda bir noktaya bakmaya başladığında kaşlarımı çattım. Kulağıma dolan sayısız ayak sesi yutkunmama neden olurken elimdeki ürünü usulca tezgâha bıraktım. Lanet olsun. Beklediğimden erken fark etmişlerdi yokluğumu. Meydandaki tüm sesler bir anda kesildiğinde fark edilmemeyi umarak yavaşça yürümeye başladım. Her ihtimale karşı elimi de kılıcımı almak için hazır tutuyordum. “İşte orda.” Üzerime doğru gelen ayak seslerini işittiğimde yüzükten çıkardığım kılıcımı kınından çıkarıp arkamı döndüm. Yaklaşık bir düzine muhafız üzerime doğru geliyordu. Meydandaki tüm insanlar sanki hiç var olmamış gibi bir anda yok olduklarında karşımda duran muhafızlarla baş başa kaldım. İlk yaklaşan kılıcını havaya kaldırdığında tiz bir çınlama sesi duyuldu. Havada çarpışan kılıçlar üstünlük sağlamak için birbirine baskı uyguluyordu. Karşımdaki adam epey güçlü görünse de ona direnebiliyordum. İlk fırsatta sana teşekkür edeceğim Nowa. Diz kapağına tekmeyi geçirdiğim anda geriye düşen muhafızdan kurtulmuş olsam da etrafım çoktan kuşatılmıştı. Hepsi yavaş yavaş üzerime doğru gelirken kendimi kapana kısılmış gibi hissediyordum. Çember giderek daralıyordu ve dövüşsem bile nereye kadar dayanabileceğimi bilmiyordum. “Kılıcını savur.” Gerginliğimin yanına işittiğim sesin yaşattığı şaşkınlık da eklendiğinde daha sıkı sarıldım kılıcımın kabzasına. Pozisyonumu bozmadan tetikte beklerken gözlerimi üzerime doğru gelen muhafızlarda gezdiriyor bir yandan da işittiğim sesin sahibini bulmaya çabalıyordum. Şüphe dolu bakışlarımla herkesi tek tek süzdüm. Lakin kimse konuşmuyordu. “Kılıcını savur Silva Sideras.” Bu sefer o kadar da yadırgamadığım sesin kafamın içinde yankılandığını ve garip bir şekilde tanıdık geldiğini idrak ettim. Kimsenin bir şey fark etmemesi adına kendi içimde yaşadığım bu garip durumu dışarı yansıtmadım. Bu oydu, rüyamda benimle konuşan sesti ve bana yine Silva Sideras diyordu. İçimde bir şeylerin fokurdamaya başladığını hissettiğimde bir anlığına kendi bedenime hükmedemedim. Sağ elimle sıkıca tuttuğum kılıcı öne doğru uzatırken kesin bir hareketle kendi etrafımda döndüm. Savrulup gözümün önüne gelen saçlarımı hızlı bir hareketle geriye doğru ittiğimde gördüklerime inanamadım. Etrafımı saran tüm muhafızlar iki büklüm olmuş halde yerde yatıyordu. “Neyin nesisin böyle?!!” Ansızın ortaya çıkan ve üzerime doğru gelen hava tanrısının yüzünde ilk kez öfkeden başka bir ifade vardı. Şaşkındı. Kılıcımı hala sıkı sıkıya tutsam da bir tanrı karşısında şansım olmadığını biliyordum. Az önce yaptığım şey her neyse o bile bir tanrı karşısında bana yardım edemezdi. Lakin savaşmadan da pes edecek değildim. Savaşmadan pes etmeye huyumu o uçurumdan atladığım gün bırakmıştım ben. O gün orada ben ölmemiştim. Ama eski ben ölmüştü. Korkup bir köşeye sinen, kendine denileni yapan, tir tir titreyen zavallı Silva ölmüştü. Bundandı bu diyara geldiğimden beri korkusuz davranmam. Zira biliyordum korkmak ve savaşmamak beni yine ölüme süreklerdi. Zavallı gibi ölmektense cesurca ölmeyi yeğlerdim. Üstelik bu cesaretim sadece kendim için de değildi bu sefer. Sevdiğim, değer verdiğim birçok insan vardı. Sadece onlar için bile her şeyi göze alacak denli korkusuz hissediyordum kendimi. Kendimden emin bakışlarla karşımdaki tanrıyı süzerken elini öne doğru uzattığında yine nefessiz kalacağımı düşündüm ama beklediğim şey olmadı. “Cık,cık,cık. Kız bana lazım Aeros.” Başımı sesin geldiği yöne çevirdim. “Yine mi sen!” “Benden bu kadar çabuk mu sıkıldın Küçük Hanım?” Öfke ve tiksintiyle suratımı buruşturdum “Sen de kimsin?!” Hava tanrısının gür sesi yankılanırken etrafta tek bir insan bile kalmamıştı. “Seninle işi olmayan biriyim ama sana bir şey söyleyebilirim.” Maskeli adamın yönü Hava tanrısına dönüktü ve o da kaşlarını çatmış ona bakıyordu. Ayağa kalkan muhafızlar yeniden etrafımı sarmış olmasaydı bu fırsatı kaçmak için kullanabilirdim. “Kızın suikastçıyla hiçbir ilgisi yok.” dediğinde kaşlarım daha da çatıldı. Nerden biliyordu? Gerçekten biliyor muydu yoksa yalan mı söylüyordu? “Nerden biliyorsun?!!” diye gürledi hava tanrısı. Maskeli adam sırıtarak bir saniye bana baktıktan sonra tekrar hava tanrısına döndü. “Çünkü suikastçının kim olduğunu biliyorum.” Duyduklarım şaşkına dönmeme neden oldu, tıpkı gözleri fal taşına dönen hava tanrısı gibi. Gerçekten de bu adam suikastçının kim olduğunu biliyor muydu? “Bana kim olduğunu söyle!!” sesi öyle yüksek çıkmıştı bütün şehrin duyduğuna emindim. “Ne yazık ki bunu sana söyleyemeyeceğim gibi kızı da almam gerekiyor.” dedi alaycı bir ses tonuyla. “Kimse beni almıyor!” diye çıkıştığımda bana doğru döndü. “Demek Küçük Hanımın dişleri çıkmış. Ne hoş.” Resmen dalga geçiyordu. Ne yapmaya çalıştığı hakkında ise en ufak bir fikrim bile yoktu. “Efendim!” koşa koşa yaklaşan bir muhafız bakışları üzerine toplarken soluk soluğa kalmıştı. “Ölüm Tanrısı burada.” dediğinde hava tanrısının kaşları çatıldı, düşünceli ve de tabi ki öfkeli görünüyordu. “Yalnız mı gelmiş?” “Hayır efendim, yanında bir düzine muhafızla baş muhafızları Ragaz Mortwus ve Nowa Rosth ile birlikte gelmiş.” Duyduklarıma inanamadım. “Aeros diyarın en güçlü tanrısının mühürlüsünü kaçırdın, üstelik suçsuz yere. Beki Silva’yı ona teslim edip özür dilersen olası bir savaşı engelleyebilirsin demek isterdim ama dediğim gibi kızı benim almam gerekiyor.” Maskeli adamın buram buram alay kokan sözleri hava tanrısını iyice öfkelendirmişti. “Yakalayın!!” Her şey saniyeler içinde olup bitiverdi. Muhafızlar hava tanrısının emriyle birlikte maskeli adama doğru koşarken adam bana doğru dönüp elini havaya kaldırdı ve sanki havayı yarıyormuşçasına keskin bir hareketle aşağı indirdi. Bilinmeyen bir güç tarafından geriye doğru çekilerken hızlıca arkama baktım. Simsiyah dumanımsı bir şey beni içine doğru çekiyordu. Kılıcımı yere saplayıp direnirken gözlerim maskeli adamaydı. “Kurak Topraklar’ı duymuş muydun Küçük Hanım?” kılıç parmaklarımın arasından kayarken hızla geriye doğru çekildim. Gördüğüm son şey bir anda ortadan kaybolan maskeli adamdı. Takip etmek isterseniz instagram hesabım; @anksiyeteliyazar |
0% |