Yeni Üyelik
3.
Bölüm
@anksiyeteliyazar

Silva

Dizlerimin bağı çözülmüş gibi hissederken göğsüm şiddetle inip kalkıyordu. Kalbim öylesine hızlı çarpıyordu ki hayatı boyunca sarf etmediği eforu bir anda sarf etmeye karar vermiş gibi bir hali vardı. Halimi fark eden Nowa ne oldu dercesine bir bakış atarken bir suratıma bir de şiddetle yükselen göğsüme şaşkınca bakıyordu. Sanırım bu şekilde bir tepki göstermemi hiç beklemiyordu.

"Dışarıda bekle Nowa." Duyduğum tok ses kulaklarımı doldururken nefesimi tuttum. Kapının kapanma sesini duyduğumda tam karşımda arkası dönük halde dimdik duran adama baktım. Etrafına öyle güçlü bir aura yayıyordu ki nerdeyse elle tutulur gibiydi. Kudreti iliklerime kadar işlerken zar zor nefes alabiliyordum. Resmen içimde diz çökme ve tapınma duygusu oluşturuyordu. Tepkilerim korkudan değildi. Belki biraz korkuyordum ama bu halde olmamın nedeni başka bir şeydi, ne kadar çabalasam da anlayamadığım bir şey.

Bana doğru dönmek için yeltendiğinde telaşla başımı eğebildiğim kadar eğdim. Arkası dönükken bile tir tir titrememe neden olan bu adamın suratına bakabileceğimden hiç emin değildim. "Kafanı kaldır!" kulağa emir gibi gelen sesi hiç istemesem de bana başka çare bırakmıyordu. Usul usul başımı kaldırırken bir yandan da tam şu an yok olmayı diliyordum. Başımı tamamen kaldırdığımda nefes almayı bıraktım. Tüm bedenim kaskatı kesilmiş, daha bir saniye öncesine kadar deli gibi atan kalbim şimdi durmuş sol kürek kemiğimde garip bir acı peyda olmuştu. Omzum alev alev yanmaya başlarken acıdan yüzümü buruşturmamak için kendimi zor tutuyordum.

Karşımda duran adamın üzerinde boynuna kadar uzanan siyah bir ceket vardı. Belinden göğsüne kadar olan kısımda, bileklerinde, boyun kısmında ve omuzlarında altın rengi işlemler olan ceketin sayısız düğmesi özenle iliklenmişti. Son düğmeden sonra v şeklinde on santim kadar uzanan ceket aynı renkteki pantolonun bir kısmını gizliyordu. Belinde ceketin üzerinden geçirilmiş siyah bir kemer ve omuzlarında asılı olan siyah, işlemeli pelerinle beraber adeta bir sanat eseri gibi duruyordu.

Nihayet muazzam görünen vücudunu incelemeyi bırakıp yüzüne baktığımda kalbim ikinci bir şok dalgasıyla sarsıldı. Sol gözünün üzerine doğru gelen hafif dağınık siyah saçları, simsiyah gözleri ve diğer her şeyiyle mükemmel görünüyordu. Keskin yüz hatları, sivri çenesi ve bir kaya gibi sert görünen bir ifadesi vardı. Sanki... gerçek dışı gibiydi. Evrendeki tüm erkekleri kıskandıracak derecede yakışıklıydı ve nefesimi kesiyordu.

İki kaşının tam ortasında duran sembolü fark ettiğimde ufak bir şaşkınlık yaşadım. İçi boş siyah bir çemberin üst kısmından saplanan siyah bir kılıç çemberin tamamlanmasına mani olmuştu ve tıpkı sahibi gibi büyüleyici bir aura yayıyor sanki içinden güç fışkıracakmış gibi hissetmeme neden oluyordu. Sembol uzaktan bakıldığında fark edilmeyecek gibi dursa da varlığı hissedilecek gibi geliyordu. Kendi dünyamda olsam bunun kesinlikle bir dövme olduğunu söylerdim ama burada dövmenin ne olduğunu bildiklerini pek zannetmiyordum.

Beni gördüğü ilk anda gözlerinden bir karaltı geçtiğini fark ettim ama bu öylesine hızlı oldu ki gerçek olup olmadığına emin olamadım. Sadece birkaç saniye beni süzdükten sonra tek kelime etmeden bakışlarını arkamdaki kapıya dikti. "İçeri gel Nowa!" Nowa yanında tanımadığım bir adamla içeri girdiğinde bu denli hızlı gelmesinden zaten kapının önünde beklediğini anladım. Adam Nowa'dan daha uzun ve daha yapılı görünüyordu. Esmer teni, koyu kahve tonlarında saçları, kirli sakalları ve kaskatı bir yüz ifadesi vardı. Benim yaptığım gibi o da bana değerlendirici bir bakış attıktan sonra bakışlarını Zahel'e dikti. Kürek emiğimdeki garip sızı şiddetini arttırırken sessizlik bölünmüştü bile.

"Onu buradan uzak bir yere götür ve ihtiyaç duyabileceği her şeyi sağladığından emin ol!" Duyduklarımdan sonra içimde bir şeylerin paramparça olduğunu, kırıkların yüreğime saplandığını hissettim. Beni istemiyordu, herkes gibi o da beni istemiyordu. Oysa ben tam tersinin olmasını öyle çok istemiştim ki... Hayal kırıklığının zehirli dikenleri yüreğime saplanıp gözlerimin buğulanmasına neden olurken yumruklarımı sıktım. İtiraf etmek istemesem de tüm hayatım boyunca asla şuan olduğu kadar yıkılmış hissetmemiştim ve en kötüsü de buna anlam veremeyişimdi. Tanımadığım bir adamın beni reddedişi ruhumu ve bedenimi yerle yeksan etmişti ve ben buna bir anlam veremiyordum.

"Ama Zahel..." "Aması yok Nowa! Sana ne diyorsam onu yap!." Nowa şaşkın bir halde bakışlarını bana çevirip ardından tekrar Zahel'e döndü. "Ne dediğinin farkında mısın ki sen? Sana anlattıklarımı unuttun mu?" "Zahel'i sorgulamak sende huy oldu galiba Nowa. Bir yabancı için..." "Yeter!" Zahel'in sert sesiyle birlikte Ragaz cümlesini tamamlayamadan sustu ama bu kadarı bile boğazımın düğüm düğüm olmasına yetmişti. Tanımadığım ama Nowa'nın bahsettiği Ragaz olduğunu düşündüğüm adamın dudaklarından dökülen kelime parçalanan ruhuma biraz daha ızdırap ekledi. Haklıydı ben onlar için bir yabancıdan başka bir şey değildim.

Zahel'in gözleri tekrar Nowa'yı bulduğunda gözümde biriken yaşların akmaması için kendimi sıkıyordum. Nowa hayal kırıklığına uğramış ve şaşkın görünüyordu. Gözlerinden ve çattığı kaşlarından kafasının karıştığını anlayabiliyordum. Zahel'in ise suratın dan hiçbir şey anlaşılmıyordu. Dudakları düm düz bir çizgi halindeydi ve bakışları ürkütücü denecek kadar sert görünüyordu. Bana hiç bakmıyordu, ilk yüzümü gördükten sonra bir daha suratıma bakmamıştı. Bunun için özel bir çaba sarf edip etmediğini ise bilmiyordum. Olayın merkezindeki kişi ben olmama rağmen bana bakmayışı kafa karıştırıcıydı. "Tekrar etmeyeceğim Nowa." Pes ettiğini belli edercesine omuzları düşen Nowa'ın yüzü de düşü vermişti. Yanıma yaklaşıp başıyla çıkmamızı işaret ettiğinde usluca onu takip ettim.

Uzun koridoru aşıp merdivenlerin başına geldiğimizde adeta bir kukla gibi hareket ediyordum. Ruhum az önce o odada paramparça edilmiş bedenimse yürüyen bir ölüden farksız bir hale gelmişti. Omzumda bir elin ağırlığını hissettiğimde usulca arkamı döndüm. "Aşağı in Silva, sol taraftaki ilk kapıdan geçip Jieli'yi bul. Sana giyecek düzgün bir şeyler ayarlasın ve ben gelene kadar orda bekle." Nowa'nın ciddiyetle söyledikleri beni bariz bir şekilde şaşırttı. Tanışığımızdan beri sırıtan ve alaycı davranan adamı bu kadar ciddi bir ifadeyle görmek tuhaf gelmişti.

"Sen nereye gidiyorsun?" Sorumdan sonra omzumdaki eline çekerken, yüzünde epeyce kararlı bir ifade belirdi. "Gidip o aptal herifle konuşacağım. Yapması gereken şey bu değil. Seni, açıklama yapma zahmetine bile girmeden göndermesine izin vermeyeceğim." Duyduklarıma inanamayarak kocaman olmuş gözlerimle ona baktım. Bir yabancı için geçekten arkadaşına daha da önemlisi bir tanrıya karşı mı gelecekti? Bunu...aklım almıyordu.

"Kesinlikle olmaz! Sen...sen aklını mı kaçırdın?" Suratıma bakarak ciddi ifadesini muzip bir sırıtışla yok etti. "Eh kaçık olduğumu söyleyenler var tabi." Alaya alarak söyledikleri beni tek kelime edemeyecek duruma düşürüyordu. Tavrına karşılık edecek tek bir söz bulamıyordum. "Dalga geçme ve bunu sakın yapma. Ben...ben bu çabanı hak ettiğimi sanmıyorum." Boğazım düğüm düğüm olurken Nowa korkutucu denebilecek bir ifadeyle kaşlarını çatmış dik dik suratıma bakıyordu.

"Ben kaçığım ama sen benden de kaçıksın galiba. Saçma sapan konuşmayı bırak. Senin gibi cesaretli bir arkadaş bulmuşken Zahel aptalının seni göndermesine izin verir miyim sanıyorsun. Şimdi uslu uslu Jieli'nin yanına git ve beni bekle." Nowa arkasını dönüp geldiğimiz koridorda gersin geriye yürürken arkasından öylece bakakaldım. Ne diye benim için çabalamak istiyordu ki? Beni tanımıyordu, ben de onu tanımıyordum. Bir anda ortaya çıkmış bir yabancıdan başka bir şey değildim ki ben.

Benim yüzümden arkadaşıyla sorun yaşamasını istemiyordum ve daha da acısı ise istenmediğim bir yerde beni istemeyen insanların arasında zorla kalmak isteyeceğim son şey bile değildi. Usul usul merdivenlerden inerken düzensiz aldığım nefesleri toparlamaya çalışıyordum. Son basamağı da inip büyük salona ulaştığımda başımı çevirip Nowa'nın gitmemi istediği kapıya bir saniyeliğe baktım ve önüme dönüp kapıya doğru ilerlemeye başladım.

Ufak da olsa umut kırıntılarıyla girdiğim kapıdan dışarı adım attığımda içimde yer eden boşluk daha da büyüdü. Attığım her adımda karanlığa gömülüyor, biraz daha yok oluyordum. Gerçekten böyle mi olacaktı? Gittiğim her yerde herkes tarafından dışlanacak mıydım, kimse varlığımı istemeyecek miydi? Ufacık bir sevgiye bile layık değil miydim? Hayattan payıma sadece ızdırap mı düşmüştü? Saraydan yavaş yavaş uzaklaşırken ayaklarım geri geri gidiyordu. Burada istenmiyordum. Oysa ben şu kısacık zamanda buraya öyle çok bağlanmıştım ki.

***

Nereye gittiğimi bilmeyerek dakikalardır yürüyordum. Dönüp her baktığıma o devasa saray biraz daha küçülüyordu. Ben çıkarken kimse beni durdurmamıştı ve sanırım bu girerken yanımda Nowa'nın olmasından kaynaklanıyordu. Yine de attığım her adımda içten içe biri beni durdursun istemiştim. Birileri beni gerçekten yanında istesin istemiştim ama tam da beklediğim gibi kimse beni durdurmadı. Sanki hiç var olmamışım gibi sessizce sıyrılıp çıktım sarayın duvarları arasından.

Yer yer engebeli bir patikada yürürken etrafımı saran ağaç sayısı da giderek artıyordu. Etrafımda isimlerini bilmediğim birçok bitki ve muazzam güzellikte çiçekler vardı. Bazı noktalarda bitkilerin boyu epey uzun olsa da geneli kısaydı. Sayamayacağım kadar çok çeşitte farklı farklı görünen ağaçlar vardı. Bulduğu boşluklardan süzülerek ormana giren güneş ışıklarında renk renk kelebekler uçuşuyordu. Böyle bir güzellik karşısında kayıtsız kalmak nerdeyse imkânsızdı.

Hayran hayran yürümeye devam ederken kulağıma şiddetli bir su sesi gelmeye başladığında yakınlarda bir şelale olduğunu anladım ve merakıma yenik düşüp sese doğru yürümeye başladım zaten yapmayı planladığım başka bir şey de yoktu. Beş dakika süren yol beni epeyce yüksek bir uçurumun kenarına getirdi. Aşağıda coşkulu bir nehrin suları şiddetle akıp gidiyordu. Sağ tarafımda ise yaklaşık otuz metre uzakta olan ve sesini takip ettiğim şelaleden aşağı gürül gürül sular dökülüyordu.

Sert denebilecek rüzgar beyaz saçlarımı savurup gözlerimin önüne getirirken yüzümde acı bir tebessüm belirdi. Kurtuluş umuduyla bir uçuruma gitmiştim ve şimdi yine bir uçurumun kenarındaydım. Değişen tek şey dünyam olmuştu, geri kalan her şeyse aynı olacak gibi duruyordu. Kaçtığım dünya da geldiğim dünyada da istenmiyordum. Zahel'in söyledikleri kafamda yankılandıkça etim doğranıyor gibi hissediyordum. Beni istemeyişi tahmin ettiğimden çok daha fazla canımı yakmıştı. Kendi ailemin beni istemeyişi bile bu denli canımı yakmamışken yüzünü dahi ilk kez gördüğüm bir adamın beni istememiş olması neden bu kadar acıtıyordu?

Yüzünü hatırladıkça suratımda acılı bir tebessüm beliriyor, her şeye rağmen kalbim gümbür gümbür atıyordu. Onu hatırlamak bile hala ilk gördüğüm an kadar heyecanlanmama neden oluyordu. Beni istememiş olsa bile onu gördüğüm için öylesine güzel hissediyordum ki. İstenmediğim bir yerde kalmak istememe rağmen Zahel'i tekrar görmeyi arzuluyordum. Böyle hissettiğim için aptal olduğumu düşünsem de kendime engel olamıyordum. Dakikalarca orda öylece bekledim ta ki kulaklarıma garip bir gürültü dolana kadar. Usulca arkamı dönüp baktığımda gördüklerime inanamadım.

Ağaçlar gerçek anlamda hareket ediyordu. Toprağın üzerinde yüzüyormuş gibi görünen koca koca ağaçlar bulundukları yeri terk ediyordu. İçimi bir korku dalgası etkisi altına alırken bir hışımla koşmaya başladım. Buradan bir an önce çıkmam gerekiyordu, aksi halde burası lanet bir labirente dönüşecek ve beni esir alacaktı. Olağanca gücümle koşarken yer değiştirmeye devan eden ağaçların dalları açıkta kalan tenimi hunharca parçalıyordu. Kollarımdan ve bacaklarımdan yayılan acı beynime uyarı sinyalleri yollarken gözümün önünde beliren sahne durmama neden oldu.

Beyaz renkte minik bir geyik yavrusu acı içinde debeleniyordu. Ayağı birkaç kayanın arsına sıkışmış ve muhtemelen yaralanmıştı. Acı içinde çıkardığı sesler ve kurtulmak için verdiği uğraş arkamı dönüp gitmeme izin vermedi. Onu orda öylece bırakıp gidemezdim. Temkinli adımlarla, yer değiştirmeye devam eden ağaçlara dikkat ederek geyiğe yaklaşırken bir yandan da düşünüyordum. Olabildiğince hızlı bir şekilde geyiğin bacağını kurtarıp koşmaya devam etmem gerekiyordu, aksi halde burada hapsolurdum.

Geyiğin tam önüne geldiğimde durup korkuma rağmen yavaşça elimi uzattım, ne tepki vereceğini görmem gerekiyordu. Minik geyik usulca uzattığım elimi tereddüt ederek koklamaya başladı. Olumsuz bir tepki vermeyeceğine kanaat getirdiğimde yavaşça ve temkini elden bırakmayarak eğildim. Önümdeki kayanın etrafına kollarımı sarıp var gücümle çekmeye başladım. İlk denemem popomun üzerine düşmemle birlikte başarısızlıkla sonuçlandığında yeniden denemek için doğruldum.

Tüm gücümle kayayı çekmeye çalışırken birbirine bastırdığım dişlerimin arasından kendimi telkin etmek için hadiiii diye fısıldadım. Kayanın hışırtı sesiyle beraber yerinden oynadığını hissettiğimde küçük geyik fırsatı kullanıp ön ayağını kurtardı. Geriye doğu sendeleyen geyiğin bacağında bazı soyulmalar olsa da çok ciddi görünmüyorlardı. İyi olacağına emin olduğum anda hızla ayağa fırladım ama adım dahi atamadan olduğum yere çakılıp kaldım.

Tam önümde saldırgan bir ifadeyle bana bakan kocaman bir geyik duruyordu. Yavru geyikten tek farkı cüsse olarak daha büyük olması ve yutkunmama neden olan devasa boynuzlarıydı. Korkutucu göründüğü kadar göz kamaştırıcı da görünüyordu. Göz yanılsaması mı yoksa gerçek mi olduğunu anlayamıyordum ama geyik etrafına ışık yayıyor gibi görünüyordu. Burnundan şiddetle soluduğu nefesler havada minik sis bulutları oluşturuyordu. Gözlerini korkutucu biçimde üzerime sabitlemişti ve her an saldıracak gibi duruyordu. Ani bir hareket yapmaktan çekinerek olduğum yerde bekledim. Belki de zararsız olduğumu anlayınca giderdi diye düşündüm ama havaya kaldırdığı ön ayakları tam aksini ispat etti.

 Belki de zararsız olduğumu anlayınca giderdi diye düşündüm ama havaya kaldırdığı ön ayakları tam aksini ispat etti

Refleksle sağ tarafa doğru kendimi atıp olası darbeden kurtulduğumda kafamda tehlike çanları çalmaya başladı. Düşüşün yarattığı etki vücudumda yer yer acı dalgaları olarak kendini gösterirken yüz üstü pozisyondan sırt üstü pozisyona geçip ağzıma giren bir yaprağı tükürdüm ve gözümün önüne gelen saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırdım. Büyük geyik üzerime doğru koşarken hızlıca ayağa kalkıp az önce geldiğim yöne doğru kaçmak zorunda kaldım. Lanet olsun bu geyikten kurtulabilsem bile ormandan çıkmama artık hiç imkân yoktu.

Var gücümle koşmaya devam ederken öfkeden gözü dönmüş geyik peşimi bir türlü bırakmıyordu. Karşıma çıkan taşlar, ağaç dalları ve ansızın önümde beliren hayvanlar benim yavaşlamama neden olurken geyik hiç duraksamıyordu. Her geçen saniye aramızdaki mesafe kapanıyordu ve bunda geyiğin dört bacağının olmasının etkisi epey büyüktü. Daralan mesafe korkumun giderek artmasına neden oluyordu. Rüzgar saçlarımı sağa sola savurup görüşümün kapanmasına neden olurken, açıktaki kollarım ve bacaklarımdaki yaralara yenileri ekleniyordu. Daha da kötüsü ise geyikten kurtulmak için kendimi yere attığımda ayakkabılarım ayaklarımdan çıkmış, şimdi de muhtemelen parçalanmışlardı.

Üzerine bastığım her dal ve taş parçasında ayaklarım zonkluyor acı iliklerime dek işliyordu. Hızım giderek azalırken kendimi bir süre durduğum uçurumun kenarında bulduğumda bir metreden az bir mesafe kala ancak kendimi frenleyebildim. Nefesimi tutup usul usul arkamı döndüğümde öfkeli geyiğin adım adım üzerime geldiğini gördüm.

Bir geyiğe bir de aşağıdaki nehre bakıyordum. Önümde sadece iki seçenek vardı, ya geyiğin bana saldırmasına izin verecektim ya da ölmemeyi umarak elimdeki tek şansı kullanıp aşağı atlayacaktım. İkinci seçenekte yaşama ihtimalim kesinlikle daha yüksek görünüyordu. Geyik bana doğru yaklaşmaya devam ettikçe ben de geriye doğru adımlamaya başladım.

Uygun bir mesafeye geldiğinde saldırmak için boynuzlarını hazırladı ve eş zamanlı olarak arkamı dönüp kendimi boşluğa bıraktım. Tüylerimi diken diken eden bir dehşetle aşağı düşmeyi beklerken bedenim sert bir zemine çarptı. Çığlıklarım tüm ormanda yankılanırken gözlerimi araladığımda uçurumun kenarında sallandığımı fark ettim. Aşağı baktığımda gözlerim korkudan büyürken kalbim kafesteki bir kuş misali çırpınıyordu.

Başımı kaldırdığımda gördüğüm şeye inanamadım. Zahel bileğimi sıkıca kavramış bana bakıyordu. "Üç dediğimde. Bir...iki...üç" Üç dediği anda beni hızla yukarı çekti ve bedenimin zeminle buluşmasını sağladı. Tatlı bir rahatlama hissi vücuduma yayılırken nefes nefese kalmış halde oturur pozisyona geçtim. Az önce düşmanca beni kovalayan geyik şimdi ortalıklarda görünmüyordu. Kalbim hala küt küt atarken Zahel'in ellerini omzumda hissettim. "İyi misin?" Sorusuna başımı aşağı yukarı sallayarak cevap verdim, korkumu hala atamadığımdan konuşamamıştım. Boğazım düğümlenmişti. Hayatım boyunca iyi olup olmadığımı gerçekten merak eden ikinci kişiydi o ve bu öylesine iyi hissettirmişti ki...

"Bu lanet yerde ne işin var!!!" Ani çıkışı irkilmeme neden oldu, ne diyeceğimi bilemedim. "Sana diyorum Silva! Bana cevap ver! Burada ne işin var!!" "Sen...gitmemi istedin." Verdiğim cevaptan sonra yüzündeki öfkeli ifade daha korkunç bir hal alırken omuzlarıma baskı uygulayarak kendine yaklaşmama neden oldu. "Gitmeni mi istedim?! Gitmeni istemedim Silva! O aptal herife seni güvenli bir yere götürmesini söyledim. Peki sen ne yaptın?! Kimseye bir şey demeden kaçıp gittin!"

Söyleyecek bir şey bulamadığımdan başımı eğmekle yetindim ama işaret parmağını çenemin altına yerleştirip başımı kaldırmaya zorladı. Şimdi yüzündeki öfkeli ifade biraz olsun yumuşamış kaşları endişeyle çatılmıştı. "Sadece bir saniye...bir saniye geç kalsaydım neler olacağının farkında mısın?! Ya geç kalsaydım ya..." cümlesini tamamlamadı, gözlerini kapatıp bir saniye bekledi. Açtığında ise öfkesi tamamen yok olup gitmişti, bense suçlu suçlu suratına bakmaktan başka bir şey yapamıyordum.

Gözleriyle beni aştan aşağı süzerken kollarımdaki yaralara başparmağıyla dokunuyordu. Aynı şeyi ayaklarıma ulaşana kadar bacaklarıma da yaptı. Toz toprak içinde kalmış, yaralı ve mosmor olmuş ayaklarımı hafifçe kaldırıp baktığında kaşları çatıldı. Omzundaki pelerinin ucunu yakalayıp uzun iki parça kopardığında telaşla ayaklarımı çektim.

"Ben...ben iyiyim. Buna gerek yok." Ne yapıyordum ki böyle. O bir tanrıydı, ayaklarıma dokunması hiç doğru gelmiyordu. Çattığı kaşları ve yutkunmama neden olan ifadesiyle önce suratım baktı ardından ayak bileğimi tutup kendine doğru çekti. Kopardığı kumaş parçasıyla ayaklarımı sarmaya başladığında nefes alışlarım sıklaşmaya başladı. Kalbim şiddetle çarparken tenime değen parmakları dokundukları yerin alev alev yanmasına neden oluyordu. Vücudumdaki tüm kan suratıma çekilmiş gibi hissediyordum. Yanaklarım resmen birer alev topuna dönüşmüştü. Ayaklarımı sarmayı bitirdiğinde yanıma yaklaşık elimi tuttu. Kalbim yerinde çırpınırken tuttuğu avcumun yara bere içinde olduğunu fark ettim. Bunun hangi ara olduğunu bile bilmiyordum.

Sanki her an kırılabilirmişim gibi dikkatlice avcuma saplanan birkaç taş parçasını çıkarmaya başladı. "Ahh!" beklenmedik acı inlememe neden olduğunda hızlıca başını kaldırıp bana baktı. "Canını mı yaktım?" bunu sorarken gözleri büyümüştü. Karşımdaki kişinin, bir tanrı olmasaydı korktuğunu düşünürdüm. Yüzümdeki ifadeyi hızlıca toparlayıp olumsuz anlamda başımı iki yana salladım. Kalan son taş parçasını da almak için tekrar başını eğdiğinde yaptığı şey nefesimi bıçak gibi kesti. Sıcak dudaklarının avucumda hissettiğimde gözlerim fal taşı gibi oldu. Kalbim tehlikeli derecede hızlı çarparken tenimde hissettiğim dudaklarım tüm bedenimin kavrulmasına neden oldu.

Dudaklarını usulca geri çektiğinde rahatlamak üzereydim ki bu sefer de sıcak dudaklarını diğer avucumda hissettim. Kalbim hızını daha da arttırırken kendimi bir ateş topu gibi hissediyordum. Şu an yaşananların gerçek olduğunu bir türlü inanamıyordum. Ölüm Tanrı'sı toz toprak içinde kalmış olmasına rağmen umursamadan avuçlarımı öpüyordu. "Nefes al." Başını kaldırıp söylediği şeyi başta idrak edemedim, anladığımda ise havasızlıktan ciğerlerimin yanmaya başladığını ancak fark edebildim. Tuttuğum nefesimi bırakırken taze havayı içime çektim. İki avucumu da taş parçaları ve kıymıklardan arındırdıktan sonra ayağa kalkıp tam yanımda durdu.

Omzunda asılı olan pelerini çıkarıp bacaklarımı üzerine örtüğünde farkındalık utançtan cayır cayır yanmama neden oldu. Nowa'nın zar zor örtünmemi sağlayan gömleği tehlikeli derece tolanmıştı bacaklarımın biraz daha açılmasına neden olmuştu. Kahretsin, muhtemelen az önce ayaklarımı sararken bacak aram görünecek bir pozisyondaydı. Bakmış olabileceği düşüncesi içimi kavursa da ayaklarımı sardığı süre boyunca bir kez bile başını oynatmamış ayaklarımdan başka hiçbir şeye bakmamıştı. Yine de hissettiğim utanca engel olamıyordum. Teşekkür etmeme fırsat dahi vermeden beni kucakladığında kalbim duracak gibi oldu.

Refleksle ellerimi boynuna doladığımda göğsüm kor misali inip kalkıyordu. "Tek kelime bile etme!" dediğinde çoktan sıralamaya hazır olduğum tüm itirazlarımı tek tek yutuverdim. Tüm bedenime garip bir sıcaklık yayılırken yanaklarımda sanki köz varmış gibi hissediyordum. Boynuna doladığım kollarımı çeksem mi çekmesem mi ikilemiyle boğuşurken aklını kaçırmış gibi davranan kalbime hâkim olmaya çalışıyordum.

Bir tanrının kollarındaydım, hayır hayır Zahel'in kollarındaydım. Beni bu hale sokan kollarında olduğum adamın bir tanrı olması değildi, neden bu kadar emin olduğumu bilmesem de Zahel bir tanrı olmasa bile hissettiğim her şeyi yine de hissedeceğimi biliyordum ve bu beni anlayamadığım bir duygu seline sokuyordu. Yer değiştirmeyi bırakmış ağaçların arasında benim aksime kendinden emin adımlarla yürüyor düşmemem için beni sıkıca tutuyordu ama bilmiyordu ki belimdeki ve bacaklarımın altındaki kolları temas ettikleri yerleri cayır cayır yakıyordu.

"Geyiğe ne oldu?" gözleri gözlerimle buluştuğunda kalbimde çiçekler açmış gibi hissettim. Tatlı bir tebessümün yüzüme yayılmasını engellemek için yorucu bir çaba sarf ederken içimde uyanan bu hislere inanamıyordum. "Varlığımı hissettiğinde gitti." Demek hayvanlar onu hissedebiliyorlardı. Yüzünde kayıtsız bir ifade vardı. Heyecandan benim başımı döndüren adamın yüzünde tek bir duygu ifadesi bile yoktu. Bana bakmıyordu, gözlerini yürüdüğümüz yola sabitlemişti. "Peki bana neden saldırmak istedi?" Gözleri tekrar gözlerimle buluştuğunda bakışlarım bir saniye için istemsizce dudaklarına kaydı.

"Onlara Beyaz Geyik deniyor. Ruhları tamamen saf ve yaşadıkları ormanı koruyan canlılar. Sen orman için yabancı bir ruhtun, muhtemelen o yüzden saldırdı." Cevabından sonra bakışlarını tekrar önüne çevirdi. Bense onun yüzünü incelemeye devam ettim. Baktıkça bakasım ve dokunasım geliyordu, kendime öyle zor hakim oluyordum ki... Geceyi andıran gözleri ve sanki kalemle çizilmiş gibi duran yüzü kalbimin ritmini bozuyordu.

"Neden geldin?" diye sordum bir anda. Aslında bu sorunun cevabını çok merak etsem de şimdi sormayı planlamamıştım ama artık çok geçti. Zahel aniden yürümeyi bıraktığında bakışlarımı köşe bucak kaçırdım. Hala dümdüz karşı bakıyor tek kelime etmiyordu. Yanlış bir şey söylemiş olabileceğim düşüncesi içimi kemirirken ne diyeceğimi bilemedim. Şiddetini hafiften arttıran rüzgar ağaçların hışırdamasına neden olurken saçlarımın da uçuşmasına neden oluyordu. "Hata yaptım." Dediğinde gözleri gözlerimi bulmuştu. Derin bir soluk alırken ona baktım, sadece baktım.

Yüzünü yüzüme yaklaştırmaya başladığında tüm vücudum gerildi. Kalbim şiddetle çarparken nefes almayı bırakmıştım. Beklentiyle gözlerimi kapattığımda gerginlikten yumruğumu sıktım. Tenimde sıcak bir esinti hissettiğimde şaşkınca gözlerimi araladım. Zahel rüzgarın gözümün önüne taşıdığı saçımı üfleyip geriye düşmesini sağladığında geri çekildi. Yanaklarım al al olurken utançtan yerin dibine girmek istiyordum. Şimdi kim bilir benimle ilgili neler düşünecekti. Tekrar yürümeye başladığında gözlerimi köşe bucak kaçırıyordum. Dik tutmaya zorladığım boynum ağrımaya başladığında kendimi başımı omzuna koysam mı koymasam mı diye düşünürken buldum.

Güneş batmaya ve gökyüzü kızıla boyanmaya başladığında artık hiçbir şey umurumda değildi. Usulca başımı omzuna yasladım. Tepki vermedi, rahatlayıp iyice ona doğru sokuldum. Omzu şuana kadar başımı koydum en rahat ve huzurlu yerdi. Taze ıslanmış toprak gibi olan kokusu burnuma dolduğunda kendimi hayatımda hiç hissetmediğim kadar huzurlu ve güvende hissettim, sanki... yuvamı bulmuş gibiydim. Yabancısı olduğum bu hisler öyle tuhaf hissettiriyordu ki bunlarla ne yapacağımı bilmiyordum. Tek istediğim kaybetmeden önce bu hisleri doyasıya yaşamaktı çünkü kaybedeceğime adım kadar emindim.

Güneş tamamen battığında sarayın kapıları önüne gelmiştik. Tüm yol boyunca Zahel bir kez olsun duraksamamıştı hatta yorulduğunda dair tek bir belirti bile göstermemişti. Sanırım bu gücü tanrı olmasından kaynaklanıyordu. Yorulmadan beni ne kadar taşır diye merak etmeden duramadım. İçeri girene kadar bizi gören her hizmetçi ve muhafız şaşkın bakışlarla bizi süzmeyi ihmal etmemişti. "Jieli!" Zahel'in seslenmesiyle Jieli hızlıca yanımıza geldi ve bir saniye sonra da Nowa ve Ragaz ortaya çıktı.

Nefes nefese kalan Jieli bizi daha doğrusu Zahel'in kucağında duran beni gördüğünde gözleri kocaman olurken sırıtmamak için dudaklarını birbirine bastırıyor bakışlarını kaçırıyordu. Tam karşımızda Nowa'nın yanında duran Ragaz bir duvarı andıran ifadesiyle bizi izliyordu. Dimdik duruşu, geniş omuzları ve dondurucu ifadesiyle görenleri korkutacak bir tipi vardı. Nowa da en az Ragaz kadar yapılı olsa da daha cana yakın bir hali vardı. Şimdi ise mahcup ve endişeli bir ifadeyle bir bana bir Zahel'e bakıp duruyordu. Zahel suçlu suçlu bakan Nowa'ya öldürücü bir bakış attıktan sonra Jieli'ye döndü.

"Odasını hazırladın mı?" "Hazırladım efendi Zahel." Zahel merdivenlere doğru yürümeye başlarken duyduklarıma inanamadım. Burada bir odam mı vardı, Zahel benim için bir oda mı hazırlatmıştı? İlk basamağı çıktığımızda Zahel arkasını dönmeden konuştu.

"Yukarı bir şifacı yollayın!!" Merdivenleri tek tek çıkarken sarsılmamam için özellikle dikkat ediyordu ya da ben öyle olmasını içtenlikle umuyordum. "Beni burada istemediğini sanıyordum." Dediğim anda konuştuğuma pişman oldum. Bugün resmen çenem düşmüştü. Zahel merdivenleri tek tek çıkarken bakışlarını bana çevirdiğinde dudağımın kenarını ısırdım. Ne diye bu kadar çok soru soruyordum ki. "Öyle bir şey yok." "Ama Nowa'ya beni götürmesini söyledin." Sessizlik oluştuğunda Zahel'in uygun bir cevap mı aradığını yoksa zaten belli olan cevabı verip vermemekte kararsız mı olduğunu çözemedim. "Belki bir gün nedenini öğrenirsin."

Uzunca bir koridorun sonuna geldiğimizde Zahel biraz eğilip bacaklarımın altındaki eliyle kapıyı açtı ve içeri girdiğimizde de aynı şekilde kapattı. Beni usulca yatağa bıraktığında onunla bir odada yalnız olma farkındalığı tüm vücudumu yakıp geçti.

Yavaşça yatağın kenarına oturduğunda kalbimin atışını tüm bedenimde hissedebiliyordum. Varlığı adeta başımı döndürüyordu. Teşekkür etmek istedim beni kurtardığı ve yaptığı her şey için ama o benden önce davrandı. Yüzünde tek bir mimik oynamadan söyledikleri benim donup kalmama neden oldu.

"Artık burada kalacaksın Silva. Bir daha çekip gitmeyi aklının ucundan bile geçirme. Senin evin artık burası."

 

Loading...
0%