Bölüme geçmeden önce söylemem gereken birkaç bir şey var. Lütfen okumadan geçmeyin.
Biliyorsunuz kitappadin topluluk kuralları bazı şeylere müsade etmiyor. Gelen güncellemeyle birlikte bu durum değişir ya da en azından alternatif bir çözüm üretirler sanmıştım ama öyle olmadı. O sebeple +18 sahneleri buraya ekleyemeyeceğim maalesef. Eklediğim takdirde kitappad tarafından kitabın yayından kaldırılma ihtimali var ve böyle bir şey olursa bu sizin açınızdan da benim açımdan da oldukça üzücü olur. Mükemmel olmasa da bir çözüm olarak bu sahnleri açtığım whatsapp kanalına yükleyeceğim. Bölüm içerisinde +18 sahneler geldiğinde parantez içerisinde belirteceğim. Bu sayede isteyenler o kısmı whatsapp kanalından okuyabilecek. İstemeyenler için de bir sorun olmayacak.
Bölüme kanala ulaşmanızı sağlayacak karekodu ekledim. Ayrıca instagram hesabımda öne çıkanlar kısmına kanalın linkini de ekledim. Oradan linke tıklayarak kanala ulaşabilirsiniz. Kanala katıldığınız takdirde hiçbir kişisel verinize ben de dahil kimsenein erşemeyeceğini bilmenizi isterim. O açıdan için rahat olabilir. (İnsta: anksiyeteliyazar) İnstagram hesabıma ulaşamayanlarınız olursa bana kitappad üzerinden yazabilirsiniz.
Veee yirminci bölüme geldik. İlk kitabın bitmesine tahmini 5-6 bölüm kaldı arkadaşlar. Ben çook heyecanlıyımm. (İlk kitap finali olsa da yine buradan devam edeceğiz.)
Şimdilik bu kadardı. Hepinize keyifli okumalar bebeklerimm
Silva
Bir daha dönemeyeceğimi düşündüğüm sarayın tam önünde duruyordum. Hissettiğim sevincin somutlaşması mümkün olsa bu saraydan bile daha büyük olacağına emindim. Işıldadığına emin olduğum irislerimi sarayın duvarlarında gezdirdim, devasa pencerelerinde, göğe kadar uzanıyormuş gibi duran sivri kulelerinde. Geçmişin hatıralara ılık bahar rüzgârı misali zihnime üşüşürken yüzüme sıcak bir gülümseme yerleşti. Buraya geldiğim ilk gün durduğum yerde duruyordum, karşımdaki saray tıpkı geldiğim ilk günkü gibi duruyordu. Her şey geldiğim günkü gibi duruyordu. Ama her şey değişmişti.
O gün tam burada dikilirken şaşkınlık ve hayranlıkla seyretmiştim devasa yapıyı. İçim sayamayacağım kadar çok duyguyla dolup taşmıştı. Korkuyordum, gergindim, telaşlıydım ve bilinmezliğe doğru adım adım ilerliyormuşum gibi hissediyordum. Bilmiyordum o an ölüm sarayının taş duvarlardan ibaret bir yapı olmaktan çıkıp evime dönüşeceğini. Hayatıma son vermek üzere atladığım uçurum beni bu diyara getirdiğinde kafam karmakarışık olsa da tanımadığım bir adama güvenip peşine düşmüş kendimi burada bulmuştum.
Nerden bilebilirdim kafasını yardım adamın en yakın dostlarımdan birini olacağını. Ölümün sarayı diyorlardı buraya, dışardan biri için oldukça tedirgin edici olabilecek bir isimdi. Keza benim için de öyleydi. Tanımadığım bir adam bana ölüm diyarında olduğumu söylediğinde ödüm kopmuştu. Lakin işler hiç de korktuğum gibi gelişmemişti. Ölüm sarayı bana sevgiyi öğretmişti, dostluk kurmayı ve en mühimi de birini sevebileceğimi. Evet, kimseyi sevemeyeceğime dair inancımı yıkmıştı bu dünya.
Zahel’i gördüğüm ilk anı daha dün gibi hatırlıyordum. Sanki ona gelene dek ölüydüm de bir bakışı beni hayata döndürmüş, varlığı nefesim yokluğu sonum haline gelmişti.
Yerimde başkası olsa aklını kaybedebilirdi, yaşadıklarımı yaşamasaydım belki ben de aklımı kaybedebilirdim, gerçi yaşadıklarımı yaşamasam intihara kalkışmaz buraya da asla gelemezdim. En çaresiz, en sefil halimde açmıştım gözlerimi bu dünyaya. Çaresizlik içime öyle bir işlemiş, varlığımı öyle bir hükmü altına almıştı ki gördüklerimi, duyduklarımı sorgulama gereği duymadan inanmıştım. Bir insan kolay kolay başka bir dünyada olduğuna inanabilir miydi? Büyünün varlığına, gerçek anlamda bir tanrıyı göreceğine? Buraya ayak bastığımda ne inanmış ne de inkâr etmiştim.
Benimki bir kabullenişti.
Karşıma çıkan her şeyi, işittiğim her şeyi öylece kabul etmiştim. Zira buna muhtaçtım. Geldiğim dünyada olmadığım sürece nerde olduğum hiçbir önemi yoktu. Eğer… eğer o kadar çaresiz olmasaydım bu dünyanın varlığını asla kabullenemezdim, büyüyü, tanrıları… Hayatım hepsinin varlığından bihaber geçmişken bir anda karşıma çıktıkları takdirde aklımı kaybedebilirdim. Belki bu da deliliktir ama bazen o kadar çaresiz olduğum için şanslı hissediyorum, o uçurumda atladığım için şanslı hissediyordum. Şayet aksi olsaydı ne edindiğim dostları tanırdım ne de âşık olduğum adamı görebilirdim.
Artık Nowa’nın yanında duran ürkmüş kız değildim. Bu sefer Ölüm Tanrısının yanında duruyordum. Burada geçirdiğim zaman beni hayal edemeyeceğim kadar değiştirmişti. Yalnız olmak zorunda olmadığımı öğrenmiştim, cesur olmayı, savaşabilmeyi. Günler önce Hava Tanrısının zor kullanmasıyla saraydan ayrılırken sadece Silva’ydım. Günler geçmiş Ölüm Tanrısı tüm tehlikeleri göze alarak beni buraya geri getirmişti. Lakin artık sadece Silva değildim. Ölüm Diyarının tanrıçası, Ölüm Tanrısının mühürlüsü Silva Sideras’dım. Tüm hayatım boyunca lanetler saydırdığımı kaderime minnet duyacağım hiç aklıma gelmezdi ama olan buydu işte, Zahel yanı başımda duruyorken kaderime minnet duyuyordum.
Muhafızlar atları da alarak yanımızdan ayrıldığında Nowa gerinerek yanımıza geldi. “Offf her yerim tutulmuş ya.” dedi boynunu kütletirken. “Şikâyetin mi var?” diyen Zaahel kıstığı gözlerini ona çevirmişti. “Hayır ama biraz daha fazla mola verebilirdik.” “Unuttuysan hatırlatayım; burada da yapmamız gereken önemli bir şey var.” Gözleri ve ağzı şaşkınlıkla açılan Nowa “Doğru ya.” Dedi unuttuğu bir şeyi hatırlamış gibi bir ifadeyle. “Ne yapacağız?” “Önce haber var mı onu öğrenmemiz gerekiyor.” Aralarında geçen konuşmayı pür dikkat dinlerken neyden bahsettiklerini çözmeye çalışıyor lakin tek kelimesini dahi anlamıyordum.
“İçeri girelim.” Sarayın yüksek demir kapılarından geçtikten sonra uzun, taş yolda yürümeye devam ettik. Kafamın içi kazan gibiyken ağrımayan tek bir yerim bile yoktu. Tek isteğim bir an önce odama çıkıp sıcak bir duş almaktı, tabi bir de şifacıya göstermem gereken bacaklarım vardı. Narisa’nın geçirdiği tekmelerden sonra ne halde olduklarına bakma fırsatım hiç olmamıştı ancak ağrı sızı yapmadığına göre biraz da olsa toparlanmış olmalıydı. Zahel’e yaralarımdan hala bahsetmemiştim, bahsetmeyi de düşünmüyordum zira öğrendiği takdirde gücünü kullanıp iyileştirmeye çalışacağına emindim. Benim yüzümden riske girmesi istediğim son şeydi. Zaten benim için her şeyini riske atıp Kural Topraklara gelmeyi göze almıştı. Daha fazlasını yapmasına izin vermem mümkün değildi.
İki kanadı da çık olan devasa kapının önüne geldiğimizde derin bir soluk alarak gülümsedim. Evime dönmüştüm, yuvama, aileme. Aile demek kan bağı demek değildi ve yuva da doğup büyüdüğümüz yer değildi. Benim ailem de yuvam da bu insanlardı, onlar yanımda olduğu sürece benim için her yer en sıcak yuvaydı. Zahel’in eli elimi kavradığında ona doğru döndüm. Yaklaşık iki ay önce Nowa’yla girdiğim bu kapıdan içeri bu kez elimi sımsıkı tutan sevdiğim adamla girecektim. Simsiyah gözleri elalarımla buluşurken hissettiğim mutluluğu tarif edebilecek bir kelime yoktu. Dudaklarının kenarı yukarı doğru kıvrılırken sıcak bir gülümseme yayıldı suratıma.
Zahel o kadar nadir gülümsüyordu ki gülümsediğine şahit olduğum o kutsal anlarda kendimi dünyanın en şanslı insanı hissediyordum. Ne kadar güzel gülümsediğinin farkında mıydı acaba? Sanırım değildi zira farkında olsa daha çok gülümserdi. Belki gülümsemesini gerektirecek hiçbir şey yaşamıyordu. Taşıdığı işaret yüzünden maruz kaldığı muameleyi düşündüğümde yüreğim bir kez daha sızlarken Ölüm Tanrısından gülümsemesinin ve mutluluğunun çalındığını idrak ettim. Belki de hayatı boyunca mutluluğu hiç tatmamıştı, benim gibi.
İçeri adım attığımız anda hanımım diyerek bize koşan Jieli’yi fark ettik. Nefes nefese yanımıza gelen Jieli gördüğüm en hızlı baş selamını verdikten sonra kollarını bana doladı. Ânın şaşkınlığını üzerimden atarken ben de kollarımı ona sardım. “İyisiniz değil mi hanımım?” telaşla geri çekilen Jieli beni baştan aşağı saymayacağım kadar süzerken “iyiyim, bir şeyim yok.” dedim. Beklediğimden daha neşeli çıkan sesim rahatlamasını sağlarken biraz geri çekilip emin olmak istercesine birkaç kez daha beni süzmeden edemedi. Yeniden evimde olmanın verdiği rahatlama hissi kafamdaki karanlığı bastırırken sinsi bir tavırla bakışlarımı Nowa’ya kaydırdım. Zahel’in yanında durmuş öylece Jieli’ye bakıyordu. Öylesine dalmıştı ki arkasına geçip boğazına hançer dayasam ancak boğazını kestiğimde neler olduğunu fark edecek gibi duruyordu.
Onun aksine Jieli başını eğmiş açık açık ona bakan Nowa’ya kaçamak bakışlar atıyor kızaran yanaklarına engel olamıyordu. Ah şapşal aşıklar. “Ben iyiyim ama…” dediğimde herkesin meraklı bakışları bana kaydı. “Nowa’nın sırtı pek iyi değil Jieli.” “Benim mi?” diyen Nowa şaşkın bir ifadeyle suratıma bakıyor Jieli ise endişeli gözlerle ona bakıyordu. “Sırtına merhem falan sürebilir misin?” Nowa’nın gözleri kocaman olurken Jieli şok olmuş, kulaklarına kadar kızarmıştı. “Ben bir şifacı çağırayım.” dedi titreyen sesiyle. “Hayır, hayır.” derken omzunu tutup gitmesine engel oldum. “Şifacılar bana lazım. Merhemi ona sen sür.” dediğimde kaskatı kesilirken üzerimde Zahel’in bakışlarını hissettim.
Kaş göz işaretiyle sessiz olmasını söylediğimde kaşlarını çatsa da sessiz kaldı. “Yaralı mısınız hanımım?” “Önemli bir şeyim yok ama dediğim gibi şifacılar bana lazım. Nowa’yla sen ilgilen olur mu?” dudakları açılıp kapanıyor lakin bir türlü konuşamıyordu. “Lütfen Jieli.” Tereddüt ederek de olsa başıyla onayladığında Nowa’ya döndüm. “Hadi gidin ikiniz.” Nowa şok içinde ağır adımlarla yürümeye başladığında dudaklarımı birbirine bastırdım. Önümden geçtiği esnada öldürücü bakışlarına maruz kalsam da görmezden geldim. İkisi utana sıkıla gözden kaybolduğunda keyifle güldüm. “Bu da neydi şimdi?”
Yanı başımda duran Zahel tek kaşını kaldırmış bana bakıyordu. “Biraz yakınlaşmaları lazım.” dedim gülümseyerek. Kollarını göğsünde kavuşturup sessizce beni izlerken kalp atışlarım hızlanmaya başladı. Bana bakması hoşuma gidiyordu lakin o böyle bakarken elim ayağıma dolaşıyor ne yapacağımı bilemiyordum. “Odana çıkıp dinlen.” “Sen gelmiyor musun?” “Odana gelmemi mi istiyorsun?” dedi gözleri kısılırken. Yanaklarım kızarırken istemsizce yutkundum. “Biraz işim var, sen dinlen.” Hissettiğim utancı atamadığımdan onayla başımı sallayıp hızlıca merdivenlerin yolunu tuttum.
Tuttuğumu dahi fark etmediğim nefesimi verirken koşar adımlarla merdiveni tırmandım. Ellerimle yanaklarımı serinletmeye çabalarken karşıdan gelen bir hizmetçi önümde eğildiğine utancımın yerini şaşkınlık aldı. “Ölüm Tanrıçasına selam olsun.” Hizmetçi doğrulduğunda suratımı zoraki bir gülümseme yerleştirdim. Beklenmedik olay kafamı karıştırırken tanrıça olduğumu yavaş yavaş kabullenmeye başlamam gerektiğini fark ettim. Eskiden böyle şeylere maruz kalmıyor olabilirdim lakin anlaşılan sarayda dedikodular tahmin ettiğimden hızlı yayılmıştı. “Odama bir şifacı yollayabilir misin?” “Tabi ki hanımefendi.” Kız gülümseyerek uzaklaştığında şu an için başka bir selamlamayı kaldırmayacağıma karar verip koşar adımlarla odama girdim.
Hızlıca pantolonumu çıkarıp kendimi yatağa bıraktığımda yaralarımın ne durumda olduğunu görmek için sargıları açtım. Narisa’nın attığı tekmelerden olsa gerek sargılar kurumuş kan lekeleriyle kaplanmıştı, benzer bir görüntü bacaklarımda da vardı ancak yaralarım büyük oranda iyileşmişti. Sanırım bu dikişlerden kurtulabilirdim. Kapı tıkladığında telaşla yatak örtüsünü üzerime çekerken “kim o?” “Saray şifacısıyım hanımefendi.” İşittiğim kadın sesi rahatlamamı sağlarken içeri girmesini söyledim. Elinde bez bir çantayla içeri giren orta yaşlardaki kadın “Ölüm Tanrıçasına selam olsun.” dedikten sonra doğrulup yanıma yaklaştı.
“Neyiniz var hanımefendi?” Cevap vermedim, onun yerine bacaklarımın üzerine attığım örtüyü usulca çektim. Gördükleri karşısında gözleri kocaman açılan kadın eliyle ağzını kapattı. Telaşla çantasını yatağın kenarına bırakırken “Lütfen uzanın hanımefendi.” dedi. “Sanırım dikişleri almanın vakti gelmiş.” dedim yatağa uzanırken. Şifacı kadın dikkatle yaralarımı kontrol ettikten sonra çantasından birkaç malzeme çıkardı ve ilk olarak bacaklarımdaki kurumuş kanı temizledi. “Bu ne zaman oldu?” Şöyle bir düşündükten sonra “dört gün önce.” dedim. Saraya dönmemiz hızlı olmamıza rağmen üç günü bulmuştu. Kurak Topraklara çok hızlı geldikleri için dönerken daha yavaş hareket etmek ve birçok kez mola vermek zorunda kalmıştık.
“Beklenenden çok daha hızlı iyileşmiş.” Şaşkınlığı ses tonun da yansıyordu. Aslında ben de şaşırmıştım ama insan olmayan bir yanımın da olduğu gibi bir gerçeği de göz önüne alınca normal olabileceğini düşündüm. Doğru ya bir de Valeria’yla çözmem gereken bu mesele vardı. “Dikişleri alabiliriz.” Sağ bacağımdaki iki dikiş alınıp sonuncusuna geçtiğinde kapı açıldı. Başımı telaşla çalınma gereği duyulmadan açılan kapıya çevirdiğimde Zahel’le karşılaştım. Kapıyı ardından kapatırken kaşlarını çatmış bana bakıyordu. Şifacı ayaklanıp onu selamlarken ne hissedeceğimi kestiremedim. Yarı çıplak halde karşısında durduğum için utançtan ölüyor öte yandan yaralandığımı söylemediğim için suçluluk hissediyordum. Keskin adımlara yanıma gelip yatağın kenarına oturduğunda ellerimle yüzümü kapatma isteğimi bastırmaya çabaladım.
Parmak uçlarıyla yaralarıma dokunurken kıstığı gözlerini gözlerimi dikti. “Neden yaralandığını söylemedin?” Suratım şekilden şekle girerken verecek uygun bir cevap aradım. Tekinsiz bir ifadeyle bana bakmayı sürdürürken şifacı kadın resmen imdadıma yetişti. “Efendim hanımefendi gayet iyi. Yaraları iyileşmiş, sadece dikişleri almamız gerekiyor.” “Devam edin.” Zahel ifadesini bozmadan ayağa kalkarken şifacı kadın işini yapmaya döndü. Üzerimde gezinen kızgın bakışlar köşe bucak gözlerimi kaçırmama neden olurken şifacı kadın gittiğinde başıma geleceklere nasıl mani olabileceğimi düşünüyordum.
“Geçmiş olsun hanımefendi.” Şifacı kadın işini bitirip eşyalarını toplamaya giriştiğinde bacaklarıma şöyle bir baktım. Yaralar iyileşmiş lakin geride nahoş izlerini bırakmıştı. Zihnimde hoş olmayan hatıralar belirirken yüzümü buruşturdum. Boğazıma oturan yumruyu def etmek için yutkunurken “izler kalacak mı?” dedim. Sesimin titremesine engel olamamıştım. Ne açılan yaralar ne de verdiği acı geride bırakılan izler kadar yakmıyordu canımı lakin o izler… O izleri taşımaktansa ölmeyi yeğlerdim. “Sanmıyorum hanımefendi. Birkaç güne geçecektir.” Ansızın peyda olan karanlık anıları zifiri karanlığa def ederken gülümsemeye çalıştım.
Kapanan kapının sesi kulaklarıma ulaşırken tepemde dikilen Ölüm Tanrısıyla baş başa kaldım. Kıstığı gözlerini üzerime sabitlemişti bense başımı kaldırmıyor bakışlarımı köşe bucak kaçırırken ne yapacağımı düşünüyordum. “Hala bir cevap bekliyorum.” Buz gibi çıkan ses tonu yutkunmama neden olurken “önemli bir şey değildi.” dedim tereddütle. Ben inatla başımı kaldırmıyorken aniden yatağın kenarına oturup tekinsiz ifadesinin görüş açıma girmesini sağladı. Gözleri uğursuz bir ışıltıyla parıldarken sıktığı çenesi seğiriyor fazlasıyla kızgın görünüyordu. Kızacak ne vardı ki?
“Bunu bir daha sakın yapma!” Her kelimeyi üzerine basa basa söylerken kızgınlığı sesine de yansımıştı. Yüzüme öyle bir bakıyordu ki dediğinin aksini yapmam söz konu dahilinde bile olamazdı. Ne diyeceğimi kestiremediğimden gözlerimi kaçırırken onayla başımı salladım. “Sana göre önemli ya da değil, bir daha hiçbir yaranı benden gizleme.” Ses tonu bir anda değişivermişti. Kızgınlığının yerini pamuk kadar yumuşak ve nerdeyse yalvaran bir ton alırken özenle kaçırdığım gözlerimi gözlerine çevirdim. “Gizlemem.” Sesim daha çok bir fısıltı gibi çıkmıştı. Yumuşaklığıyla içimi ısıtan sesi kalbimin ritmini bozarken söylediklerinin ne anlama geldiğini düşündüm. Bilmek istediği neydi? Fiziksel yaralarım mı yoksa ruhsal yaralarım mı? Belki her ikisi de.
Kimse yaralarımı merak etmemişti, şimdiye kadar. En yakınım dediğim insanlar daima yaralarımı açanlar, deşenler olmuştu. Bense hangisinin daha çok canımı yaktığını çözemiyordum; açılan yaralar mı yoksa yaralarımı açan insanların en yakınım oluşu mu? En çok geride kalan izler sıkıyordu canımı. Geçene dek her saniye gözüme batan, nasıl oluştuğunun anılarını inatla anımsatarak dehşete düşmeme sebep olan izler. Nefret ediyordum, vücudumda tek bir yara izi dahi görmeye katlanamıyordum. Bakışlarım bir kez daha bacaklarımdaki izlere kaydığında acıyla gülümsedim. Bu farklıydı, kalsın istemiyordum lakin varlıkları o kadar daha rahatsız etmiyordu çünkü farklıydılar. Duygusal acı vermiyorlar, savaşıp hayatta kaldığımı anımsatıyorlardı.
Farkındalık usul usul gözlerimin büyümesine neden olurken Zahel’in gürültülü nefes sesleri doldurdu kulaklarımı. Vücudumdaki tüm kan yanaklarıma hücum derken göz ucuyla ona baktım. Gözlerini yüzüme sabitlemiş başka hiçbir yere bakmıyor ya da bakmamaya çalışıyor gibi görünüyordu. Elleri yatağın örtüsüne doğru kayarken tırnaklarımı avucuma sapladım. Birkaç gün öncesinin anıları zihnimde belirdiğinde yanaklarım cayır cayır yanmaya başladı. Dudaklarıma değen sıcak dudakları tenimi keşfeden parmakları…
Örtüyü dikkatlice bacaklarıma örttüğünde kollarımı boynuna dolama isteğimi güçlükle bastırdım. Mahremiyetime gösterdiği saygı yüreğimin pamuklara sarmalandığını hissetmemi sağlamıştı. İznim olmadan bana dokunmak şöyle dursun bakmıyordu bile. En iyi zaman mıydı kestiremiyordum lakin konuşmamız için uygun bir zaman olduğunu düşünüyordum. Yol boyunca konuşmamıştık. Konuşmak için uygun zaman olmadığını düşündüğümden hiç ağzımı açmamıştım. Zahel’se uygun zaman olmadığını düşündüğünden mi yoksa hiç konuşmak istememesinden midir bilinmez tek kelime etmemişti.
Oysaki konuşmamız gereken o kadar çok şey vardı ki. Aralarında en önemlisi ilişkimizdi. Mührün bizi birbirimiz için uygun eşler olarak seçtiğini lakin duygularımız üzerinde bir etkisi olmadığını biliyordum, Bilmediğim ve en çok merak ettiğim Zahel’in bu gerçeği benden neden sakladığıydı.
Mührün başka ne gibi özellikleri olduğunu merak ediyordum. Zihnimi en çok kurcalayansa bundan sonra ne olacağıydı? Zahel’i seviyordum, bu inkâr edemeyeceğim ayan beyan bir gerçekti. Onun ne hissettiği ise meçhuldü ve kolay kolay duygularından bahsedecek biri gibi de durmuyordu. Bazı istisnai anlar dışında onun hislerden yoksun olduğunu düşündüğüm zamanlar bile olmuştu. Böyle olmasının muhakkak ki bir sebebi vardı ya da birden çok zira biliyordum; kimse bir anda böyle olmazdı. Yaşanan her şey tek tek karartırdı ruhu, ta ki geriye tek bir ışık zerresi kalmayana dek.
Tam olarak hangi noktada olduğunu bilmiyordum ancak bir şeyleri dile getiremez olmuştum. Ondandı suskunluğum, ondandı Zahel’e onu sevdiğimi haykıramayışım. Oysa öyle çok ve öylesine içten seviyordum ki bazen gözlerine bakamıyordum. Ruhunun karanlığının yansıdığı gözlerinde sessiz çığlıklar atan bir tanrı görüyor çektiği acının sebebini bilmediğim ve yaralarına merhem olmayı beceremediğim için yüreğim sızlıyordu. Söz konusu sevdiğim biri olduğundu hiç düşünmeden her şeyimi feda etmeye her türlü işkenceye maruz kalmaya hazırdım lakin dilim dönmüyordu işte. Kahrolası dilim o iki sözcüğü söylememe müsaade etmiyor sözcükler her defasında boğazımda takılı kalıyor güzel bir gülün dikenleri misali batıyordu.
Hava Tanrısının sarayından çaldığım bilgileri hatırladığımda bunu da Zahel’le paylaşmam gerektiğine karar verdim. Ben pek bir şey anlayamamıştım ancak o anlayabilirdi. İçimde uğursuz bir his peyda oldu mesajı hatırladığımda. Kötü bir şeylerin yaklaştığını hissediyordum ve bunun önemsiz bir his olduğunu da pek zannetmiyordum. Tüm diyar ışık festivali için hazırlanırken başka bir şey de diyar için hazırlanıyordu, bundan tamamen olmasa da büyük oranda emindim. “Neden sakladın?” Sesim neredeyse bir fısıltı misali çıkarken kırgınlığımın yansımasına engel olamamıştım. Zahel’in mühürlüsü olduğum gerçeğini acı çektiğimi görmesine rağmen benden gizlemesini bir türlü yediremiyordum kendime. Onun başka birine ait olduğunu sandığım o anlarda öyle çok incinmiştim ki…
Zahel yerinde huzursuzca kıpırdanırken parmaklarının kavradığı örtüyü kuvvetle sıktı, bakışlarını önüne düşerken suratının aldığı ifade gerildiğini açıkça gösteriyordu. Açıklama yapmama gerek yoktu, iki kelimemden anlamıştı ne demek istediğimi. “Çünkü kahrolası yerde herkes bana zarar vermek isterken sen de bana mühürlenecek kadar şansızdın!” Kızgınlıkla sarf ettiği sözler kaskatı kesilmeme neden oldu. Düşünemiyordum, kalbim atmayı bırakmıştı, elini tutmak üzere kaldırdığım elim havada asılı kalmıştı. Ölüm Tanrısının öfkesi kendisinden başkasına değildi. Kendine kızıyordu ve haksız olduğunun farkında bile değildi.
Havadaki elimi sıktığı elinin üzerine yerleştirdiğimde bana dönmedi, öfkesi hala dinmemişti. “Şayet seçme şansım olsa ve tüm bunların hatta daha kötülerinin olacağını bilsem yine sana mühürlenmeyi seçerdim.” Nihayet bana döndüğünde harelerinde çözemediğim bir ışıltı vardı. Suratıma duyduklarından emin olmak ister gibi bakarken elimin altındaki elinin gevşediğini hissettim. Başını hafifçe yana yatırıp suratımı incelerken onaylamaz bir ifade zuhur etmişti çehresinde. “Olabilecekleri bilsen emin ol bunları söylemezdin.” Elini elimden kurtarıp avucunu yanağıma yerleştirdikten sonra baş parmağıyla usulca okşama başladı. Teninden tenime geçen sıcaklık içimi ısıtırken söylediklerinin ağırlığı altında eziliyordu yüreğim. “Ama umarım pişman olmazsın Ay Işığı çünkü ben öyle bencilim ki hayatına girdiğim için hiç pişmanlık duymayacağım.”
Ne diyeceğimi bilemedim, tıpkı Zahel’in tüm bu söyledikleriyle neyi kastettiğini bilemediğim gibi. Lakin emin olduğum bir nokta vardı; yaşananlar için Zahel kendini suçluyordu ve ne kadar dil dökersem dökeyim bundan vazgeçecek gibi de durmuyordu. Düşmanlarının ona zarar vermek için beni kullanmaya çalışacaklarını biliyordu. Bilmediği şey; bunun kendi suçu olmadığıydı. Zahel’in haklı yere düşman edindiği sanmıyordum. Çoğu işaret yüzünden ona zarar verme çabasındayken nasıl onun suçu olabilirdi bunlar?
“Olabilecekleri bilsem yine de söylerdim bunları ve pişman olmayacağım ne olursa olsun.” derken gülümsedim ve ne denli kararlı olduğumu gösterdim. Sözlerime bir karşılık vermedi. Yanağımdaki elini çekip göğsüne doğru götürürken merakla onu izledim. Elini ceketinin iç tarafına atıp birkaç saniye oyalandıktan sonra uzanıp sol elimi tuttuğunda hala ne yaptığını çözememiştim. Baş ve işaret parmağının arasında duran yüzüğü işaret parmağıma taktığında bile durumu idrak etmem birkaç saniyemi aldı. Bu o yüzüktü. Şehre gittiğimiz gün Valeria’dan Zahel’in beklediği bir mühürlüsü olduğunu öğrenmiş ardından gelişen nahoş olaylardan sonra yüzüğü çıkarıp Zahel’e vermiştim.
O günden beri görmediğim yüzük şimdi sanki hiç çıkmamışçasına parmağımda duruyordu. Ufak taşlarla süslü bir örgüyle çevrelenmiş halde duran inciye sağ ve sol taraftan uzanmaya çalışan iki el vardı ve hatırladığım kadar hoş görünüyordu. “Mühürlüme vermemi söylemiştin.” Evet, öyle söylemiştim. Ve o an bunu söylerken ne kadar kötü hissettiysem şimdi de bir o kadar mutlu hissediyordum. Yine de o gün canım çok yanmıştı. Yüzüğü çıkarıp Zahel’in avcuna bıraktığımda sanki yüreğim de bedenimden çıkmıştı. Eksildiğimi hissetmiştim, yarım kaldığımı. Şimdi ise tamamlanmıştım ve daha önce hiç bu kadar tamamlanmış hissetmemiştim.
Gizleyemediğim ve gizlemeye de çalışmadığım gülümsememle gözlerine bakarken “bundan sonra benden bir şey saklama.” dedim, sesim umduğumdan zayıf çıkmıştı. “Böyle bir söz vermem.” dediğinde bir süre için yanlış duyduğuma kesinlikle emindim. Ama hayır, yanlış duymamıştım. Zahel açık açık benden bir şeyler saklayabileceğini söylüyordu. İfadem usul usul kararırken hala elinde olan elimi çektim. Gizleyemediğim hayal kırıklığıyla yüzüne bakarken “aynı sözü sen bana verebilir misin Ay Işığı?” dediğinde duraksadım. Bir süre cevabı kendi kendime bile veremedim. Söz verebilir miydim? Şayet şu an o sözü verirsem hatırlamaktan dahi ürktüğüm geçmişimi ona anlatmam gerekirdi. Ben o günün anıları bile hatırlamaktan korkuyorken ona nasıl anlatabilirdim. Ya duygularım, onları da dile getirememiştim henüz. Sevdiğim adama onu sevdiğimi dahi söylememişken ondan böyle bir söz istemem ne kadar adildi?
Ne söyleyeceğimi bile bilmiyor olmama rağmen konuşmak üzere dudaklarımı araladığımda büyük bir gürültü koptu. Kapım ardına dek kulak tırmalayan bir gürültüyle açılırken telaşla yerimde dikleştim. Benim kadar ürkmeyen Ölüm Tanrısı hoşnutsuz bir ifadeyle ağır ağır ayağa kalkarken içeri nefes nefese kalmış baş muhafız girdi.
“Kapı çalmak nedir bilmez misin sen?” Zahel’in kınama ve kızgınlıkla sorduğu soruyu görmezden gelen Nowa telaşla ona doğru yaklaşırken bir yandan da elini göğsüne yerleştirmiş soluklarını düzenlemeye çabalıyordu. “Ragaz… haber gönderdi. Valeria’nın nerde olduğunu öğrenmiş.” Gözlerim fal taşına dönerken oturduğum yerde biraz daha dikleşip bakışlarımı ikisi arasında gezdirdim. “Valeria’ya ne oldu?” “Hiç sorma geldi mi üst üste geliyor işte. Bir göreve gitmişti ama sonra ondan haber alamadık.” Endişe usul usul içimde zuhur ederken bir an ayağa kalkmaya yeltensem de yarı çıplak vaziyette olduğumu hatırladığımda yerimde kaldım.
“Neredeymiş?” “Sanırım Ateş Krallığına götürülmüş.” “Emin miyiz?” Sıkıntılı bir soluk veren baş muhafız başını onayla salladı. “Ragaz Valeria’ya eşlik eden muhafızları bulmuş. Anlattıklarına göre Ateş Diyarının armasını taşıyan birkaç büyücü yollarını kesip onlara bir çeşit uyutma büyüsü yapmış.” diyerek açıkladığında kaşlarımı çatarak düşüncelere daldım. Valeria ile kimin nasıl bir derdi olabilirdi ki? Tek bir mantıklı cevap bulamıyordum. Birilerinin Valeria’yı kaçırmasını gerektirecek hiçbir sebep yoktu ortada, en azından bildiğim kadarıyla. “Ragaz döndü mü?” “Hayır ama bir saate burada olur.” “İyi. Bir saate odamda toplanalım.” Nowa tekmeleyerek açtığını düşündüğüm kapıyı yumuşak bir hareketle örttüğünde bir süre aynı vaziyette bekleyen Zahel nihayetinde bana döndü. Anlaşılan konuşmayı bir süre ertelememiz gerekecekti.
“Sormadan söyleyeyim hiçbir yere gelmiyorsun.” İtiraza mahal vermeyen ses tonunu karşısında susup kaldım. “Biraz dinlen.” Kapı bir kez daha kapandığında ok gibi yataktan fırladım. “Hiçbir yere gelmiyormuşum, yok daha neler.” diyerek söylenirken hızlıca kendimi banyoya attım. Sıcak suyun kaslarımı gevşetmesine izin verirken günlerdir hiç bu kadar rahat hissetmediğimi düşündüm. Diğer her şeyin yanında sıcak bir duş almayı epey özlediğimi fark ettim. Saçlarımı havlu yardımıyla olabildiğince kuruladıktan sonra banyodan çıkıp gardırobumun önüne geçtim.
Seçtiğim siyah düz bir elbiseyi üzerime geçirdikten sonra çalışma odasının yolunu tuttum. Karşılaştığım birkaç hizmetçi önümde eğilip beni selamladığında halen alışamadığım durum karşısında afallasam da utanç verici bir şey yaşamamıştım. En kısa zamanda bir tanrıça olmanın inceliklerini öğrensem iyi olacaktı. Bir an boşluğuma denk gelerek tıklatmadan açtığım kapı beni koca bir boşlukla karşılaştırdığında erkenci olduğumu idrak ettim. Demek Ragaz henüz dönmemişti. Yapacak başka bir şeyim olmadığından ve kafamda dönen sorulara cevap bulmak için Zahel’in yatak odasının yolunu tuttum.
Tıklattığım kapının ardından ses gelmeyince kolu kavrayıp usulca kapıyı açtım. Anlaşılan odasında da değildi, öyleyse neredeydi? Zayıf bir sesle kapanan kapıya sırtımı yasladığımda sol taraftaki banyo kapısı açılıverdi. Gözlerim merakla o yöne kaydığında bir an yere yığılacağımı sandım. Küçük bir havluyla saçlarını kurulamakla meşgul olan Ölüm Tanrısı henüz beni fark etmemişti ancak ben onu çok iyi görebiliyordum. Üzerinde sadece beline özensizce doladığı ve her an düşebilecekmiş gibi duran bir havlu vardı. Hayallerimi süsleyen bedeni yarı çıplak vaziyette karşımda duruyordu ve ben büyülenmişim gibi gözlerimi ondan ayıramıyordum.
Yarı aralık dolgun dudaklarına gözlerim kaydığında zihnimde birkaç gece öncesine dair hoş anılar belirirken içimde bir şeylerin alevlendiğini hissettim. Sıcak dudakları buradan bakınca epeyce davetkar görünüyor içimde peyda olan onu öpme arzusunu harlıyordu. Dudaklarını dudaklarıma ve tenime değdiği o anları hatırladıkça yeniden yaşamayı içtenlikle diledim. Tam şu an şuracıkta gelip kuru tek noktam kalmayana dek beni öpse gıkım çıkmazdı. Zira içimde öylesine arsız ve tutkulu bir şehvet peyda olmuştu ki yerimde sabit kalmak için kendimle savaşıyordum.
Bakışlarım boynuna oradan da omuzlarına kaydığında başımı boynuna gömmek istedim, tıpkı onun yaptığı gibi ben de onda izlerimi bırakmak istedim. Dudaklarımı teninde gezdirirken tenini dişlerimin arasına alıp bedenine bana dair izler bıraktığımı dudağımın kenarını ısırarak düşlerken gözlerimi biraz daha aşağılara kaydırdım. Geniş ve ıslak göğsü gözüme aynı anda sıcak bir yuva ve baştan çıkarmanın tezahürü olarak görünüyordu. Aşağı doğru kayan bir damlayı dikkatle seyrederken şişkin karın kaslarına denk gelen bakışlarım nefesimi kestiğinde kutsallığını bir kez daha idrak ettim. O bir tanrıydı, bedeni, ruhu ve her şeyiyle yüce bir varlıktı. Kahretsin ki bu tanrı hayatımda gördüğüm ve sahip olmayı her şeyden çok arzuladım bir güzelliğe sahipti.
Koca bedeni buram buram güç kokuyor göz korkutacak denli haşin görünüyordu. Özensiz sarılmış havluya dünyada en çok nefret ettiğim şeymiş gibi bakarken ne denli gevşek olduğunu merak ettim ve tüm benliğimle düşmesini arzuladım. İçimdeki şehvet öyle bir fokurduyor öyle bir kanımı kaynatıyordu ki ben bile kendime inanamıyordum. Hiç tatmadığım duyguları böyle delice arzulamam saçma görünse de nedenini biliyordum. Ölüm Tanrısı sadece bir bakışıyla onu deli gibi istememi, hiç tatmadığım o duyguları onunla tatmamı istememi sağlıyordu. İçimde gürül gürül yanan ateşi söndürebilecek tek kişi Zahel’di, belki o bile söndüremeyecek ben aldığım her nefeste delicesine onu istemeye devam edecektim.
Saniyeler geçti. Lanet havlu düşmemekte diretirken bakışlarım görmeyi arzuladığım o noktada takılı kaldı. Ona sahip olmak istiyordum, bana sahip olsun istiyordum. En çok birbirimizin olalım istiyordum. Bakışlarımı usulca kaldırıp sol kürek kemiğindeki mührü görmek istedim lakin yan durduğu için göremedim. Onun yerine ateşimi iyice körükleyen sırt kaslarıyla buluştu gözlerim. Her an dönüp varlığımı fark edebilir onu böyle arsızca süzdüğüm için kızarıp bozarmama sebep olabilirdi, olacaktı da. Eninde sonunda beni fark edeceğini bilerek bir kez daha süzdüm onu. Su damlacıklarıyla kaplı kaslı bedeni her an düşecekmiş gibi duran lakin bir türlü düşmeyen havlusuyla gözümde en baştan çıkarıcı varlık halini almıştı. Kışkırtıcı bir cazibesi vardı ve ben buna daha ne kadar karşı koyabileceğimi kestiremiyordum. Belki de hemen şimdi üzerine atlamalıydım.
“Gördüklerin hoşuna gitti mi?” Bir transtan çıkıyormuşçasına kendime gelirken havluda takılı kalan gözlerimi hızlıca yüzüne çevirdim. Dudağının bir kenarı yukarı kıvrılmış ve gözlerini kısmış bir ifadeyle bana bakan Zahel’in ses tonu alışık olduğumdan farklı çıkmıştı, tıpkı sevişme denemeyecek o kısacık anda olduğu gibi. Tam tahmin ettiğim gibi kulaklarıma dek kızardım. Kahretsin daha ihtiyatlı davranmalıydım. İçten içe bunu hiçbir zaman yapamayacağımı iyi biliyordum. Kalbini arzulayıp da bedenine duyduğum arzuya ket vurmaya çalışmak kendime haksızlık etmek olurdu.
Ne diyeceğimi bilmez halde yerimde kıpırdanıp dururken saçlarını kuruttuğu havluyu yatağın üzerine atan Zahel ağır adımlarla üzerime gelmeye başladı. Gözlerinde kıvılcımlar çakan Ölüm Tanrısının attığı her bir adımda ben de geriye doğru adımlama isteğiyle kendimi kapıya iyice yaslıyordum. Üzerine atlamayı düşünecek kadar şehvetle dolup taşıyor olmama rağmen ilk kez deneyimleyeceğim bir şey karşısında o kadar da cüretkâr davranamıyordum. Aramızdaki mesafe giderek daralırken göğsüm şiddetle yükselip alçalıyor her yerim beklentiyle karıncalanıyordu. Uzanıp dudaklarına yapışma isteğim benzin dökülmüş ateş misali harlanırken kendimi zar zor zapt edebiliyordum.
Cüretkâr davranamıyor oluşumun asıl sebebi aramızdaki ilişkinin belirsizliğiydi. Ben ne hissettiğimi ve istediğimi gayet iyi biliyor olsam da bunu henüz onunla paylaşmadığım gibi onun da ne hissettiğinden bir haberdim. Aramızdaki mesafeyi son bir adımla kapattığında düşüncelerimden kopuverdim. Bir elini omzumun üzerinden kapıya yasladığında sıcak nefeslerinin dudaklarımı yaladığını hissettim. Kahretsin, öylesine yakınımdaydı ki dudaklarına dokunmak için kıpırdanmam yetecekti. “Soruma cevap vermedin?” Bir saniyemi ne sorduğunu hatırlamaya çalışarak geçirdim. Zira o esnada aklım bir türlü düşmeyen havluda ve ardında sakladıklarındaydı.
Evet, gördüklerim kesinlikle hoşuma gitmişti hatta bunu tarif etmek için bu kelime az kalırdı. Resmen aklımı başımdan almıştı. O lanet havlu olmasa belki de gerçek anlamda kendimden geçebilirdim. Gözlerime değen siyah harelerinde çakan kıvılcımları onun da benimle aynı şeyleri istemesine yorsam da kendi ağzıyla söylemediği takdirde bundan emin olmayacaktım. Yüzümün her bir ayrıntısını hafızasına kazımak istiyor gibi ağır incelerken yere yığılacağımı hissettim. Bu kadar yakın olup dokunamamak maruz kalabileceğim en kötü işkenceydi. Gözleri kalp yaka elbisemin açıkta bıraktığı göğüs çatalıma kaydığında âdem elmasının yukarı ve ardından aşağı doğru kaydığını gördüm.
“Yerinde olmak isterdim.” Kulağıma eğilip bir fısıltıyla söyledikleri kalbimin ritmini iyice bozdu. Beni yarı çıplak mı görmek istiyordu, belki de tamamen çıplak. Ah ben tercihen onu tamamen çıplak görmek istiyordum. Ne yazık ki düşecek gibi görünmesine rağmen bir türlü düşmeyen havlu buna izin vermiyordu. Boynuma çarpan sıcak nefesinin yarattığı hissiyat geri çekilmesiyle yok olduğunda resmen hayal kırıklığına uğradım. Dudaklarını boynuma gömmesini, öpücükleriyle kendimden geçmemi sağlayıp ısırıklarıyla yeniden kendime gelmemi sağlamsını istemiştim. Gözleri elalarımla buluştu. Sıradan bir bakıştan ziyade içerde bir şeyler arayan bir bakıştı bu ve ben ne bulmayı umduğunu sadece tahmin edebilir karşısında eridiğim gerçeğini ise memnuniyetle kabul edebilirdim.
“Ne istiyorsun?” Bu soru öylesine beklenmedikti ki bir anda kafam karışıverdi. Sorusuyla tam olarak ne kastettiğini de kestiremediğimden oldukça geniş çerçevede düşünmeye başlasam da sonrasında sorunun sadece şu anı kapsadığı hissine kapıldım ancak yanılıyor da olabilirdim. Tam da şu anda ne istediğimi gayet iyi biliyordum. Onu istiyordum, arzularımın baş kahramanı olan tanrıyı istiyordum.
Zihnimdeki berraklığa karşın dilim bir türlü dönmezken beklenti dolu bir sessizlik oluştu. Geçen her saniye düzeni bozulan nefesleri dudaklarımı yalayıp geçerken ve gözleri beni şehvet dolu bir bakışla süzerken bedenim gerildi. Bu gerginliğin rahatsızlıkla uzaktan yakından alakası yoktu, safi beklentinin bedenime bir yansımasıydı. Ne istediğimi sözcüklerle ifade etmek yerine eyleme dökme gafletinde bulunduğum o kısacık anda dudaklarına uzanmıştım ki nahoş bir gürültü koptu. Yüksek sesle ve tekmelendiğini düşündüğüm bir hızla açılan kapının kanadından içeri Nowa daldığında başımı usulca ondan yana çevirdim.
Kaşlarını çatmış şaşkınlığını ziyadesiyle belli eden gözleriyle bir bana bir Zahel’e bakıyordu. Birbirimize tehlikeli derecede yakındık. Öyle ki Nowa sadece bir saniye sonra içeri dalmış olsaydı bizi öpüşmek üzereyken değil tam da öpüşürken basmış olacaktı. Utançla başımı önüme çevirirken yüzünde tehlikeli bir ifade beliren Ölüm Tanrısı ağır bir hareketle bir adım geri çekilip ürpertici bakışlarını Nowa’ya dikti. Suratına hınzır bir gülümseme yayılan baş muhafız Zahel’in birazdan yapacağı uyarılar ya da tehditlerden önce muzip bir tavırla konuştu. “Bir şey mi böldüm?” Sesinden ne kadar keyif aldığı anlaşılıyordu. Sevgili baş muhafızımızın en sevdiği şeyin Ölüm Tanrısına sataşmak olduğunu düşünmeye başlıyordum. Zira eline geçen her fırsatta şaka yapmaktan geri durmuyordu. Sanki Ölüm Tanrısının baş muhafızı değil de beş yaşında yaramaz bir çocuktu.
“Bununla iki etti.” Tekinsiz bir ses tonuyla söylenenlerden neyin kastedildiğini anlamayan yoktu. Ormandaki sevişmemizi bölen Nowa şimdi de olası sevişme girişimimizi bölmüştü. Ah Nowa seni şu an pataklamamam için sağlam bir gerekçen olsa iyi olurdu. “Kapı çalmayı bir an önce öğrenmezsen eline ihtiyaç duymadığını düşünmeye başlayacağım.” Bu tehdide hiç aldırış etmeyen Nowa sırıtışını daha da büyüterek karşılık verdi. “Ragaz geldi. Seni bekliyoruz.” Bana sinsi bir bakış atıp kapıyı ardından kapatarak çıkan Nowa yanaklarımın birer kora dönüşmesine neden oldu.
Bir aramızdaki mesafeye bir de onu koyan Zahel’e baktım. Az önce onu öpmek üzere olduğuma bir türlü inanamıyordum. Başka zaman olsa böyle bir şeye asla kalkışamazdım. Onu nefes alıp vermek gibi her saniye delicesine arzuluyor lakin hiçbir zaman az önceki kadar cesur olamıyordum. Sanki bir anlığına kontrolümü yitirmiş başka bir şeyin tesiri altına girmiştim. Az önceki ifadesi hiç var olmamışçasına yok olan Zahel yine o kaskatı ifadesini takınmıştı. “İstersen sen git. Birkaç dakikaya gelmiş olurum.” İstersen demişti. İstemiyordum yine de arkamı dönüp kapının kolunu kavradım.
Koridorlar boyunca ilerlerken tek düşünebildim yine Zahel’di. Her an ve her daim düşünebildiğim tek kişi o’yudu ve muhtemel gelecekte de bu durum değişmeyecek gibi görünüyordu. O, gözlerimizin buluştuğu ilk anda düşüncelerimi ele geçirmişti, ruhumu ve daha fazlasını. İçimdeki hisler öyle kuvvetliydi ki binlerce yılı devirmiş, köklerini toprağın en derinlerine salmış bir meşe ağacını andırıyordu. Üstelik sadece bu kadar da değildi, gücüyle dizlerimin bağını çözen hislerim büyümeye de devam ediyor ağacın kökleri en derinle ulaşmak için amansız bir çaba sarf ediyordu. Bir anlığına bu hislerin altında ezileceğimi sansam da öyle olmuyordu. Köklerini kalbimin derinlerine salarak büyümeye devam eden ağacı seviyordum. Sökülüp gittiğini ise düşünmek dahi istemiyordum.
Çalışma odasının kapısını çalmadan içeri adım attım. Zira Ölüm Tanrıçası olmam dolayısıyla Zahel’in odasına girerken kapıyı çalmama hiç gerek yoktu. En azından ben öyle olduğunu varsayıyordum. Masanın bir ucundaki tekli siyah deri kaplı koltuklarda karşılıklı oturan baş muhafızların bakışları bana döndü. Nowa az önce olanlara dem vurmak istercesine muzipçe sırıtırken Ragaz’ın suratında aşina olduğum taştan katı ifadesi vardı. Acaba gülümsemeyi sağlayan kaslardan yoksun mu diye düşünmeden edemedim. Her daim böylesine katı bir ifadeyle dolanmak yorucu olmalıydı. Gerçi bu durum baş muhafız olmasından da kaynaklanıyor olabilirdi. Nowa’nın aksine disipline ve kurallara önem veren bir kişiliği vardı.
Masanın diğer ucunda duran büyükçe koltuğa Zahel oturacağından Nowa’nın yanındaki koltuğa yerleştim. Vakit kaybetmeden Ragaz’a neler olduğunu sormak ve ne yapacağımızı tartışmak istiyordum ama sessiz kaldım. Zahel gelmeden hiçbir şeye başlamayacağımız aşikardı. “Umarım bana çok kızmamışsındır sevgili tanrıçam.” Sinsi sinsi sırıtan Nowa’ya gözlerimi devirerek karşılık verirken kapı açıldı. Beklediğimden daha erken gelmişti ve bir tanrıya yaraşır mükemmellikte görünüyordu. Üzerinde simsiyah bir takım vardı. Vücudunu tamamen saran takımı kısa bir süre önce görme şerefine nail olduğum bedenini göz kamaştıran bir görünüme sokmuştu. Yakasından aşağı doğru uzanan gümüş renkli işlemeler kıyafetinin sadelikten bir benze de olsa uzaklaşmasını sağlamıştı. Bu haliyle gözüme nefesimi kesecek denli yakışıklı görünse de üzerinde tek bir kıyafet zerresi olmadan görmeyi yeğlerim.
Hatta belki o kıyafetleri tek tek çıkarıp atan ben olmalıydım.
Zihnimdeki uygunsuz düşünceleri hayali bir el hareketiyle kışkışlarken şimdiye odaklandım. Bir an önce bulamamız gereken kayıp bir büyücümüz vardı. “Neler öğrenebildin?” “Mesajda ilettiklerim dışında kayda değer pek bir şey yok. Elimizdeki tek bilgi kaçıranların Ateş Krallığından olduğu ve Valeria’yı oraya götürdükleri ihtimali.” Ragaz’ın kaşlarını çatarak anlattıklarının ardından kısa bir sessizlik oluşurken herkes kendi kafasında planlar kurmaya başladı. Ne yapacağımıza dair pek fikrim olmadığından Valeria’nın neden kaçırılmış olabileceğine odaklandım. Muhakkak bir sebep olmalıydı ama neydi?
“Baban adalardan döndü mü?” Soru Nowa’ya yöneltilmesine rağmen ondan çok benim dikkatimi çekti. Nowa’nın babası, büyücü olmak yerine bir muhafız olmayı seçen babası. Ona dair bildiklerim bunlarla sınırlıydı ve şu ana dek hiç merak etmemiştim. “Bilmiyorum, bir süredir konuşmadık.” “Gidip dönüp dönmediğini öğren. Döndüyse derhal buraya gelsin.” Gözleri şüpheyle kısan baş muhafız “ne yapmayı planlıyorsun?” dediğinde içime bir kurt düştü. Ortada nahoş bir şeylerin olduğuna nerdeyse emindim. “Ateş Krallığına gideceğiz.” “Habersiz mi? Biliyorsun tanrılar kim olursa olsun habersiz ziyaretlerden hoşlanmazlar.” Zahel bir süre herhangi bir tepki vermedi. Bense edindiğim yeni bilgiyi sindirmekle meşguldüm. Diğer krallıklara gitmek gibi bir planım yok değildi o sebeple bu bilgiyi zihnimin bir köşesine kazıdım.
“Eğer baban buradaysa haber gönderecek vaktimiz olmayacak. Diğer türlü bir kuzgun gönderilmesini sağlarım.” “Yine de hoş karşılanmayacağız.” diyen Nowa’nın yüzünde olacak kötü şeyleri zaten biliyormuş gibi bir ifade belirdi. Dediklerini kafamın içinde evirip çevirirken neden hoş karşılanmayacağımıza dair bir cevap bulmaya çabalasam da sonuçsuz kaldım. Roan’ın burnu havada nahoş bir tanrı olduğu barizdi lakin bizim daha doğrusu Ölüm Tanrısının gelişini hoş karşılamamak için bir sebebi yoktu, olabileceğini de sanmıyordum. “Neden?” diye sordum merakıma yenik düşerek. Kurak Topraklardan çıktığımdan beri kafamın içinde dolanan tilkilerle bir plan oluşturmuştum ve şu an her türlü bilgi işime yarayabilirdi, özellikle de tanrılarla ilgili olanlar.
“Zahel Ateş Krallığıyla olan tüm ticari faaliyetleri durdurdu.” Ragaz’ın kalın ve pürüzlü sesiyle söylediklerini şöyle bir düşünsem de çok bir şey anladığım söylenemezdi. “Neden?” dedim tekrar. Koltuğunda biraz daha dikleşen Ragaz kaşlarını çatmış gözlerini de kısmıştı. İstisnanız her daim ketum ve korkutucu bir ifade takınan Ragaz şüphesiz baş muhafız olmaya en uygun kişiydi. Emirlere ve kurallara harfiyen uyan ve uyulmasını sağlayarak görevinin hakkını veren bir baş muhafız. Başlarda ondan çekiniyor olsam da artık durum değişmişti.
Onu tanıdıkça aslında taştan ifadesinin ardında sadık ve korumacı biri olduğunu idrak etmiş tüm ön yargılarımı kırıp atmıştım. Duygularını ifade etmiyor olsa da değer verdiği insanlar söz konusu olduğunda canını ortaya koyacak biriydi ve bu yönümüz kesinlikle ortaktı. Biraz da bu sebeple ona kanım ısınmaya başlamıştı. Başlarda ben de dahil olmak üzere herkesin ürkütücü baş muhafız olarak gördüğü Ragaz’ı artık arkadaşım olarak görüyordum. Tabi ki aramız Nowa gibi değildi ve onun da beni arkadaşı olarak görüp görmediğini henüz kestiremiyordum lakin benim gözümde iki baş muhafız da denkti.
“Roan Kurak Topraklara gelmeyi reddettiği gibi senin hakkında da nahoş bir mesaj iletti. Ticaretin durdurulması bu yaptıklarının bir cezası.” Bir süre işittiklerimi idrak edemedim. Şaşkın bakışlarım Zahel’e kayarken benim için bir tanrıya kafa tutmuş olmasına inanamadım. Ne denli güçlü olurlarsa olsunlar tanrıların birbirine karşı sergiledikleri olumsuz davranışlar epeyce tehlikeli sonuçlar doğurabilirdi. Zahel buna rağmen benim için Roan’ı cezalandırmıştı. Bu cezanın ne denli sonuçları olabileceğini kestiremedim ya da Roan’a zarar verip veremeyeceğini. “Ticareti durdurmanın ne gibi sonuçları olabilir?” dedim. Şaşkınlığımın sesime de yansımasına mâni olamamıştım.
Geriye doğru yaslanan Zahel delici bakışlarını elalarımı sabitlerken gözlerinde kıvılcımların çaktığına yemin edebilirdim. “Çok ciddi sonuçları olur.” derken seğiren çenesinden öfkelendiğini anladım. “Tarımsal ve hayvansal ürünler önemsiz olabilir ancak bizden ilaç alamıyor olmaları büyük sorun yaratacak.” Öfkesi her halinden belli olan Ölüm Tanrısının dediklerini hem anlamış hem de anlamamıştım. Kaşlarım merak ve şüpheyle çatılırken detayları sorsam mı diye düşünüyordum ancak Ragaz sormama gerek kalmadan bakışlarını bana çevirip açıklama yapmaya başladı.
“Krallığımızda diğer krallıkların yapmadığı ilaçlar yapılıyor ve birçok hastalığın tedavisinde kullanılıyor. Ateş Krallığı bu ilaçlardan uzun süre mahrum kaldığı takdirde insanlar arasında kargaşa çıkacak. Hepsi tanrılarına karşı cephe alırken bir iç karışıklık çıkacak.” Gözlerim şaşkınlıktan iyice büyürken Zahel’e döndüm. Roan kesinlikle berbat bir durumun içine düşecekti lakin ilaç tedarik edilemiyor olması insanların ölümüne sebebiyet verecekti. “Ama insanlar ölebilir.” dedim endişeyle. “Beni ilgilendirmiyor.” Kulaklarıma inanamadım. Zahel’in buz gibi bir ifadeyle söyledikleri karşısında donup kalırken ne diyeceğimi bilemedim.
“Merhametine ket vursan iyi olur Silva.” diyen Ragaz’a kaydırdım bakışlarımı. “Eğer Roan kendi halkını önemsiyor olsaydı diline dikkat etmeyi bilirdi. Onları düşünmek onun sorumluğunda senin ya da Zahel’in değil.” Çıtımı çıkaramadım. Söyledikleri her kelimesine kadar doğruyken ne diyebilirdim ki. Yine de Roan’ın yaptıkları yüzünden insanların ölme ihtimalinin olması canımı sıkıyordu. “Ayrıca şunu da bil Silva…” bu sefer yanımdaki Nowa’ya kaydırdım bakışlarımı. “Ateş Krallığı halkı Roan herhangi bir cezayı hak etsin ya da etmesin her daim Zahel’i suçlu görmüştür. Onlar da en az Roan kadar kibirliler.” derken yüzünü buruşturuyordu. Hissettiğim merhamet duygusu duyduklarımdan sonra geri çekilse de yine de tamamen ikna olmuş değildim.
“Yine de bir tanrının merhametinin sınırsız olması gerekmez mi?” derken Zahel’e umut dolu bir ifadeyle bakıyordum. Roan’ın hatası yüzünden insanların ölebileceği ihtimali yüreğimi sızlatıyordu. Öyle olmaması gerektiğini biliyordum, özellikle de Nowa’nın söylediklerinden sonra ama vicdanıma söz geçiremiyordum. Zahel ağır bir hareketle öne doğru eğilirken parmaklarını birbirine geçirip elini masaya yasladı. “Benim merhametimin bir sınır var ve o sınır sensin Ay Işığı.” Kalbimin ritmi şaşarken dudaklarım birbirine kenetlenip kaldı. “Yine de eğer Aeros gelir ve diz çöküp senden özür dilerse kararımdan vazgeçerim.”
Hızla başımı kaldırdığımda karşılaştığım gözler kalbimi tekletti. Zahel’in bu kararı şu an verdiğini biliyordum. Şayet insanların ölecek olması kendimi kötü hissetmeme sebep olmasaydı muhtemelen bu kararından asla vazgeçmezdi. Tüm risklere rağmen benim için Roan’ı cezalandırmış ve yine benim için bu cezayı kaldırabileceğini söylemişti. Bana verdiği değer ve gösterdiği özen mutluluktan ağlamak istememe neden olsa da kendimi sıktım. Gözlerine bakmayı sürdürürken ona sahip olduğum için şükrettim. Ona karşı duyduğum aşk içimi doldurup taşarken uzun zamandır dile getirmediğim duygularımı en kısa zamanda dile getirmeye karar verdim.
“Ben gideyim o halde.” Nowa ayaklandığında ben de ayağa kalktım. “Ben de gidip hazırlanmayım.” derken gözlerim hala Zahel’deydi. Ne diyeceğini az çok tahmin ettiğimden hızlıca uygun cevaplar aramaya koyuldum. “Sen gelmiyorsun.” Tam da beklediğim şeyi söylemişti. Daha birkaç gün önce yaşadıklarım ve Ateş Krallığında hoş karşılanmayacağımız düşünüldüğünde beni götürmek istememesi gayet doğaldı. Lakin arkadaşım ortalarda yokken oturup öylece bekleyecek değildim. En iyi ihtimalle onların dönmesini beklerken kafayı yerdim. “Geliyorum ve bu tartışmaya açık değil.” dedim kendimden emin bir ifadeyle. Gurur duyar gibi bir ifadeyle bana bakan Ölüm Tanrısının dudakları kıvrılmıştı.
“Geride durman ve kendini korumaya odaklanman şartıyla.” dediğinde başımla onu onaylasam da kendimi korumaya odaklanma kısmını yapmayacağımdan emindim. Şayet aralarından birinin özellikle de sevdiğim adamın başı derde girerse kendimi asla düşünmeyecektim. “Gitmeden…” dediğinde bakışlarını benden alıp Nowa’ya çevirmişti. “Sen burada kalacaksın.” dediğinde Nowa’nın suratı memnuniyetsizlikle buruştu. “O nedenmiş?” “Birinin buradaki işlerle ilgilenmesi gerek.” “Niye ben kalıyorum? Ragaz kalsın?” diyen Nowa resmen çocuk gibiydi. Bir an kıkırdamak istesem de kendime hâkim olmayı başardım. “Ragaz her şeyi daha detaylı biliyor.” Gözlerini devirerek sıkıntılı bir soluk koyuveren Nowa gözlerini kısarak önce bana ardından Zahel’e baktı. “Hem sen değil miydin bütün yol boyu sızlanıp duran? Böylelikle biraz dinlenmiş olursun.” diyerek Zahel’i desteklediğimi belirttim.
“Madem öyle ben de siz dönene ikinizin düğün hazırlıklarını yaparım.” Ben şaşkınlıktan donup kalırken Zahel uğursuz bir ifadeyle öne eğilip gözlerini baş muhafıza dikti. Burnunu kırıştıran Nowa bir kez daha göz devirirken “aman size de iyilik yaramıyor.” diye söylendi. Hızlı adımlarla odadan çıktığında ben de hemen ardından çıktım. Düğün. İlişkimiz karmakarışık bir ip yumağını andırırken düğün düşünmek kesinlikle kapasitemi aşıyordu. Öte yandan düşüncesi karşısında gülümsemeden de edemiyordum.
“Teşekkür ederim.” dedim yarım adım önümde ilerleyen Nowa’ya. Başını geriye doğru çevirip ne için teşekkür ettiğimi anlamaya çalışır gibi bir ifadeyle bana baktı. “Senin eğitimlerin olmasaydı Kurak Topraklarda hayatta kalamazdım.” “Bana değil Zahel’e teşekkür etmen lazım. Eğitim almanı o istedi. Aslında…” bir saniyeliğine duraksayıp devam etti. “Başta seni kendisi eğitmeyi planlamıştı ama olanlardan sonra eğitimi benim vermemi istedi.” Olanlardan sonra derken yüzünden geçen gölgeyi fark etmiştim ve bu olanlardan kasıt Zahel’in masum bir çocuğu öldürdüğünü sanmamdı. Hatıralar bir kez daha suçlulukla kavrulmama sebebiyet verirken gülümseyen Nowa’yla yollarım ayrıldı.
Kapımın kolu kavradığımda içimde garip bir his peyda oldu. Tereddüt etsem de derin bir nefes alıp kapıyı araladığımda karşımda beliren kişiye şok içinde bakakaldım.
“Valeria.”
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
10.68k Okunma |
1.61k Oy |
0 Takip |
25 Bölümlü Kitap |