Oy verip bolca yorum yapmayı unutmayın. Keyifli okumalar. Öpüldünüz😘
Yazar
Tepedeki dolunay orman yolunun girişini aydınlatırken sararan yapraklar birer birer dallarından düşmeye devam ediyordu. Havalar artık eskisi kadar sıcak değildi, doğa derin bir uykuya yatmaya hazırlanıyor soğuk hava tüm diyarı hükmü altına almaya hazırlanıyordu. Yaklaşan kış için hazırlıklarını tamamlamaya çalışan hayvanların sesleri sessizliğin içinde yankı yaparken rüzgârın uğultusu kulakları dolduruyordu.
Ormanlık yolun girişinde bekleyen baş muhafız öfkeyle yumruklarını sıkmış gönderdiği muhafızların dönmesini bekliyordu. Derin bir soluk alırken başını usulca kaldırıp ihtişamla parlayan dolunaya dikti gözlerini. Öfkesi biraz daha artarken geçmişinin acı verici anıları yeniden depreşti. Baş muhafız Ragaz Mortwush birçoklarının aksine aydan hoşlanmazdı.
Zifiri karanlığa inat tüm ihtişamıyla ışık saçan ay karanlığın o kadar da karanlık olmadığını simgelerdi. Kapkara gökyüzüne inat parlardı ay, ışığının karanlığı tamamen yok edemeyeceğini bile bile parlardı, güneşin kendi yerini alacağını bile bile parlardı. Kimileri için umudu simgelerdi bu gök cismi, en karanlık anlarda en zayıf hissettiğiniz anlarda dahi pes etmemeyi simgelerdi. Kimileri içinse ayın ışığı umudun ışığıydı.
Baş muhafız için ayın ışığı en kötü kabuslarının karanlığıydı, geçmişinin enkazları arasındaki bir parçaydı. Zira o tüm ailesini böyle bir gecede kaybetmişti, ayın dolunay evresinde tüm ihtişamıyla parıldadığı bir gece onun çocukluğu kana bulanmış, en sevdikleri son nefeslerini vermişti. Gece çöküp elindeki kuruyemiş kesesiyle ve suratındaki çocuksu tebessümüyle evinin önüne geldiğinde aralık olan kapıyı görmek çocuk yüreğine korkuyu düşürüvermişti. Yine de tüm soğukkanlılığını koruyarak usulca bir köşeye sinmiş ve ellerini pencerenin pervazına yerleştirip usulca başını kaldırdığını gördüklerinin bir kâbus olmasını tüm içtenliğiyle dilemişti. Gözlerini bir umutla onlarca kez kapayıp açmasına rağmen o korkunç manzara bir türlü gitmek bilmemişti.
Tertemiz gökte asılı duran dolunay gecesinde baş muhafızın tüm ailesi vahşice katledilmişti. O an o küçük çocuk bir yemin etmişti; ailesini ondan alan kişiden ne pahasına olursa olsun intikamını alacaktı. İntikam yeminine ve kararlığına rağmen yine de ne yapacağını bilemeyerek kaçan baş muhafız ailesinin cenazesini uzaktan gözyaşları ve öfkeyle seyretmişti. O günden sonra hayat onun için bambaşka bir hal almıştı. Artık bir ailesi yoktu, başını sokabileceği dört duvar yoktu, tanıdığı kimseler yoktu. Bir başına sokaklarda her şeye inat hayatta kalmaya çabalamıştı ve o anlardan birinde kader Ölüm Tanrısıyla küçük Ragaz’ın yollarının kesişmesini sağlamıştı.
Günler geçmiş olmasına rağmen Valeria’ya dair en ufak bir ize bile rastlayamamış olmanın yarattığı başarısızlık hissiyatıyla boğuşup duruyordu. Büyücüler tüm diyar için önem arz ediyordu. Temelde basit görünen ancak tanrıların dahi yapamadığı birtakım şeyleri sadece büyücüler yapabiliyordu. Portallar açabiliyor, çeşitli ritüeller gerçekleştirebiliyorlardı. Bu da büyücüleri kıymetli hale getiriyordu. Öte yandan sayılarının epeyce az olması da onları daha da önemli hale getiriyordu.
Ölüm Diyarının iki büyücüsünden biriydi Valeria. Baş muhafız Nowa’nın babası da aslen bir büyücü olmasına rağmen tüm hayatı boyunca nerdeyse hiç büyüyle ilgilenmemiş bedeninin müsaade ettiği güne dek orduda görev almıştı. Gerektiği takdirde büyü yapabilme kabiliyeti olmasına rağmen güçlerinin Valeria’nın güçleri ile kıyaslanması mümkün değildi.
Ragaz için Valeria çok değerliydi, tıpkı diğerleri gibi. Bu yüzden onu bir an önce bulması gerekiyordu. Başına bir şey gelebileceği ihtimali baş muhafızın zihnini kemiriyor gerginliğinin artmasına neden oluyordu. Geçen her saniyede ona geç kaldığına dair ürpertici histen bir türlü kurtulamıyordu. Valeria’yı bulmak üzere Ölüm Tanrısının yanından ayrıldığı andan beri başarısızlık düşüncesi bir nefes gibi ensesine çökmüştü. Valeria Zahel için çok değerliydi ve Zahel de Ragaz için büyük önem arz ediyordu. Bu da büyücüyü başına bir şey gelmeden saraya geri götürmesi gerektiği anlamına geliyordu.
Yaklaşan ayak seslerini işittiğinde bunların gönderdiği muhafızlara ait olduğunu bilse de tedbirsiz davranmayarak elini kılıcına uzattı. Az ileride beliren iki muhafız hızla aldığı soluklarının arasında baş selamı verirken Ragaz elini kılıcından çekip gözlerini karşısında duran adamlara dikti. Bir şeyler bulmuş olmalarını umuyordu. “Maalesef efendim hiçbir şey bulamadık.” Aldığı cevaptan hiç de memnun olmayan baş muhafız öfkeyle yerdeki ufak taşlara bir tekme savurdu. Darbenin etkisiyle savrulan taşlar iki muhafızın ayaklarının dibine düşerken Ragaz gerginlikle yeni yeni çıkmaya başlayan sakallarını ovuşturdu.
Atlara binip Valeria’nın göreve giderken kullandığı muhtemel yolda ilerlemeye devam ettiler. Yarım saatlik ilerlemenin ardından baş muhafızın dikkatini çeken şey atının iplerini çekip durmasına neden oldu. Hızla atından indiğinde yanında ilerleyen muhafızlar da peşinden indiler. Patikadan çıkıp ağaçların arasına girdiklerinde sararmış yaprak yığınlarının arasında ölü gibi uzanan iki bedenle karşılaştılar. Ragaz onların kim olduğunu biliyordu. Bunlar Valeria’ya eşlik etmeleri üzere görevlendirilen muhafızlardı.
Baş muhafız onların günlerdir burada bu halde olduğunu varsaydı. Aksi olsaydı direkt saraya haber gönderirlerdi. Bu durumda ölmüş olmaları muhtemeldi. Lakin baş muhafız görünürde bir yaraya rastlamamıştı. Zayıf olan muhafız hızla eğilip elini yerde yatan muhafızın boynuna yerleştirdi ve başını baş muhafıza çevirdi. “Yaşıyor efendim.” Baş muhafızın gözleri şaşkınlıkla büyüdü. Yaşıyor olmalarına ihtimal vermemişti. Hızla çöküp bir de kendisi kontrol etti yerde hareketsiz yatan muhafızları. Doğruydu, muhafızlar gerçekten de hayattaydılar. “Sanırım biri onlara büyü yapmış.” dedi iri yarı muhafız. Ragaz da zaten bunu düşünüyordu. Zaten gördükleri vaziyetin başka bir açıklaması da olamazdı.
Hiç düşünmeden kıyafetinin iç cebine sıkıştırdığı ufak şişeyi çıkardı. Ağzında mantar tıpa olan cam şişenin içinde turkuaz renkte bir sıvı vardı. Birçok büyüyü bozabilecek bir iksirdi bu, en azından Valeria öyle söylemişti. Baş muhafız Valeria’nın ısrarcı davranarak ona bu iksiri vermesine minnet ederken şişeyi muhafızın dudaklarına götürdü. Kalan sıvıyı da diğer muhafızın ağzına döktüğünde yapılacak tek şey beklemekti. Valeria büyünün amacına ve gücüne göre iksirin etki süresinin farklılaşabileceğini söylemişti.
On dakikalık bekleyişin ardından hoşnutsuzlukla yüzlerini buruşturarak gözlerini açan iki muhafız tepelerinde dikilen baş muhafızla göz göze geldikleri anda telaşla ayağa kalktılar. Kısa bir anlık baş dönmelerine rağmen hızlıca baş selamı vermeyi ihmal etmediler. Baş muhafızın her daim takındığı katı ifadesi şimdi daha korkutucu bir hal almıştı. Karşısında duran iki muhafız yutkunmadan edememişti. “Neler oldu!!” diye gürlediğinde gerginlikle birbirine bakan iki muhafız olan biteni tek tek anlatmaya başladı.
Silva
Herkesin bir adım gerisinde Zahel’in tam arkasında duruyordum. Omzunun üzerinden gördüğüm manzara gözlerimin dehşetle büyümesine neden olmuş aldığım soluklar bir anda kesilivermişti. Ne kendi kulaklarımla işittiklerime ne de gözlerimin önüne serilen manzaraya inanamıyordum. Diyarın, belki de tüm evrenin saf kötülükle yıkanmış varlıkları tam karşımda duruyordu. Bir tane değildi, yüzlercesiydi karşımızda duranlar. Ve yüzlercesi tek dizinin üzerine çökmüş başlarını eğmiş vaziyette öylece bekliyordu. Sessizliğin içinde altı kalp tereddütle çarpıyordu. Öylesine uğursuz bir sessizlik çökmüştü ki Kurak Topraklara kendi kalp atışlarımı dahi duyabilecek hale gelmiştim.
Tanrılar sadece kaşlarını çatmış sakin görünen bir tavırla karşılarında duran yaratıkları izliyordu. Lakin gergin olduklarından adım kadar emindim. Yıllarca süren bir savaş ve verilen onca kayıpların ardından zar zor buraya tıkılan bu yaratıklar karşısında gergin olmamaları söz konusu olamazdı. Bir insan ya da tanrı olmak fark etmiyordu; herkesin derinlerde bir yerde yatan korkuları, tereddütleri muhakkak ki vardı. İlk hamleyi kimin yapacağı büyük bir muammayken aramızda en öfkeli görünen Nowa’ydı. Derince çattığı kaşları alnının kırışmasına neden olurken, sıktığı dişleri çenesinin seğirmesine sebep oluyordu. Sağ elindeki kılıcını öyle sıkı kavramıştı ki parmak boğumları bembeyaz kesilmişti. Onu bu denli sinirlendiren şeyin tam olarak ne olduğunu çözemiyordum. Lakin baş muhafızı ilk defa bu denli öfkelenmiş görüyordum. Ragaz’ın buna benzer hallerine alışık olsam da Nowa’da gördüğüm bu öfke şaşırtıcıydı.
Kalbim endişeyle göğüs kafesimi dövmeye devam ederken hala aynı pozisyonda duran şeytanların neyi beklediğini çözemedim, biraz sonra neler olacağını kestiremedim. Kaygıyla dolan bakışlarım usul usul Zahel’in sırtından yukarı doğru tırmanırken endişeyle yutkundum. İki yanımda yumruklarımı sıkarken gözlerim Zahel’in ensesindeki işarete değdiği anda kalbimin sızladığını hissettim. Kırık bir çemberi tam tepesinden bölen kırık bir kılıçtan ibaret olan sembole baktığımda bir kez daha sertçe yutkundum. Bu sefer endişen ya da kaygıdan değil safi korkudan. Gözlerim şeytanlar ve Zahel arasında gidip gelirken zihnimde dönen ihtimaller ve senaryoların kafamı patlatmasına ramak kalmıştı.
Bu mümkün olamazdı, üzerimize yapıştırılan hiçbir damga kişiliğimize dönüşemezdi. Zahel Şeytan Kral olamazdı. Bir şeytan olmaya en uzak kişiydi o, kutsal tanrılardan biriydi. O halde bu yaratıklar neden onun önünde diz çöküyorlardı? Zahel’i kaybedebileceğime dair içime yerleşen korku yeninden depreşti. Bu sefer basit bir duygu olmaktan çok uzak, gerçekliğe dönüşmeye iliklerime dek titremem neden olacak denli yakındı. Gözlerimi Zahel’in ensesindeki işaretten bir türlü ayıramıyordum. Bir kısmı saçlarının arasında bir kısmı ceketinin yakasının altında kaybolmuş olmasına rağmen ordaydı. Adeta ben varım, her zaman vardım ve her zaman var olmaya devam edeceğim diye haykırıyordu. Şayet mümkün olsa o işareti Zahel yerine ben taşımak isterdim, canımı yakmasını umursamadan kazırdım o işareti ensemden. Yok olana dek de durmazdım.
Ama öyle değildi işte. Şeytanın işaretiyle doğan Zahel olmuştu. Tüm hayatı boyunca bu işaret yüzünden kim bilir nelere maruz kalmışken şimdi bir de şeytanlar önünde diz çöküyor tanrıların önünde onun efendileri olduğunu haykırıyorlardı. Zahel’in yüzündeki ifadeyi göremesem de sıktığı yumruklarını çok net görebiliyordum. Hoşnutsuzdu, bu yaratıklardan nefret ediyordu, ona böyle hitap etmelerinden nefret ediyordu. Belki insanların ona şeytan demesini o kadar da umursamıyor, derinlerde bir yerde kendini bunun doğru olmadığına ikna ediyordu. Peki ya şimdi? Yüzlerce şeytan önünde diz çökmüş ona efendileri olduğunu söylerken hala inkâr edebiliyor muydu?
İnkâr et Zahel, yalvarırım inkâr et. Sen şeytan değilsin, hiçbir zaman olmadın, hiçbir zaman da olmayacaksın. Buna müsaade etmeyeceğim. Sana söz adının yanına yapıştırılan bu sıfattan kurtaracağım seni.
Dakikalar birbirini ardına hızla akmaya devam ederken nihayet şeytanlar bir bir doğrulmaya başladı. Önce ön sırada duran şeytanlar doğruldu ardından yüzlercesi senkronize halde teker teker ayağa kalkıp karşımıza dikildi. Yüzlerce siyah silüet kapüşonlarının altına gizledikleri kan kırmızısı gözleriyle bizi süzerken nefes almakta zorlanıyordum. Herkes sessizliğini korumaya devam ederken birkaç şeytanın kenara çekilerek bir koridor oluşturmasıyla tüm dikkatler o tarafa verildi. Şeytan koridorundan süzülerek yaklaşan bir başka şeytan aramızda güvenli bir mesafe bırakarak durduğunda elini kapüşonuna götürdü.
Geriye doğru itilen kapüşonun açığa çıkardığı görüntü afallamam neden olurken fark etmeden öne doğru bir adım attım. Karşımızda soluk tenli, uzun boylu bir adam duruyordu. Üzerinde simsiyah kıyafetlerine ek olarak şeytanların giydiği pelerin vardı. Şeytanların arasından çıkmış olmasına rağmen hiç de daha önce karşılaştığım şeytanlara benzemiyordu. Tıpkı bir insana benziyordu, hatta bir an için insan olduğunu bile düşünecektim. Lakin kan kırmızısı gözlerini gördüğüm anda onun bir insan olmadığına emin oldum. Soluk teni, ifadesiz suratı ve boş bakışlarıyla Zahel’in tam karşısında duruyordu.
“Geri dönüşünüzü sabırsızlıkla bekliyoruz Kralım. Semûm Ateşi daima yanacak.”
Yüzlerce şeytan az önceki şeytanın sözlerinin ardından aynı anda bilmediğim bir dilde bir şeyler söylediler. İnsan bedenindeki şeytanın sözlerini tekrarladıklarına nerdeyse emindim. Kulaklarıma dolan sesler tam anlamıyla azap vericiydi. Ruhuma aykırıydı bu sesler, varlığımla çatışıyordu. Sanki ruhum aynı anda yüzlerce bıçak darbesi almış gibiydi. Göğsümün ortasına koca bir balyoz misali ansızın çöken sızı dişlerimi sıkmama neden olurken yolumuzu kesen şeytanlar bir bir geri çekildi. Başka bir şey söylemeden, hiçbir şey yapmadan hepsi teker teker ağaçlık alanda kayboldu.
Beklediğimin aksine bir çatışma gerçekleşmedi.
Onların gidişiyle tüm gözler Ölüm Tanrısına dönerken Zahel’in yüzünde buzdan bile soğuk bir ifade vardı. “Devam ediyoruz.” Üzerimize çullanan hissiyatın ağrılı altında aynı şekilde yürümeye devam ettik. Etraftan çıt sesi dahi yükselmezken kimse birbirine bakmıyordu, öyle ki Nowa’nın bile ifadesi değişmiş suratı donuk bir ifadeye bürünürken gözleri dalıp gitmişti. Bir şeyler yanlış diye geçirdim içimden. O sadece taşımaması gereken bir işaretle doğan Ölüm Tanrısıydı, Şeytan Kral değildi ve asla olmayacaktı.
“Nowa!” dedim kararsız bir ses tonuyla. Bakışları anında beni bulurken kendimi Zahel’e bakmaktan alıkoyamıyordum. “O adam kimdi?” dedim sessizce. Herkes kendi düşüncesine dalmış sessizliğin hüküm sürmesine izin vermişken kimsenin bizi duymasını istemiyordum. “Şeytandı.” diyerek cevap verdiğinde o da sesini alçalmıştı. Bana doğru bir adım atıp aramızdaki mesafeyi küçültürken kulağıma doğru usulca eğildi. “Bazı şeytanlar çok güçlü olduklarında kendilerine beden yaratabiliyorlar ama bu çok nadir oluyor.” Açıklamasına karşılık onayla başımı sallasam da içim hiç rahat değildi. Huzursuzdum ve bu hissin öyle kolay kolay geçmeyeceğinin de farkındaydım.
“Nowa!” dedim bir kez daha tereddütle. Sıkıntılı bir soluk alarak bana doğru döndüğünde suratında karmakarışık, bezgin bir ifade vardı. “Ne soracağını biliyorum Silva ama inan cevabı ben de bilmiyorum. Şeytanlar neden Zahel’in önünde diz çöktü, neden öyle dediler bilmiyorum.” Eliyle hafiften uzayan sakallarını sertçe ovuştururken gergin ve kafası karışık görünüyordu. “Sikeyim böyle işi!” diyerek bir küfür savurdu sıktığı dişlerinin arasından. “Ben yıllardır Zahel’le birlikteyim, hatta bütün hayatım onunla geçti bile diyebilirim. Yeri geldi birbirimizi korduk, yeri geldi omuz omuza savaştık. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmedi, ağabey kardeş gibi olduk. Gizlediklerine rağmen Zahel’i çok iyi tanıyorum ben, herkesten iyi tanıyorum Silva.” Nowa’nın suratında küçük bir tebessüm belirirken geçmişindeki Zahel’e dair anıları anımsadığına emindim. Bir saniye duraksadı ve tekrar bana döndüğünde artık daha sakin görünse de gülümsemesi solmuştu.
“İşareti yüzünden kendi halkı bile ona sırt çevirmiş olmasına rağmen onlardan asla vazgeçmeyen biri o. Yaptığı iyilikleri üstlenmeyen biri. Ondan yardım isteyenleri asla geri çevirmedi Silva. Belki görevi bu diyeceksin ama değil işte, değil. Her zaman kendine düşenden çok daha fazlasını yapmaya çalışıyor o. Hatta diğer diyarların insanlarına bile öyle çok yardımı dokundu, ki bunu yapmaya da mecbur falan değildi. Onlardan sorumlu değildi. Peki tüm bunların karşılığında ne gördü? Koca bir hiç! Koskocaman bir hiç!” Sesi her geçen saniye daha da yükselse de tanrıların bizi duyamayacağı kadar alçak sesle konuşuyordu. Yumruklarını sıkarken öfke dolu irislerini bana doğru çevirdi. “Sen de biliyorsun Anbar Köyünde olanları. Koskoca bir köy canları pahasına Zahel’i öldürmeye çalıştı! Bunu aklın alabiliyor mu?! Sırf bir işaret taşıyor diye koca bir köy Zahel’i öldürmek istedi! Zahel’in verdiği ceza asla yeterli değildi! Onun yerinde bir başkası olsa o köyde nefes alan tek bir canlı bile bırakmazdı!!”
Öfke ve nefret dolu sözler bir an yutkunmama neden oldu. O köye verilen cezanın yeterli olmadığını ben de düşünsem de Nowa’ya katılmıyordum. “Orda masum kadın ve çocuklar da vardı Nowa.” dedim sadece onun duyabileceği bir tonda. “Biliyorum, kahretsin ki biliyorum! Yine de o ceza asla makul değildi ve işin en berbat tarafı ne biliyor musun? O insanlar Zahel onları bağışlamasına rağmen ondan nefret etmeye devam ediyorlar. Ölümün tanrısı onlara ölümü değil de yaşamı bahşetmiş olmasına rağmen iğrenç fikirlerinden vazgeçmiyorlar! Şayet ellerine fırsat geçse aynı şeyi yeniden denemekten çekinmezler!” “Nerden biliyorsun?” dedim merakla. O köyden ayrıldığımızdan beri orada neler olup bittiğinde dair hiçbir fikrim yoktu. Köy artık ölüm diyarına da bağlı olmadığından kimsenin orada neler olduğuna dair fikri olmadığını sanıyordum.
Anlaşılan ya yanılmıştım ya da Nowa bunu genel geçer bir yargıya dayanarak söylüyordu.
Suratına bir sırıtış yayılan Nowa’nın buz mavisi gözleri Zahel’i buldu. Bu gülümseme normal değildi, sinirden gülümsüyordu. “Çünkü sevgili kocan köyü kendi himayesinden çıkarmasına rağmen zaman zaman bir sorun olup olmadığını öğrenmek için oraya kılık değiştirtip muhafızları gönderiyor.” Benim de gözlerim önümüzde yürüyen Zahel’i bulurken şaşkınlığımı tarif edecek kelime yoktu. Görüş açımdaki dimdik duran omuzlarına baktım, ensesine baktım ve tüm öğrendiklerimle bu adamı bağdaştırmaya çalıştım. Nowa haklıydı, bu denli öfkelenmekte sonuna kadar haklıydı. “Hal böyleyken insanlar Zahel’le kadim bir kötülüğü aynı kefeye koyma gafletine düşüyor. Bu da beni çıldırtıyor! Bazen böyle düşünen aptal insanları akılları başına gelen dek kafalarını suyun altında tutmak istiyorum!! Ya da belki de o aptal beyinlerinin çalışmasını sağlamak için kalın kafalarının duvara vurulması gerekiyordur!”
Elini bir hışımla saçlarının arasından geçirirken başını kaldırıp gözlerini sıkıca yumdu. Sinirliydi, olanlardan dolayı hoşnutsuzdu ve inkâr çabasına girmişti. Tıpkı benim gibi, aradaki tek fark benim onun kadar öfkeli olmayışımdı. Nowa’nın öfkeli olduğu noktada ben korku doluydum. Zahel’in Şeytan Kral olduğuna inanmıyordum. Lakin başkalarının bu yöndeki kuvvetli inançlarının ona zarar verebileceğinden korkuyordum.
Nowa resmen sinirden olduğu yerde tepinirken onu bu denli öfkeli görmenin şaşkınlığını yaşıyordum. Bana bakmıyordu, gözlerini boşluğa dikmiş dişlerinin arasından ateş dolu sözler sarf ediyordu. Usulca yaklaşıp bileğini kavradığımda başını çevirip afallamış gözlerle bana baktı. Öfkeli ifadesi usul usul solarken gözlerini kapatıp uzun bir soluk aldı.
“Kendimi kaybettim değil mi?” Anlayış dolu bir ifadeyle başımla onayladım. “Bu işaret meselesi, diyarda dönen dedikodular ve Zahel’e yapılanlar canımı çok sıkıyor.” Artık sesi az önceki kadar yüksek olmadığı gibi öfkesi de yatışmıştı. “Biliyorum. Tüm bunlar benimde çok canımı sıkıyor.” Nowa’nın bileğini bırakırken gözlerim bir anlığına Zahel’e kaydı. Tüm bunlar Nowa’yı bu hale getirirken Zahel’in bu kadar sakin kalabiliyor olmasına hayret ettim. “İşler iyice boka saracak.” Afallayarak bakışlarımı Nowa’ya kaydırdım. Endişeyle burun kemiğini ovuştururken uzun, sıkıntılı bir soluk verdi. “Nasıl yani?” dedim merakla. “Yanisi şöyle tanrıçam şu iki…” bakışlarıyla arkamızdan gelen hava ve toprak tanrısını işaret ederken duraksadı. Muhtemelen nahoş bir şey söylemek istiyordu ancak kendini tutmuştu. “Aeros ve Silas geri döndüğümüz anda az önce olanların tüm diyara yayılması için ellerinden geleni yapacaktır. Özellikle de Aeros. Muhtemelen yapacakları ilk iş Işık Konseyine haber uçurmak olacak.”
“Konsey mi?” Meraklı gözlerle Nowa’ya bakmayı sürdürürken arada arkamızdan gelen tanrılara da kaçamak bakışlar atıyordum. Nowa’nın dediklerini Aeros’un gerçekten de yapacağından şüphem olmasa da Toprak Tanrısı konusunda kararsızdım. “İşaret yüzünden Işık Konseyi ikide bir diyarımıza gelip duruyor. Bu ziyaretleri düzenli olarak tüm tanrılara yaptıklarını söylüyorlar ama bu göründüğü kadar da doğru değil. Sırf Zahel’de şeytan işareti var diye sürekli saraya geliyorlar, bir nevi bizi denetliyorlar. Oysa denetlemeye bizden çok Aeros’un ihtiyacı var. O sinir hastasının diyarı kim bilir ne haldedir.” Nowa anlattıkça kafamda her şey yavaş yavaş yerine oturuyordu. Konseyin ne sıklıkla ziyaret gerçekleştirdiğini bilmesem de içimden bir ses birkaç ayda bir bu ziyaretleri ya da Nowa’nın deyimiyle denetimleri yapıyorlardı.
“Şimdi şu ikisi Zahel’in onları tehditle buraya getirmesi de dahil olmak üzere tüm olanları konseye yetiştirecek. Sonrada konsey günlerce başımızın etini yiyecek.” “Onlardan pek hoşlanmıyorsun anlaşılan.” Başını hafifçe eğip bana baktı. “Hoşlanmamak değil. Sonuçta onlar diyardaki düzen için önem arz ediyor ama bu yaptıklarını hoş karşılamıyorum.” Anladığımı belirtmek için hafifçe başımı salladım. Sonrasında oluşan birkaç dakikalık sessizlik resmen diken üzerinde yürümek gibi hissettirmişti. İçim tuhaf bir endişeyle dolup taşarken daha fazla dayanamayarak Nowa’ya doğru yaklaştım. “Seni hiç bu kadar öfkeli görmemiştim.” Bana döndüğünde yüzünde şaşkın bir ifade dudaklarında bir gülümseme vardı. “Eh arada Ragaz’lığım tutuyor işte.” Cevabı benim de gülümsememi sağlarken Nowa’nın normal haline dönmesi içimi rahatlattı.
“Ama Ragaz’ın Nowa’lığı tutmuyordur?” “Öyle bir şey mümkün mü? Sonuçta ben eşsizim.” Kıkırtımı bastırmak için dudaklarımı birbirine bastırırken Nowa özgüvenli bir tavır ve alaycı gülümsemesiyle bana bakıyordu. “Ne kadar yolumuz kaldı?” Şeytanlarla olan can sıkıcı buluşmamızdan bu yana epey yürümüş olsak da hala mühre ulaşamamıştık. Nowa başını önce sağa sonra sola yatırarak önümüzdeki yola dikkatlice baktı. “Az kaldı.” Dişlerimi dudaklarıma geçirirken tereddüt dolu bir halde sonraki sorumu sormak için derin bir soluk aldım. “Nowa!” Bakışları anında beni bulduğunda ifadem karşısında kaşları çatıldı. “Mührü gerçekten kırabilecekler mi?”
“Hayır tabi ki.” Aldığım cevap beklediğim cevap olmadığından şok içinde Nowa’ya döndüm. “Koruyucuların Mührünü kıracaklarını gerçekten düşündün mü?” Ne yani kırmayacaklar mıydı? O halde nasıl çıkacaktık? “Değil tanrılar tüm diyar bir araya gelse yine de mührü kıramazlar.” Suratıma yerleşen dehşet dolu ifade Nowa’nın sırıtmasına neden olurken ne neden sırıttığını ne de dediklerinin ne anlama geldiğini çözebiliyordum. “Sakin ol. Mührü kıramazlar ama duvarda ufak bir yarık açacaklar oradan geçeceğiz.” dediğinde rahat bir soluk verdim. Bir an için endişelenmedim desem yalan olurdu.
“Yarık ne olacak peki?” “Açıldığı gibi mühür kendini tamir etmeye başlayacaktır. O yüzden koşmaya hazırlansan iyi olur. Tabi bir terslik olmazsa.” İşte duymayı beklediğim ve duymaktan korktuğum şey tam olarak buydu. Öyle basitçe buradan çıkabileceğimize gerçekten inanmıyordum. İçimdeki şüphe Nowa’nın son sözleriyle birlikte daha da büyürken o da bakışlarını kaçırmaya başlamıştı. Eliyle ensesini ovuştururken “Zahel’in sevdiği insanlar konusunda ne kadar bencil olduğunu bilmiyorsun tabi.” dediğinde kaşlarımı çatarak ona baktım. “Açık açık neler döndüğünü anlatır mısın?” Bir süre kararsızlık içinde sessiz kalsa da nihayetinde cevap verdi.
“Ehh bilmediğin pek bir şey yok aslında. Dediğim gibi Zahel iyi biri ama söz konusu değer verdiği insanlar olduğunda ne kadar bencil olduğunu hayal bile edemezsin. Buraya gelmek…” duraksadı ve bana doğru yaklaşıp sesini iyice azalttı. “Sandığından daha riskli Silva. Gelmek mesele değildi, geldik de ama kesin olarak buradan çıkabileceğimizin bir garantisi yok. Tanrıların gücünü birleştirerek mühürde ufak bir geçit açabileceği sadece bir söylenti. Daha önce denenmediğinden bunun gerçek olup olmadığını bilemiyoruz. Eğer buradan çıkmazsak diyar tanrılar olmadan yok olup gider. Yine de Zahel bu riski alarak geldi.” Gözlerim dehşetle büyürken işittiklerimi idrak etmekte güçlük çekiyordum. Nowa ise gayet sakin bir tavırla anlatmaya devam ediyordu.
“Bir diğer ihtimalde buradan çıkarız. Ancak mühür kendini tamir edemeyebilir. Sonuçta koruyuculara ve onların güçlerine dair pek bilgimiz yok. Eğer açtığımız yarık kapanmazsa buradaki tüm yaratıklar diyara doluşur ve yine diyar yok olup gider. Zahel bu riski de göze aldı.” Her kelimede hissettiğim dehşet ve şaşkınlık katlanarak artıyordu. Nowa’nın ise tüm bunlardan sıradan bir şeyden bahsediyormuş gibi bahsetmesine anlam veremiyordum. “Şayet her şey yolunda giderse geri döndüğümüzde en fazla Zahel’in konseyle başı biraz derde girebilir. Zahel bunu da göze aldı. Gerçi bu diğerlerine kıyasla o kadar da korkutucu değil.” Durdu, yüzünde alışık olmadığım bir ifade belirdi. Gözleri önce Zahel’i ardından beni bulduğunda tüm ciddiyetiyle konuştu.
“Her şeyden öte buraya gelirken hayatta olup olmadığından bile emin değildik Silva. Zahel buna rağmen tüm riskleri göze alarak buraya geldi.” Kalbim şiddetle göğsümü döverken gözlerim Zahel’e kaydı. Benim için aldığı risklerin ne denli büyük olduğunu ancak şimdi fark edebiliyordum. İçim mutluluk ve endişeyle dolup taşarken boğazıma oturan yumruya mâni olamadım. Akmak için direten gözyaşlarıma dişlerimi sıkarak engel oldum. “Eee artık Zahel’in seni ne kadar sevdiğini anlamışsındır.” İmalı imalı bakan baş muhafıza döndüğümde sözleri karşısında yanaklarım ısınmaya başladı. Zahel’le olan ilişkim o kadar karmaşıktı ki ne düşüneceğimi kestiremiyordum.
“Bu beni sevdiğini mi gösterir?” İçten içe Nowa’nın haklılık payı olduğunu düşünsem ve bunun gerçek olmasını istesem de Zahel beni sevdiğini kendi söylemediği sürece içimde hep bir şüphe kalacağını biliyordum. Baş muhafız başını yana yatırıp ciddi misin der gibi bir ifadeyle bana bakarken gözlerini devirdi. “Cidden bundan şüphen mi var? Seni sevmese bunca riski almazdı. Ayrıca sevmeyen biri kıskanmaz da değil mi?” Neyden bahsettiğini anlamamış olmanın yarattığı şaşkınlıkla kaşlarımı çattım. “Tabi ki haberin yok. Şu Roan pisliğinden aldığın gülün olduğu yerdeki diğer güllere ne olduğunu biliyor musun?” Bunun nereye varacağını anlamasam da onayla başımı salladım. “İşte onları Zahel söktürdü. Yerine de papatya dikti. Bundan senin papatya sevdiğini tahmin ediyorum. Haklı mıyım?” Sorusuna cevap vermek yerine kendi sorumu sordum. “Kendi mi dikti?”
Onaylamak için başını salladığında yüzümde oluşan gülümsemeye engel olamadım. İçimden koşup Zahel’e sarılmak geçse de içinde bulunduğumuz durumda bunun pek de uygun olmayacağını bilerek kendimi tuttum. “Bakıyorum da kıskanılmak hoşuna gitti.” Bilmiş bir tavırla sırıtan Nowa’ya çevirdim bakışlarımı. Resmen halimden keyif alıyordu. “Ne olmuş? Jieli seni kıskansa senin de hoşuna gitmez miydi?” “Ah hem de nasıl.” Gülümsemesi özlem dolu bir hal alırken benim Zahel’i özlediğim kadar onun da Jieli’yi özlediğine emindim. “Ama kıskanmak o kadar da güzel değil değil mi?” Şüpheci bir edayla beni baştan aşağı süzdü. “Sen de fark ettin değil mi?” “Etmemek mümkün mü? Adı neydi?”
Suratı hoşnutsuz bir hal alan baş muhafız dişlerinin arasından “Dalinar!” dedi. Dalinar saraydaki muhafızlardan biriydi ve görevinde de oldukça başarılı gibi görünüyordu. Çoğu muhafızın adını bilmiyorken onun adını biliyor olmamın tek sebebi zaman zaman Jieli’ye attığı kaçamak bakışları fark etmemdendi. Ondan hoşlandığına şüphem yoktu, Nowa’nısa hiç hoşlanmadığı her halinden belliydi. “Zahel’in onu muhafız olarak alması hala sinirlerimi bozuyor. Üstelik bizim diyarımızdan bile değil.” “Nerden geldi ki?” “Bilmiyorum. Zahel getirdi ve onu muhafız olarak yetiştirmemizi istedi.”
Nowa’nın haline gülmemek için dudaklarımı sıkıca birbirine bastırsam da pek faydası olduğu söylenemezdi. “Eğitimlerde ona ayrı muamele gösteriyorum ama herif bana mısın demiyor. Yetmezmiş gibi bir de özel muamele gösterdim diye Ragaz ve Zahel’den azar yiyorum.” Nowa ağzının içinde kendi kendine söylenmeye devam ederken sırıttığımı fark etmemesi için başımı diğer tarafa çevirdim.
Birkaç dakikanın ardından Zahel ve Nolan’ın durmasıyla birlikte hepimiz durduk. Başımı aşağıdan yukarı doğru kaldırırken karşılaştığım manzara hem büyüleyici hem ürkütücüydü. Yapı olarak Kael’ın koruma büyüsüne benzeyen duvar altımızdaki toprak zeminin derinliklerinden başlıyor ve göğe dek uzanıyor gibi görünüyordu. Ucu bucağı görünmüyor tabirinin koruyucuların mührüne kusursuz şekilde uyduğunu düşündüm. Etrafına parlak beyaz bir ışık yayan duvar şeffaf bir yapıya sahip olmasına rağmen ışığından dolayı ötesinde ne olduğu görünmüyordu. Öte yandan yaydığı bu ışık karanlığa inat önümüzü aydınlatıyordu. Tanrıların yarattığı minik ışık topları mührün ışığı karşısında sönük kalıyordu.
Tek kelime etmeden yanımızdan geçen Aeros ve Silas, Zahel ve Nolan’ın yanına geçtiğinde Nowa bileğimi tutup birkaç adım geri çekilmemizi sağladı. “Böylesi daha güvenli. Neler olacağını bilemeyiz.” “Çok rahatladım.” dedim alaycı bir tavırla, karşılığında ise omuzlarını silkip sırıtmakla yetindi.
Önümüzde yan yana dizilmiş ve avuç içlerini duvara doğru çevirmiş tanrılara döndüm. Sabırsızlıkla buradan çıkmayı beklerken dördünün birden avucundan enerjileri fışkırmaya başladı. Zahel’in avuçlarından fışkıran siyah renkteki parlak enerjisinin gücünü tenimde hissettiğime yemin edebilirdim. Su Tanrısının avuçlarından mavi renkte bir enerji fışkırırken Hava Tanrısının enerjisi gri, Toprak Tanrısınınki ise yeşil renkteydi. Dört tanrının avuçlarından çıkarak havada ilerleyen enerjileri bir noktada sarmalı andıran bir şekilde birleşip mühre çarptığında ortaya kulaklarımı kapatmama neden olacak kadar şiddetli bir ses çıktı.
Ellerimi usulca kulaklarımdan çekerken mührü yarmaya çalışan enerji dalgasını ağzım açık seyrediyordum. Koruyucuların mührü ve dört tanrının gücü gözlerimizin önünde savaşıyordu. Kaşları çatılan tanrılar zorlanıyor gibi görünürken mühür inatla direnmeye devam ediyordu ve sonra… durdular. Zahel’in birdenbire ve sebepsizce geri çekilmesiyle birlikte birleşen enerji dağılırken herkes şaşkınlıkla ona bakıyordu. “Neler oluyor Zahel?” Soru Su Tanrısından gelmişti. Herkes merakla cevabı beklerken Zahel baş ve işaret parmağıyla burun kemiğini ovuşturuyor bir şeyler düşünüp tartıyor gibi görünüyordu. Kollarını iki yana açtığında ansızın avuçlarından fışkıran enerji dalgası etrafımızı sarmaya başladı. Oluk oluk akan enerji bir duman misali etrafa yayılıp görüşümüzü kapatırken telaşla etrafıma bakındım. “Silva!”
Nowa’nın sesini duyuyor lakin nerede olduğunu göremiyordum. Karanlığa inat yaydığı ışıkla etrafımızı aydınlatan mührün ışığı Zahel’in gücü karşısında yenik düşmüştü. Yarattığı kapkara dumanı andıran enerjisi dört bir yanımızı sarmışken mühür bile yaramıyordu bu karanlığı. Zahel ve Nowa’ya seslenerek el yordamıyla ilerlerken birinin parmakları bileğime dolandığında küçük bir çığlık attım. “Benim.” Sesi içimi rahatlatırken usul usul beni çektiği yöne doğru yürümeye başladım. Görebildiğim tek şey bileğimi saran parmaklarıydı. Zira etrafımızı saran sis bulutu halen dağılmamıştı. “Neler oluyor?” dedim lakin cevap gelmedi. Bileğimdeki parmakların baskısı aniden artarken kaşlarımı çattım. Başım müthiş bir ağrıyla sarsılırken bedenimin kasıldığını hissettim. Sanki… sanki içimden bir şeyler sökülüp alınıyordu.
“İyi misin?” dedi Zahel yüzümü ellerinin arasına alırken. Onayla başımı salladım. “Tamam, geçti.” Sis bulutu ağır ağır dağılırken etrafa göz gezdirdim. Kimse ne olduğunu anlamamış halde etrafına bakınıp duruyordu. Tekrar Zahel’e döndüğümde ne olduğunu sormak üzereydim ki arkasını dönüp “Yarık açıldı. Çıkalım.” dedi. Şaşkınlıkla başımı uzatıp baktığımda mühürde gerçekten de bir yarık açıldığını gördüm ama nasıl olmuştu? Şüpheci gözlerim Zahel’i bulurken elimi tutup diğerlerinin peşinden gitmemizi sağladı.
Canlı bir dokuyu andıran mühürdeki yarığın kenarları zayıf bir ışıkla parıldarken daha şimdiden kendini onarmaya başlamıştı bile. Son olarak Nowa da başını eğerek geçtiğinde geriye bir tek ben ve Zahel kalmıştık. Kargaşadan dolayı kimse mührün nasıl kırıldığını sorgulamamıştı. Zaten buradan çıktığımız sürece kimsenin bunun nasıl olduğunu sorgulayacağını sanmıyordum. Lakin ben merak ediyordum. Zahel tam olarak ne yapmıştı da mührün açılmasını sağlamıştı? Beni peşi sıra sürüklerken geçmek için epeyce eğilmek zorunda kalsak da Kurak Topraklar denen hapishaneden çıkmayı başardık. Tam sevinmek üzereydim ki otuz metre kadar ötedeki duvarı gördüğümde sevincim kursağımda kaldı.
Bu mühür gibi değildi, basbayağı taşlardan örülmüş en az elli metre yüksekliğinde ve ucu bucağı görünmeyen bir duvardı. “Merak etme kapısı var. Oradan geçeceğiz.” Onayla başımı salladığımda bir kez daha yürümeye başladık. Omzumun üzerinden baktığımda Zahel’in benim için aldığı ikinci riski de sorunsuzca atlattığımızı görmek içimi rahatlattı. Kurak Topraklardan çıkmayı başarmıştık, mühür beklediğimiz gibi kendini tamir etmişti. Geriye ise sadece konsey kalıyordu ama ondan paçayı kolayca sıyırabileceğimizi sanmıyordum.
Zahel’in bahsettiği devasa kapının önüne geldiğimizde iki muhafız sorgulamadan kapıyı açtı. Beklendiği gibi dudak uçuklatan kalınlıktaki duvarın diğer tarafına geçtiğimizde bizi bir düzine kadar muhafız karşıladı. Onların dışında duvar nöbetçileri olduğunu düşündüğüm sayısız muhafız da vardı.
❄️❄️❄️
Gece yarısını geçeli saatler olmuştu. Kısa bir süre önce Hava Tanrısı ve Toprak Tanrısının bizden ayrılmasından bir süre sonra dinlenmeye karar vermiştik. Zira öğrendiğime göre Kurak Topraklara dörtnala gelmiş ve nerdeyse hiç mola vermemişlerdi. Ne denli yorgun olduklarını görmemek için kör olmak gerekirdi. Tabi bu duruma Zahel dahil değildi, yorgunluğa dair en ufak bir belirti dahi göstermiyordu. Muhtemelen diğerlerinin dinlenmesi gerekmese hiç durmandan krallığa kadar gidebilecek gibi duruyordu. Bu durumun tanrı olmasından mı yoksa yorgunluğunu gizlemek için özel bir çaba sarf etmesinden mi kaynaklandığını düşünmeden edemedim. Şayet yorgunluğunu gizliyorsa bunu çok iyi yapıyordu. Kusursuz duruşundan bir saniyeliğine bile ödün vermemiş gözünü dahi kırpmamıştı.
Nowa ise onun tam zıttıydı. Bulduğu her fırsatta sürekli söylenip durmuş dinlenmemiz gerektiğini aksi halde atın üzerinde uyuyakalacağına dair şeyler söylemişti. Resmen beş yaşında mız mız bir çocuk gibi davranmış Zahel durmayacağımızı söylediğinde de yanıma gelip onu bana şikâyet etmişti. Tabi benim kıkırdamaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu. Öte yandan Nowa tüm bunları diğer tanrıların görmeyeceği ve duymayacağı anlarda yapmıştı. Çocuksu bir yanının olmasının yanı sıra nerde ne zaman nasıl davranacağını gayet iyi biliyordu. Bundan dolayı ki diğer tanrılara yakın olduğumuz anlarda baş muhafız kimliğine bürünüyor uzak olduğumuz anlarda ise asıl kişiliğini ortaya çıkarıyordu. Onun bu yönünü gerçekten seviyordum.
Yanmakta olan ateşin çıtırtıları kulaklarımı doldururken sıcaklığı da bedenimi ısıtıyordu. Muhafızların çoğu uyku tulumlarına girip uyumuş birkaçı da nöbet tutmak için etrafa dağılmıştı. Az ilerde uyku tulumuna iyice sokulmuş uyuyan Nowa’nın horlama seslerini dinliyor kıkırdamamak için kendimi zor tutuyordum. Şayet horlaması bu sefere özgü değilse bu Jieli’nin yandığının resmidir. Kısa bir süreliğine ikisinin birlikte olduğunu hayal ederken gülümsemeden edemedim. Nahif, mütevazı ve sakin Jieli’nin yanında alaycı, baş belası ve hiç de mütevazı olmayan Nowa. Bu sefer kıkırdamamı bastırmadım. Nowa’ya biraz haksızlık ediyor olabilirdim, tüm bu özelliklerinin yanında güçlü ve cesur bir savaşçı olduğu gibi çok da güzel seviyordu. Jieli’yi Jieli’den bile iyi tanıyor gözlerini ondan alamıyordu.
İkisi arasındakileri daha önce fark etmemiş olmama bir türlü inanamıyordum. Jieli’nin Nowa’yı her gördüğünde nasıl kızardığını ve Nowa’nın ona bakarken dalıp dalıp gittiğini fark etmemek imkânsız gibi bir şeydi. Ses çıkarmamaya özen göstererek ayağa kalkıp Nowa’ya doğru yaklaştım. Yanı başına geldiğimde durup kollarımı göğsümün altında kavuşturarak suratına baktım. Buz mavisi irisleri göz kapaklarının ardında gizlenmiş laciverte çalan saçları darma duman olmuştu. Yarı aralık olan dudakları her horladığında titrerken belki de hayatının en derin uykusunda gibi görünüyordu. Bir türlü aklım almıyordu, düşünme gereği duymadan aklına gelen her şeyi söyleyiveren bu adam iş Jieli’ye duygularını açmaya gelince neden bu denli çekingen oluyordu?
Jieli’nin çekiniyor olmasını anlayabiliyordum. Zira karakterini düşününce utanıyor olması oldukça olasıydı. Ama çenesi kapanmak bilmeyen Nowa’nın iş duygularını ifadeye etmeye gelince dudakları dikilmiş gibi davranıyor olması oldukça sıra dışıydı. Bir saniye durup düşündüm. Onu yargılıyordum. Lakin benim de ondan kalır yanım yoktu. Zahel’e karşı hislerim vardı ve ona söylememiştim, söyleyebilir miydim ondan da emin değildim. Söz konusu o olunca elim ayağım birbirine dolanıyor ne yapacağımı ne düşüneceğimi şaşıyordum. Mantığım devre dışı kalırken hislerim kontrolümü ele geçiriyordu. Yanında olmak istiyordum, yakınında olmak.
Gözlerimle etrafı taradım, herkes mışıl mışıl uyuyordu ben ve Zahel dışında. Kısa bir süre önce bizden uzaklaşmıştı ama hala geri dönmemişti. Nöbet tutan muhafızların olması içimi rahatlatırken temkinli adımlarla onun gittiği yöne doğru gitmeye başladım. Açık gökyüzü sayesinde ay tüm parlaklığıyla tepemde asılı duruyor ve etrafı kısıtlı da olsa görmeme olanak tanıyordu. Ağır adımlarla ilerlemeye devam ederken sürekli sağa sola bakıyor Zahel’i bir an önce bulmayı umuyordum. Zira tüm olanlardan sonra ondan bir saniye dahi ayrı kalmaya yüreğim dayanmıyordu. O ise muhtemelen benimle aynı şeyleri hissetmiyor olacak ki ilk fırsatta uzaklaşmayı seçmişti. Duygularımı ifade edecek kadar cesur olmayabilirdim ama en azından Nowa’nın aksine sevdiğimden uzak kalmıyor, benden uzak olmasına izin vermiyordum.
Kurak Topraklardan çıktığımızdan beri düşündüğüm tek şey bundan sonra ne olacağı olmuştu. Ben Ölüm Tanrısının mühürlüsü ve Ölüm Tanrıçasıydım. Bunun neleri değiştireceğini merak ediyordum. Lakin diğer her şeyden çok Zahel’le olan ilişkimizin nereye varacağını merak ediyordum. Ben onu seviyordum ancak onun ne hissettiğinden emin değildim. Şayet beni sevmiyorsa ne olacaktı? Beni eşi olarak kabul etmekten başka çaresi yoktu, sevmese dahi ben onun eşiydim ve o da dahil kimse bunu değiştiremezdi. O halde ilişkimiz mühürden kaynaklanan bir anlaşmadan ibaret olabilir miydi? Bu ihtimal karşısında yüreğim sızlarken derin bir soluk alıp duruşumu dikleştirdim.
Beni sevmiyorsa sevmesi için elimden gelen her şeyi yapacaktım. Ona aşıktım hem de deli gibi. Onun için ne ifade ettiğini bilmiyordum. Lakin mühür benim için bir lütuftu ve ben bu lütfu elimden geldiğince iyi kullanacak ilişkimizin gerçek bir ilişki olması için çabalayacaktım. Hayatımda ilk defa biri yüreğimde yer edinmiş yer edinmekle de kalmamış ona âşık olmamı sağlamıştı. Bu hisleri bu denli zor bulmuşken bu denli kolay kaybetmeyecektim. Savaşmadan pes etmek gibi bir niyetim yoktu.
Mührüm yine müthiş bir acıyla zonklamaya başladığında olduğum yerde durup kaldım. Hayır anlamıyordum, ne diye iki de bir bana eziyet edip duruyordu ki? Zahel’in ne hissettiğini bilmemek zaten yeterince acı veriyorken en azından mührüm rahat dursa olmaz mıydı? Acının biraz hafiflemesini bekledikten sonra yürümeye devam ettim ve nihayet onu buldum. Bir çınar ağacın dibinde oturuyordu. Sırtını ağaca yaslamış uzattığı bacaklarından birini diğerinin üzerine atmıştı. Bir şey demeden yanına oturduğumda bana doğru döndü. Dizlerimi kendime doğru çekip rahat bir pozisyon alırken nerden başlasam diye düşündüm. Zira konuşmamız gereken çok fazla şey vardı.
“Clara kim?” dedim sakin bir ses tonuyla. Konuşmamız ve çözmemiz gereken çok daha mühim meseleler olmasına rağmen benim nezdimde cevaplanması gereken en önemli soru buydu. Clara’nın Zahel’in ona yardım ettiğini söylediği andan beri tahta kurusu misali içimi kemirip duruyordu bu soru. Belki mühür meselesini neden benden sakladığını sormalıydım, belki de benden gizlediği başka şeyler olup olmadığını. Hayır, şu an sormak istediğim ve cevabını merak ettiğim en önemli soru buydu. Diğerleri birazcık daha bekleyebilirdi.
Zahel tek kaşını kaldırmış vaziyette suratımı inceliyordu. Kömür karası saçları dağılmış birkaç tutamı alnına düşmüştü. Yıldızsız bir göğü andıran gözleri elalarımla buluştuğunda bu adamın tek bir bakışıyla bile nefesimi kesiyor olmasına hayret ettim. “Hangi Clara?” Dingin bir tonla sorduğu soru tüm sakin olma çabamı yerle bir ederken hem dişlerimi hem yumruklarımı sıktım. Havayı derince içime çekerken Zahel’in tanıdığı kaç Clara olduğunu düşünmemeye çalıştım.
Hafifçe gözlerimi kısarken “Demek birden fazla Clara tanıyorsun!” diyerek homurdandım. Zahel’in her zamanki kayıtsız ve donuk ifadesi suratından silinmezken anlayışlı bir tavırla beni baştan aşağı süzdü. Üzerimde gezinen bakışları gerilmeme neden olurken içime hoş bir sıcaklık yayıldı. “Tanısam sorun olur muydu?” Cevap vermek yerine soruyla karşılık vermesi huysuzca gözlerimi kapatmama ve kendimi sakin kalmaya zorlamama neden oldu. “Önce ben sordum.” dedim inatlaşarak. Bu sırada ne kaşlarımın çatılmasına ne de suratımın aldığı hoşnutsuz hale engel olabilmiştim. “Önce sorana cevap verilir diye bir kural yok Ay Işığı.” Sesi kulağa dingin bir okyanus misali gelse de ben onun kadar sakin değildim.
“Cevap verirsen cevap veririm.” Sözlerine karşılık somurtsam da uzun bir soluk verip istemeye istemeye kabul ettim. “Evet, sorun olurdu.” “Neden?” Anında sorduğu soru bir an afallama neden olurken kollarımı göğsümün altında kavuşturdum. “Cevap verme sırası sende.” dediğimde uzun uzun yüzümü inceledi. Gözleri ağır ağır suratımda dolanırken sabırla ve kızaran yanaklarıma engel olmaya çalışarak bekledim. Zahel’in hala bir açıklama yapmamış olması içimde yanan ateşi iyiden iyiye harlıyordu. “İhtiyacı olduğu bir anda yardım ettiğim biri.” Verdiği üstünkörü ve yetersiz cevap hiç tatmin edici olmamıştı. Aksine içime yerleşen rahatsız edici hissiyatı daha da büyütmüştü.
Öte yandan Zahel’in Clara’yı bu kadar net hatırlaması canımı daha da sıkmıştı. Birden fazla Clara tanıdığını iddia etmişken hangisinden bahsettiğimi direkt anlaması yumruklarımı daha da sıkmama sebep oldu. “Ne yardımı bu?” derken sesim merak ve hoşnutsuzluk doluydu. Gözlerini üzerimden bir an olsun ayırmayan Zahel’in dudağının kenarı yukarı doğru kıvrıldığında öfkeme rağmen kalbimin teklemesine engel olmadım. Üzerimde bu kadar büyük bir etkisinin olmasını hala idrak edemiyordum. “Cevap verme sırası sende Ay Işığı.” Cevap vermem gereken soruyu hatırladığımda vücudumdaki tüm kan yanaklarıma doğru akın etmeye başladı.
Kalbim telaşla çarparken dudağımın kenarını ısırıyor bir saniye öncesine kadar Zahel’e diktiğim gözlerimi özenle kaçırıyordum. Şu ana dek ona karşı hissettiklerimin hiçbirini açıkça ifade etmek zorunda kalmamıştım. Şimdi ise ne hissettiğimi söylemememi bekliyordu, hem de ona. Dudağımı kemirmeye devam ederken bu soru cevap olayını başlattığıma pişman oldum. Öfkemin yanına gerginlik eklenmiş olsa da baskın olan kesinlikle öfkeli yanımdı. Zihnimde Clara’nın görüntüsü belirirken ve ikisi arasında neler döndüğü bilmezken öyle sakince yerimde duramıyordum. Kanımı kaynatan senaryolar zihnime üşüşürken daha fazla belirsizliğe katlanamayacağımı biliyordum.
Dişlerimi sıkarak yeniden Zahel’e kaydırdım bakışlarımı. Derin bir soluk alırken söylemek üzere olduğum şeyler kalbimin aklını kaybetmişçesine çarpmasına neden oluyordu, öyle ki sesi kulaklarıma ulaşıyor belki Zahel bile duyuyordu. “Çünkü…” dedim ve duraksadım. Kalbim böylesine hızlı çarparken yanaklarım cayır cayır yanarken ve bu denli heyecanlıyken bunu itiraf etmek çok zordu, üstelik Zahel’in gözlerinin üzerimde olması da işleri hiç kolaylaştırmıyordu. “Kıskanıyorum!”
Kendimden beklemediğim şekilde bir çırpıda itiraf ettiğim gerçek bu sefer kalbimin donup kalmasına neden oldu. Kıpkırmızı kesilen yanaklarımla Zahel’in gözlerine bakarken ne diyeceğini ya da ne yapacağını kestiremiyor olmanın yarattığı gerginlik iliklerime dek işliyordu. Aramızdaki sessizliğe esen rüzgârın sesi karışırken uçuşan birkaç tutam saçım gözümün önüne düştü. Zahel kaldırdığı elini bana doğru uzatırken nefesimi tutmuş beklentiyle ona bakıyordum. Gözümün önüne savrulan saçlarımı işaret parmağıyla kulağımın arkasını sıkıştırdığında teninin tenime değmesinden mi yoksa yüzlerimizin bu denli yakın olmasından mı bilmiyorum her bir uzvumun cayır cayır yandığını hissettim.
Ölüm Tanrısı basit bir dokunuşuyla bile beni ateşe verebiliyordu.
“Hayatımdaki tek kadın sensin Ay Işığı. Her zaman sendin ve her zaman sen olacaksın. Benim gözlerim tüm dünyaya kör bir sana açık.” Geniş avucunu alev alev yanan yanağıma yerleştirirken dudaklarından dökülen her kelimede kalp atışlarım daha da hızlanıyordu. “Ruhumu sana sakladım, varlığımı sana sakladım. Şayet bir hayatım daha olsa yine sana saklardım.” Ne diyeceğimi bilemeyerek gözlerimi kırpıştırırken kaskatı kesildim. Birkaç kelime edebilmek umuduyla dudaklarımı oynatsam da tek kelime edemedim. Kalbim yeri ona dar geliyormuşçasına kaburgalarımı zorlarken Zahel’in ilk defa bana bu denli yakın olduğunu hissettim.
Aramıza ördüğü duvarları yıkmaya mı karar vermişti? Tamamen yıkmasa da yarıklar açtığı barizdi, tıpkı koruyucuların mührüne yaptığı gibi. Düşündüklerini, hissettiklerini gizlemiyordu benden. Belki açık açık sevdiğini söylememişti lakin bu sözler de seni seviyorum demeye eşdeğer değil miydi? Bir yanım o iki kelimeyi ondan duyma konusunda diretse de şu an hissettiklerimin bir tarifi yoktu. Avucundan yayılan sıcaklık mı yoksa söyledikleri mi daha çok içimi ısıtıyor kestiremezken şu ana kadarki tüm hayatımı düşündüm ve şu anki kadar mutlu hissettiğim tek bir anıya bile rastlamadım.
Zahel pek istekli görünmeyerek usulca elini yanağımdan çektiğinde önüne döndü, bense yanağımdaki elinin yokluğunun yarattığı buruk hisle baş başa kaldım. “Clara’nın bir erkek kardeşi var. İki kardeşin birbirinden başka kimseleri yok. Bir gün kardeşi Aeros’un muhafızlarından birisiyle kavgaya tutuşmuş. Haksız olan taraf muhafız olmasına rağmen Aeros Clara’nın kardeşi için hapis kararı vermiş.” Anlattıklarını dikkatle dinlerken bahsettiği kavganın sebebinin ne olduğunu merak etsem de bilememin pek bir faydası olmadığını fark ettim. Hafifçe esen rüzgârın uğultusu kulaklarımıza çalınırken altında oturduğum ağacın yaprakları zaman zaman üzerimize düşüyordu.
Sonbaharın ağır ağır etkisi altına aldığı doğanın önce renkleri değişmişti. Yemyeşil yaprakları olan ağaçlar artık kahverengiyle süsleniyordu. Gerçi bu süsleri birkaç ay içinde kışın gelmesiyle tamamen dökülüp gidecekti. “Aeros’la görüşmeye gittiğim bir gün Clara son çare olarak bana başvurdu. Kardeşini saklıyordu ve benden ona yardım etmemi istedi. Ben de kabul edip onu yanıma aldım ve muhafız birliğine katılmasını sağladım.” Anlatmayı bitirdiğinde meraklı gözlerle on bakarken “Aeros Clara’nın kardeşi olduğunu biliyor muydu?” Olumsuz anlamda başını salladığında bilseydi Clara’nın halen hava sarayında çalışıyor olmasının mümkün olmayacağını düşündüm.
“Peki kim bu muhafız? Adı ne?” Bana doğru döndü, uzun denebilecek bir süre boyunca dikkatle suratımı inceledi. Ne düşündüğünü bilmemek ve bilmeyi her şeyden çok istemek içimi kemirip duruyordu. Onu çözmeyi öyle çok istiyordum ki… Ne düşündüğünü ne hissettiğini bilmeyi. “Dalinar.” Bir an doğru duyup duymadığımı sorgularken Nowa’nın anlattıklarını anımsadığımda doğru duyduğuma emin oldum. Öte yandan Dalinar’ın böyle bir hikayesi olduğunu ve Clara’nın kardeşi olduğunu öğrenmek fazlasıyla şaşırmama neden olmuştu. Nowa’nın Zahel’in kendi halkından olmayan insanlara da yardım ettiği konusunda söyledikleri şimdi daha anlamlı geliyordu. O an bunun üzerine düşünmemiş doğruluk payını sorgulama gereği duymamıştım. Gerçi doğru olduğuna Nowa söylediğinde de inanmıştım ama şimdi tüm bunları Zahel’den dinlemek çok farklı hissettiriyordu.
Hayatım boyunca iyi sıfatıyla bağdaştırabileceğim kimseyle karışlamamıştım. Belki de bundandı bu hislerim. Hayır, bu kadar basit değildi. Kabul, iyi insanlara denk gelmemiştim ama Zahel’e iyi biri demek haksızlık gibi geliyordu. Hele de diğer tanrıları da göz önüne alınca Ölüm Tanrısı bambaşkaydı. Detayları bilmesem de pek de hoş olmayan bir geçmişi olduğunu biliyordum. Yine de o büyümüş ve insanlara gördüklerini değil görmediklerini göstermiş, yaşamadıklarını yaşatmaya çalışmıştı. Hiçbir zaman kötü diye nitelendirdiğimiz şeyler yapmamış yapıp da geçmişinde yaşadıklarını yaptıklarına bahane olarak kullanmamıştı. Oysa insanlar ne çok severdi kötülük edip yaşadıklarını yaptıklarına bahane olarak sunmayı. Beş tanrı tanımış olsam da tanrı kelimesi bir tek Zahel Sideras’da anlam buluyordu ve bunu ona karşı hislerim olduğundan da düşünmüyordum.
Aklı başında herkesin tanrı kelimesini Zahel’le özleştireceğine hiçbir şeyden emin olmadığım kadar emindim.
Bir an için çenemi avucuma yerleştirip gün doğana dek onu hayranlıkla seyretmek istesem de kendime hâkim oldum. Sessizce yanında oturmaya devam ederken kendimi pek de dingin olmayan hislerin ortasına düşmüş gibi hissetmeye başladım. Kavurucu bir sıcaklık dalgası üzerime çullanırken kalbimin ritmi bir kez daha bozuldu.
Bir araya geldiğimizden beri sarılmak ve o kısa öpücük dışında ne doğru dürüst yalnız kalabilmiş ne de konuşabilmiştik. Şimdi ise ona sokulma arzusuyla yanıp tutuşuyordum. Bakışlarım dudaklarına kaydığında yutkunmadan edemedim. Beni öptüğü an zihnimde bir kez daha canlanırken o gün kendimi tutamadım demesinin nedenini şimdi anladım. Sanırım o an beni öpmesine mühür sebep olmuştu. Sebebi her e olursa olsun o anı yeniden yaşamak için her şeyimi verebilirdim. Zira Kurak Topraklardaki öpüşmemiz hiç yeterli gelmemişti. Hızla çarpan kalbim göğsümü ağrıtırken tam da şu anda onu öpmenin ne kadar cazip geldiğini düşünmeden edemedim.
Hislerimi söylemeye cesaretim yoktu. Lakin şu an onu öpecek kadar cesur hissediyor yine de kendimi tutuyordum. Gözlerim boynuna doğru kayarken teninde dudaklarımı gezdirdiğimi hayal ettim. Tenini parmaklarımın altında hissetmek, boynunu dişleyip üzerinde izlerimi bırakmak istiyordum. Yanaklarım alev alev yanarken parmaklarının tenimde gezinmesinin nasıl hissettireceğini düşünmekten alamıyordum kendimi. Bacaklarımın arası tatlı tatlı zonklarken tırnaklarımı avcuma sapladım. Zahel’in inatla gözlerini benden ayırmıyor olması hislerimi şahlandırırken yüzünü yüzüme yaklaştırmaya başladığında kalbim tekledi. O da beni öpmek istiyor muydu?
(+13 Okumak istemeyenler ya da rahatsız olacak olanlar belirttiğim yerden sonra devam edebilirler.)
Tereddüt etsem de ben de ona doğru yaklaştım. Sıcak nefesi tenimi okşarken gözlerimi kapattım. Geçmek bilmeyen zaman gerginliğimi arıttırırken dudaklarıma değen sıcak dudaklar nefesimi kesti. Dudakları yavaş hareketlerle dudaklarımda gezinirken öpüşüne karşılık verdim. Ellerimi usulca boynuna doladığımda parmaklarımı yumuşak saçlarının arasına daldırdım. Yüzümü ellerinin arasına aldığında öpüşmemiz de daha tutkulu bir hal aldı. Tedirginliğim tamamen ortadan kalkarken hiçbir şeyi umursamadan şehvetle dudaklarını öptüm. Kalp atışlarım iyiden iyiye hızlanırken bacaklarımın arasındaki sızı da bir hayli artmıştı.
Dudakları hoyratça dudaklarımı talan ederken daha fazla dayanmadım. Kısa bir hareketle kucağına çıktığımda ağzımdan boğuk bir inilti çıktı. İnlemem Zahel’i çıldırtmış olacak ki alt dudağımı dişlerinin arasına alırken ellerini sırtımdan aşağı doğru kaydırmaya başladı. Altımda hissettiğim sertliği heyecanımı ve şehvetimi doruklara çıkarırken tam şu an burada onun olmak istedim. Arzumun beni yönetmesine tamamen izin verirken kalçalarımı hareket ettirmeye başladım. Hareketlerim Zahel’in inlemesine neden olduğunda tamamen kendimi kaybettim.
Sertliğini hissetmek için kucağında ileri geri hareket ederken kalçalarıma doğru kayan elleri nefesimi kesiyordu. Bana dokunmasını istiyordum, vücudumda dokunmadığı tek bir nokta bırakmasın istiyordum. Alev alev yanan dudakları dudaklarımı sertçe öperken dillerimiz birbirine dolanıyor şehvetimiz daha da artıyordu. Arada sırada dudaklarımızdan sıyrılan inlemelerimiz ikimizin de daha fazlasını istemesine neden olurken ben çoktan ceketinin birkaç düğmesini açmıştım. Elleri kalçamı kavradığında bir kez daha inledim.
Dudaklarını ansızın dudaklarımdan çektiğinde bir an korkuya kapılsam da başını boynuma gömdüğünde bir inilti daha kaçtı dudaklarımın arasından. Sıcak nefesi tenimi yalarken boynumu öpüyor dişliyordu. Ceketini açtıktan sonra altındaki gömleğinin düğmelerini açmaya koyulduğumda arsızca kalçalarımı avuçlayan elleri zevkten başımı döndürdü. Hızlıca düğmelerini açtığımda elimi teninde gezdirdim. Tenini parmaklarımın altında hissetmek mutluluktan başımı döndürürken Zahel boynumu öpmeye ve ellerini kalçalarımda gezdirmeye devam ediyor bense sertliğini daha iyi hissetmek için kucağında kıvranıyordum.
“Durmalıyız.” dedi boğuk sesiyle ve yeniden başını boynuma gömdü. Kesik kesik aldığım nefeslerin arasında “durmalıyız.” dedim. Zira ormanın ortasında sevişmek pek de iyi bir fikir değildi. Ancak ikimiz de durmamız gerektiğini söylesek de durmak gibi bir niyetimiz yoktu. Erkekliğini hissetmek ve benim için sertleştiğini bilmek muazzam hissettiriyordu. Kalçalarımda gezinen elleri pantolonumun bel kısmına geldiğinde beklentiyle nefesimi tuttum. Boynumu dişlemeyi bırakan Zahel geri çekilip bir saniye suratıma baktığında bir kez daha korktum. Durmak istemiyordum, onu bu denli seviyor ve arzuluyorken şimdi dursun istemiyordum. Dudaklarını dudaklarıma yapıştırdığında nihayet elleri pantolonumdan içeri girdi. Ellerini pantolonun üzerinden hissetmek mükemmeldi. Ancak tenimde hissetmek resmen baş döndürücüydü.
(Burdan devam edebilirsiniz.)
Kalçalarımı hoyratça avuçlayan elleri boğazımdan boğuk iniltiler çıkmasına neden olurken parmaklarımla gömleğinin kenarlarını kavradım. Tek tek düğme açmakla uğraşacak bir halde değildim. Olağan gücümle çekmek lanet düğmeleri koparmak istiyordum. Tam gömleği çekiştirecektim ki birinin “Zahel!” diye bağırdığını duydum. Bu Nowa’nın sesiydi. Anlaşılan yanılmıştım, pek de derin uyumuyordu. Telaşla dudaklarımız birbirinden ayrılırken adım sesleri de oldukça yaklaşmıştı. Ne yapacağımı bilmez halde suratına bakarken bir çırpıda kucağından inip ayağa kalktım. Tam o esnada ortaya çıkan Nowa şüpheci bir tavırla bir bana bir Zahel’e bakmaya başladı.
Dağılan saçlarımı düzeltmeye çabalarken göz ucuyla ağır ağır ayağa kalkan ve tekinsiz bir ifadeyle Nowa’ya bakan Zahel’e baktım. Saçları dağılmıştı ve sebebi bendim, ceketi ve gömleğinin düğmeleri yarıya kadar açıktı ve onun da sebebi bendim. “Bir şeyi mi böldüm?” diyen Nowa’nın ses tonundaki alayı fark etmemek imkansızdı. Utançtan yanaklarım kıpkırmızı olurken bakışlarımı kaçırdım. Zahel ise memnuniyetsiz ve kızgın bir halde birkaç dakika önce parçalarcasına açtığım düğmeleri tek tek iliklemeye başladı. “Böldün!!” dedi ürkütücü bir tonda. Nowa kıkırdamamak için kendini zar zor tutarken “ben de sizi göremeyince bir şey oldu sanmıştım.” dedi ve gözleri ikimiz arasında gezinirken sırıtarak devam etti. “Çok da yanılmamışım. Bir şeyler olmuş.” Yanaklarım birer ateş topuna dönüşürken dudaklarımı ısırdım.
“Bir geri dönelim de sana da bir şeyler olacak.” Nowa oflayarak gözlerini devirirken “sana da bir şey denmiyor.” diyerek söylendi ve arkasını dönüp uzaklaştı. Zahel’le yeniden baş başa kaldığımda istemsizce yutkundum. Şu an az önceki kadar cesur hissetmediğim kesindi. Yanıma geldiğinde kalan birkaç düğmesini ilikliyordu. Az önce olanları düşündüğümde utançla başımı eğerken parmaklarımla oynamaya başladım. Kendime inanamıyordum. Az önce olanlar… Nasıl bu denli cesur ve cüretkâr davranabilmiştim? “Biraz dinlensek iyi olur.” dediğinde onayla başımı sallamakla yetindim. “Uygun bir zamanda kaldığımız yerden devam ederiz.” Gözlerim kocaman olurken kalbimin durduğunu hissettim. Utançtan ölüyordum yine de devam etmek istediğini bilmek yüzümde bir tebessüm belirmesini sağladı. Öte yandan utançtan ölüyor olsam da ben de devam etmek istiyordum.
“Evimize vardığımızda.” dedim fısıltıyla utancımı bastırmaya çalışırken. “Evimize vardığımızda.” diyerek göz kamaştıran bir gülümsemeyle onayladı.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
10.55k Okunma |
1.56k Oy |
0 Takip |
24 Bölümlü Kitap |