@anksiyeteliyazar
|
Sürprizzz🥳🥳 Biliyorsunuz normalde bölümleri pazartesi atıyordum ama bunu değiştirmeye karar verdim. Artık bölümler cumartesi gelecek. Bir aksilik olması durumunda yine duyuru yaparım, beni sosyal medyadan da takip ederek bu duyurulardan haberdar olabilirsiniz. (Not: sosal medya hesaplarım için bioma bakabilirsiniz) Bir de vize haftamda olduğum için önümüzdeki hafta bölüm gelemeyecek ne yazık ki. Bir sonraki bölümü 23 Kasımda atacağım. Hepinize keyifli okumalar. Silva Müthiş bir hızla savrulan bedenim sert zeminle buluştuğunda dayanılmaz bir acı tüm bedenimi sardı. Dişlerimi sertçe birbirine bastırıp gözlerimi sıkı sıkıya kapatarak acının geçmesini bekledim. Aklım hala maskeli adamdaydı. Gerçekten suikastçının kim olduğunu biliyor olabilir miydi ve daha da önemlisi Kurak Topraklar da neresiydi? Açtığı portal beni henüz görme fırsatımın olmadığı lakin bahsettiği Kurak Topraklar olduğunu tahmin ettiğim bir yere fırlatıp atmıştı. Kulağıma ötüşen kuşların cıvıltıları çalındığında şaşkınlıkla gözlerimi araladım. Direkt yüzüme vuran güneş ışığı gözlerimi kamaştırırken başıma şiddetli bir ağrı saplandı. Hala sızlayan kemiklerimi görmezden gelemeye çalışarak yan döndüğümde usulca araladım gözlerimi. İlk gördüğüm şey burnuma kokusu dolan kısalı uzunlu yeşil otlar oldu. Etrafımda kalın gövdeli uzunca ağaçlar vardı. Ufak bir şaşkınlıkla doğrulurken buranın Kurak Topraklar olup olmadığını sorguladım. Adında kurak geçen bir yer için fazla yeşil, fazla canlı bir yerdi. Kalınlı inceli uzanan ağaçların arasından güneş ışığı toprağa ulaşıyor geçtiği noktalarda toz parçacıkları ve renkli renkli kelebekler uçuşuyordu. Birçok ağacın gövdesine sarmaşıklar dolanmış kayalar yosun tutmuştu. Dört bir yanım çeşitli boylarda yabani otlar ve çalılarla kaplıydı. Sol tarafımda boyunun belime dek uzandığını tahmin ettiğim çiçeğe benzeyen bir bitki vardı. Görüntüsü ve toz pembe rengiyle epey cezbedici görünen bitkinin taç yaprakları bildiğimiz çiçeklerinki gibi değildi, daha çok renkli dikenleri andırıyordu. Arasında yattığım ve pek de hoş kokmayan otlara daha fazla tahammül edemeyerek ağrılara rağmen ayağa kalktım. Arkamı döndüğümde karşılaştığım manzara içinde bulunduğum duruma rağmen heyecanlanmamı sağladı. Göz kamaştırıcı görünen koca bir papatya ordusu hafif eğimli bir yamacını üzerinden bana göz kırpıyordu. Küçük bir çocuk misali gülerken papatyalara doğru koştum. Eğimli yamaca papatyalara zarar vermeyecek şekilde oturduğumda eğilip kokularını içime çektim. Bu güzel şeyleri görmeyeli epey uzun zaman olmuştu. Anılar bir kez daha ruhuma işkence etmeye başlarken hüzünle de olsa gülümsemeye devam ettim. Papatyalar, onlar benim için her zaman umudu simgelemişti. Ne zaman üzülsem, yaralarıma bir yenisi eklense koşa koşa papatya aramaya çıkar bulduğumda da istemeyerek de olsa taç yapraklarını yolardım. Bazen yaşadıklarımı hak edecek ne yaptığımı bazen de dünyada beni seven biri olup olmadığını öğrenirdim papatyalarla. Sonuç çoğu zaman kötü çıkardı ve ben bir de bunun için göz yaşı dökerdim. Ruhumda ve bedenimde açılan yaralara bir de papatyalar yenisini eklerdi. Yine de onları geri kalan her şeyden çok severdim. En azından bazen de olsa sonuçları güzel çıkarır ve umut etmemi sağlardı. Büyüdükçe fark etmiştim böyle yaparak kendime işkence ettiğimi, boşuna umutlar beslediğimi. “Birkaç tane alsam bana kızmazsınız değil mi?” diye sordum papatyalara bakarken. Onları koparmaya kıyamıyordum ancak içimdeki çocuğa da engel olamıyordum işte. Hem içime sinmeyerek hem de neşeyle birkaç papatya koparıp kucağıma yığdım. “Söz kopardığım kadar papatya dikeceğim.” dedim topladığım papatyalarla taç yapmaya başladığımda. Her bir papatyayı özenle birbirine tutturmaya çabalarken etrafı incelemekten de geri durmuyordum. Hiç yol ya da patika olmadığı gibi zemin epeyce de engebeliydi. Sanki el değmemiş bir ormanda gibiydim. Oysa Kurak Topraklar dendiğinde zihnimde tek bir otun bile yetişmediği çölü andıran, çatlamış topraklarla kaplı ve tam tepesinde kavurucu bir güneşin asılı durduğu bir yer canlanmıştı. Fiziksel özelliklerinden ötürü değilse neden buraya Kurak Topraklar diyorlardı? Tacım belli bir uzunluğa geldiğinde iki elimle tutup başımın etrafına sardım. Henüz olmamıştı ve birkaç papatyaya daha ihtiyacım vardı. Başımı bir kez daha sağa sola çevirdim. Buradan nasıl çıkacağıma dair fikrim yoktu. Çıkmayı geçtim tam olarak nerde olduğumu bile bilmiyordum. Umarım çok uzakta değilimdir diye temennide bulundum kendi kendime. Tacımın son düğümünü de atıp başımın üzerine yerleştirdiğimde elime son bir papatya daha aldım. Uzun zamandır yapmadığım ritüelimi yeniden yapmak istiyordum. Düşünebildiğim tek kişi Zahel’di. Benim için Hava Krallığına geldiğini biliyordum, söylediğim her şeye rağmen benim için kalkıp gelmişti. Hüzün dalga dalga üzerime çökerken başım öne düştü. Elimi usulca omzuma götürdüğümde mührümün olduğu nokta bir kez daha şiddetle sızlamaya başladı. Hala Zahel’e karşı olan hislerimin sebebinin o olup olmadığını anlayabilmiş değildim lakin artık o kadar da umursamıyordum. Mühür yüzünden olsun ya da olmasın bu hisler tüm hayatım boyunca kalbimin gerçekten atmasını sağlayan yegâne şey olmuştu. Zahel’in yüzü zihnimde belirirken göğsüm bir kez daha şiddetle çarpmaya başladı. Sadece anılarının bile yüreğimi bu denli sapkınlaştırdığına bir türlü inanamıyordum. Şayet bu mührün gücüyse ona sahip olduğum için akıl almaz derecede şanslıydım. Dudaklarım mutlulukla kıvrılırken parmaklarımın arasındaki papatyayı döndürmeye başladım. Onunla son konuşmamızın hatırları zihnimde belirirken dizlerimi kendime doğru çektim. Dirseğimi dizime avcumu da çenemin altına yerleştirirken düşünmeye başladım. Ona mühür yüzünden bana karşı bir şeyler hissedip hissetmediğini sorduğumda hayır demişti. Hayır demesinin nedeni hislerinin mühür yüzünden olmayışı mıydı yoksa hiçbir şey hissetmiyor olması mıydı? Her ne kadar birinci seçeneğin doğru olmasını umsam da doğru seçenek iki gibi geliyordu. Bana karşı sergilediği tüm o davranışların nedeni sevgi olmayabilirdi ve ben bunu ondan duyana kadar rahat etmeyecektim. Çenemin altındaki elimi çekip papatyanın taç yapraklarından birini kopardım. “Seviyor.” Birini daha kopardım. “Sevmiyor.” Tek tek taç yaprakları koparmaya devam ederken giderek azalan taç yaprak sayısı gerginliğimi de arttırıyordu. Sanki çıkan sonuç her şeyi değiştirecekmiş gibi göğsüm sıkışırken artık daha yavaştım, bir sonraki yaprağı koparmaya korkuyordum. “Seviyor.” Suratımda kocaman bir gülümseme belirirken papatyadan geriye kalan yeşil sapını heyecanla göğsüme bastırdım ve bir kez daha umut etmeyi tüm kalbimle kabul ettim. Bunu ondan da duymadan emin olmayacaktım ancak çıkan sonuca da sevinmeyecek değildim. Papatyanın sapını dikkatlice tacımın arasına sıkıştırıp tekrar başıma yerleştirdiğimde uzun bir soluk alıp ayağa kalktım. Daha fazla burada oylanmayacaktım. Bakışlarım boşluk yüzüğüme kaydığında portala çekilmeden önce kılıcımı düşürdüğümü hatırladım. Hala içinde bir hançer vardı lakin hançer demek olası bir tehlikede yakın dövüş demekti ve bu da şansımın düşük olması demekti. Engebelerle dolu ormanda güçlükle ilerlemeye başladığımda buradan çıkmanın sandığım kadar kolay olmayacağını idrak ettim. Zira adım başına karşıma kayalar, yolumu kapatan uzun boylu yabani otlar, tümsekler yetmezmiş gibi bir de ağaçlardan sarkan koca koca örümcekler çıkıp duruyordu. Bir saniyeliğine durup kendimi incelediğimde o lanet hizmetçiden aldığım ve hala üzerimde duran pelerinden kurtuldum. Yüzüğümdeki hançeri alıp zaten yıpranmış olan siyah renkli elbisemin eteğini diz altımda olacak şekilde kestim. Kesinlikle berbat kesmiştim, öyle ki elbise resmen elimde can vermişti ancak içinde bulunduğum durum düşünülürse kıyafet umursayacağım son şeydi. Yürürken sağa sola takılıp durmasındansa böylesi daha iyiydi. Ardımda birinin seslice alıp verdiği solukları işittiğimde kalbim atmayı bıraktı. Birkaç saattir bu ormanda olmama rağmen hayvanlardan başka hiçbir canlıya rastlamamıştım. Şimdi ise arkamda biri pek de insanı andırmayan şekilde soluklar alıp veriyordu. Hançerimin kabzasını daha sağlam tutup usulca arkamı döndüm lakin karşılaştığım şey boşluk oldu. Kaşlarım şüphe ve tedirginlikle çatılırken gözlerimle dört bir yanı taradım. Zira az önce arkamda biri ya da bir şeyin durduğuna emindim. Arkamdan üzerime doğru koşan birinin ayak seslerini işittiğimde son saniye refleksiyle yana doğru zıpladım. Kafamı kaldırıp baktığımda gördüğüm şey afallamama neden oldu. Bir kadını andıran ancak insan olmadığı açıkça belli olan bir yaratık vahşi gözlerini üzerime dikmişti. Uzun siyah saçları olan yaratığın alnından çıkan siyah, pütürlü boynuzları kavisli biçimde yukarı doğru uzanıyordu. Başının iki yanında kulak olduğunu varsaydım iki büyük çıkıntı ve kadın olduğunu düşünmeme neden olan göğüsleri vardı. Tamamen siyah renkte olan yaratığın yüzü de dahil olmak üzere her yerinde yarıklar vardı. Yarıklar sanki altlarında lav varmışçasına ışıldıyor bir nabız gibi atıyordu. Gözleri de vücudundaki yarıklarla aynı renk olan yaratık havayı kokladığında yüzümü buruşturdum. “Mmm. Çok leziz kokuyorsun.” dediğinde gözlerim kocaman olurken midemin çalkalandığını hissettim. Elini hafifçe kaldırıp bana göre korkunç görünen pençelerini hoşnut bir gülümsemeyle seyrederken “uzun zamandır bu kadar güzel kokan bir şey yememiştim.” dedi. Gülümsemesi silinirken vahşi bir hayvanı andıran gözlerini üzerime dikti. Dikey biçimdeki göz bebekleri tehlike çanları çalarken koşmaya başladı. Hiç de normal olmayan bir hızla üzerime doğru ilerlerken yaklaşık üç metre ötemde duran kayaya doğru koştum. Yaratık hızla mesafeyi daraltırken kaymamayı umarak kayanın üzerine bir adım attım ardından kavisli biçimde zıpladım. Kendimi tam da planladığım şekilde yaratığın sırtında bulduğumda pençelerini sırtına doğru savurup üzerinden düşmem için debelenmeye başladı. Bacaklarımı sıkıca belinde dolarken boştaki elimle uzun saçlarını kavradı. Kalın ve ürpertici bir sesle çığlık atan yaratığın sesi tüm ormanda yankılanırken bana uzanmaya çalışan kollarını çekti. Pes ettiğini düşünmeme fırsat bile vermeden karnının etrafında sarılı olan bacaklarıma pençelerini sapladığında bu sefer de benim çığlıklarım süsledi ormanı. Dişlerimi sıkı sıkıya birbirine bastırırken hala avucumda olan saçları sertçe geriye doğru çekip hançerimle yaratığın boynunu kestim. Garip hırıltılar çıkararak ellerini boğazına götüren yaratık sendelemeye başladığında kendimi yere attım. Yarılan bacaklarım zemine pek de hoş bir iniş yapmama izin vermediğinde dudaklarımı birbirine kenetledim. Boğazından lavı andıran bir sıvı fışkıran yaratık haddinden uzun süre debelenmeye devam etse de sonunda yere yığıldı. Yüksek ihtimalle ölmüştü şayet ölmediyse de ayağa kalkmak için epey uzun bir zaman ihtiyacı olacaktı. İrili ufaklı taşlar ve dikenli sarmaşıkların bedenime batıyor olmasına rağmen sürünerek bir ağacın gövdesine yaslandım. Başımı eğdiğimde karşılaştığım manzara içler acısıydı. Zira bacaklarımda dizkapaklarımın altından ayak bileklerime kadar boylu boyunca uzanan üç yarık vardı. Akan kanlar otları hızla kızıla boyarken sağa sola bakıp az önce attığım pelerini bulmaya çalıştım. Birkaç metre ötede otların üzerinde duran pelerini gördüğümde bu sefer de o tarafa doğru sürünmeye başladım. Altımdaki taşlar, dal parçaları ve dikenler etime saplanarak acımı ikiye katlarken dişlerimi sıkmaktan kıracak hale gelmiştim. Alnımda biriken terler yanaklarımdan süzülürken elimi pelerine doğru uzattım. Güç bela ucunu tutup hızlıca kendime çektiğimde bir saniye için soluklanıp inleyerek doğruldum. Hızla alıp verdiğim soluklarım göğsümü ağrıtırken hala elimde duran hançerimle pelerinden parçalar kopardım. Oluk oluk kanayan bacaklarımı çığlıklar eşliğinde sardığımda istemesem de dinlenmeye karar verdim. Gözümün önüne doğru bir şey kaydığında çığlığımı son anda bastırabildim. Elimi uzatıp alnımdaki şeyi aldığımda onca arbede arasında nasıl düşmediğini sorguladım. Pek fazla düşünecek halde olmadığımdan yaptığım tacı boşluk yüzüğümün içine yerleştirdim. Hala yerde yatan yaratıktan midemi bulandıran kokular yükselirken burnumu kırıştırdım. Ne yapacağımı düşünürken işittiğim soluklar soluklarımı kestiğinde zor ve acılı da olsa yanımdaki ağacın gövdesinden destek alarak ayağa kalktım. Bu halde kaçmam mümkün olmadığı gibi savaşmam da mümkün değildi. Ses çıkarmamaya çalışarak bir elimle ağzımı kapatırken diğer elimle de hançerimi iyice kavradım. Şayet yaklaşan şey az önceki gibi bir canavarsa ona karşı tek şansım hançerimi fırlatmam olacaktı. Cesedin durduğu noktadaki ağaçların arasından bir hışırtı yükseldiğinde saklanmaya çalışmanın buraya kadar olduğunu anladım. Nihayet sesin kaynağı gün yüzüne çıktığında büyük çaplı bir şok yaşadım. Karşımda bir daha karşılaşacağımı aklımın ucundan bile geçirmediğim bir gasadu duruyordu. Üç gözü müthiş bir hızla etrafı tararken bir yandan da havayı kokluyordu. Gri gövdesi, uzun pençeleri ve çirkin görüntüsüyle hala hatırladığım gibiydi. Gözleri birden üzerime sabitlendiğinde derin bir soluk aldım. Muhtemel sonum kulak tırmalayan bir çığlık atarak üzerime doğru koşmaya başladığında hançerimin ucundan tutup hedef almaya çalıştım. Anlaşılan bu lanet yaratıklar için çekici bir yemektim. İşte şimdi Nowa’nın haklı olup olmadığını öğrenecektim. Bakalım dediği kadar yetenekli miydim? Aradaki mesafe hızla kapanırken geri kalan tüm gücümle hançeri fırlattım. Havayı yararak ilerleyen parlak metal gasadunun boğazına saplandığı anda tam yanına bir de ok saplandı. Yaratık inleyerek yere yığılırken başımı sağ tarafa çevirdim. Elindeki yayı indiren kadın “iyi işti.” Deyip göz kırptıktan sonra gasaduya doğru yürümeye başladığında şaşkınlıkla onu seyrettim. Kulak memesine kadar uzanan kumral saçları, kaslı bir vücudu ve gördüğüm kadarıyla da gözünün üzerinden başlayıp çenesine kadar uzanan eski bir yarası vardı. Ölmüş olan gasadudan okunu ve hançerimi çıkarıp bana doğru yürümeye başladığında hala şaşkınlıkla onu seyrediyordum. Üzerinde kolsuz kahverengi bir üst ve altında da bacaklarını saran siyah bir pantolon vardı. Kollarındaki kaslar ise aramızdaki mesafeye rağmen belli oluyordu. “Gel bakalım.” diyerek kolumu omzuna attığında sessizce ne yapacağını izledim. Bir kayanın üzerine oturmamı sağladıktan sonra çömelip bacaklarımı incelemeye başladığında yüzünü buruşturdu. “Kötü yaralanmışsın kızım.” Kalın bir sesi ve ilginç bir konuşma tarzı vardı. “Kimsin sen?” beline bağladığı küçük bir torbayı çıkartırken başını kaldırmadan cevap verdi. “Adım Narisa, seninki?” “Silva.” dedim tereddüt ederek. Torbasının büzdüğü ağzını açıp yere bıraktıktan sonra başını kaldırdı. “Güzel isim. Şimdi şu yaralarınla ilgilenelim.” Tepki vermedim. Kısa bir süre önce bağladığım pelerinin parçalarını çıkarmaya başladığında çığlık atmamak için dişlerimi birbirine kenetledim. İlk andaki kadar olmasa da hala kanayan yaralarımı gördüğümde psikolojik olarak mı bilinmez acım iki katına çıkıverdi. Dudaklarımın arasından bir çığlık firar ederken Narisa “şişşşşt sessiz ol.” dedi. Başımı onayla sallarken dişlerimi tekrar birbirine kenetledim. Lanet yaratık tüm etimi katman katman kesmiş etimi kemiğimden ayırmaya çalışmıştı resmen. Bacağımdan sarkan et parçalarını gördüğümde yükselen mide bulantısına engel olamadım. Defalarca kez öğürdüm lakin midem boş olduğundan kusmadım. Narisa çantasından çıkardığı bez parçasını deri şişesindeki suyla ıslatıp sağ bacağımdaki yarıkların etrafını temizlemeye başladığında sıktığım yumrukların titremeye başladığını hissettim. Bacaklarımı adeta lava daldırılmış gibi cayır cayır yanıyor tüm vücudumdan terler boşalıyordu. Sırılsıklam olan saçlarım alnıma ve yanaklarıma yapışırken acı öyle dayanılmaz bir noktaya ulaştı ki bayılacağımı hissettim. “Sakın bayılayım deme.” Narisa’nın kalın sesi bilincimi biraz olsun kendine getirirken hissettiğim acı her geçen saniye artıyor gibi hissediyordum. Sanki biri bacağımdan etlerimi söküyor, sonra tekrar söküyor. Tekrar, tekrar ve tekrar… “Dikmemiz gerekecek.” dediğinde nerdeyse yuvalarından çıkacak olan gözlerimle ona baktım. Dalga geçiyor olmalıydı. “Boşuna öyle bakma. Seni bölgemize götürmek isterdim ancak bayılacak gibi duruyorsun ve bayılırsan geri uyanamayabilirsin. En makul seçenek dikmek.” diyerek durumu izah ettiğinde dudaklarımı birbirine bastırarak başımı onayla salladım. Çantasından çıkardığı iğne ve iplik gözüme en ölümcül silah gibi gelirken soluk almak biraz daha güçleşmişti. “Şunu ağzına al.” Uzattığı dal parçasını dişlerimin arasına aldıktan sonra korkuyla beklemeye başladım. İğne etimi delip geçtiğinde dişlerimin arasındaki dalı öyle bir kuvvetle ısırdım ki parçalanmamasına şaşırdım. Göğsüm müthiş bir şiddetle yükselirken acıdan gözlerim yanıyor ardı arkası kesilmek bilmeyen yaşlar süzülüyordu. Her yerim zangır zangır titrerken birkaç saniye arayla etimi delip geçen iğne işkencelerin en beterini yaşatıyordu. Kavrulduğumu, diri diri yandığımı hissediyordum. İlk yarık dikildiğinde diğerinin daha kolay olacağını sanmıştım lakin daha beter olmuştu. Dayanamıyordum. Acı o kadar fazlaydı ki tek istediğim bayılmaktı. Gözlerim bir anlığına karar gibi olduğunda tırnaklarımı avucuma sapladım. Bayılırsam uyanamazdım, bayılmamam gerekiyordu. “Az kaldı sabret.” Son yarığı dikmeye başlamıştı ama az kaldığı falan yoktu. Sol bacağımda da dikilmeyi bekleyen üç yarık vardı. İlk anda ağzımı büyükçe açmama neden olan dal dişlerimin arasında ezilmiş kalınlığını kaybetmişti. “Bitti.” dedikten sonra ne benim ne de kendisinin soluklanmasına fırsat vermeden sol bacağıma geçti. Açılan bacağımdan sarkan et ve deri parçaları bir kez daha midemi bulandırdığında başımı çevirdim. Şayet midem boş olmasaydı şu ana kadar onlarca kez kusmuş olurdum. Etime saplanan iğne her defasında acı dolu iniltiler çıkarmama neden olurken tek istediğim bu işkenceni bir an önce bitmesiydi. Kaç dakika ya da kaç saat geçtiğini bilmiyordum ama ızdırabım bir türlü dinmek bilmiyordu. Narisa nihayet son yarığa geçtiğinde sabrımın sınırlarına gelmiştim. Sanki asırlardır işkence görüyor gibiydim. “Bitti.” dediğinde öyle şiddetli soluklar aldım ki ciğerlerim tempoma ayak uyduramayarak cayır cayır yanmaya başladı. Bir süre öncesine kadar üç yarığın bulunduğu bacaklarımda şimdi siyah bir iple atılmış üç uzun dikiş vardı. “Teşekkür ederim.” dedim minnet dolu bir sesle. Hala canım yanıyordu ama daha dayanılabilirdi. “Daha bitmedi. Şu merhemi de sürüp saralım.” Onayla başımı salladım. Birkaç dakika içinde iki bacağıma da ne olduğunu bilmediğim lakin acımı büyük ölçüde dindiren merhemi sürüp ikisini de bir bez parçasıyla sardı. “Al bakalım.” Bacaklarımla ilgilenmeye başlamadan önce yere bıraktığı hançeri alıp bana doğru uzattığında kısaca gülümsedim. “Yürüyebilir misin?” dediğinde hançerimi sağ elime alıp zor da olsa ayağa kalkmayı başardım. “Sanırım yürüyebilirim.” dedim. Üzerinde durduğum bacaklarım hala müthiş şekilde acıyordu lakin yürümekten başka çarem yoktu. “Sorun yok. Yürüyemeyecek gibi olursan yardım ederim.” Gülümseyerek başımı onayla salladım. “Gidelim o halde.” Önce çantasını toplayıp beline astı ardından da yerde duran okunu sırtındaki çantasına attı. Ayrıca sırtında asılı duran bir de yay vardı. Ağır ağır Narisa’nın yönlendirmesiyle yürümeye başladığımızda aklımda beliren soruları sormaya karar verdim. “Gasaduyu biliyorum ama diğer yaratık neydi?” dedim. Gasadudan ok ve hançerimi aldığı esnada diğer yaratığı da görmüş olmalıydı. “Onlara tolut deniyor. Gasadulardan tek farkı zeki ve konuşabiliyor olmalı.” diye açıkladı. “Ayrıca gasadulara kıyasla daha güçlüdürler ama iyi başa çıkmışsın.” dediğinde gülümsedim. Her ne kadar o tolutla hiç karşılaşmamış olmayı dilesem de karşılaşmış ve hayatta kalmayı başarmıştım. “Burası Kurak Topraklar mı?” öyle olduğuna neredeyse emindim ama sormak istemiştim. “Evet.” dedi kalın ve pürüzlü sesiyle. “Buraya neden öyle diyorlar?” dediğimde başını benden tarafa çevirip şüpheci gözlerle suratıma baktı. “Sen Wienor’la ilgili hiçbir şey bilmiyor musun?” dedi. Ses tonundan böyle bir şeyin mümkün olabileceğine inanamadığı anlaşılıyordu. “Pek sayılmaz.” “En azından Işık ve Karanlığın Efsanesini bildiğini söyle.” dedi. Sanki bunu da bilmediğimi söylersem şaşkınlıktan düşüp bayılacak gibiydi. “Biliyorum.” dedim, Valeria sağ olsun biliyordum. “O büyük savaştan sonra Koruyucular canavarlar ve şeytanların büyük bir kısmını buraya kadar sürdüler. Sonra da çıkamamaları için burayı mühürlediler. Buraya Kurak Topraklar denmesinin sebebi hiç insan yaşamıyor olması.” Kaşlarım çatıldı. Hiç insan yaşamıyorsa onun burada ne işi vardı? “Senin burada ne işin var diyeceksin. Ben buraya gelmeden daha doğrusu sürgün edilmeden önce Hava Krallığında yaşıyordum. Bir gün tepesi atan Aeros pisliği beni keyfi olarak buraya sürdü.” Bunu söylerken hissettiği öfke ve nefret sesine de yansımıştı. Bense Hava Tanrısının bu denli zalim olabildiğine hem şaşırıyor hem de kızıyordum. “Sen nereden geldin?” bakışları beni bulmuş merakla vereceğim cevabı bekliyordu. “Hava Krallığından.” dedim. Asıl yaşadığım yer Ölüm Krallığı olmasına rağmen neden öyle dediğimi bilmiyordum. Gerçi yalan da söylememiştim, buraya Hava Krallığındayken gelmiştim. Tepemdeki dallardan sarkan bir örümcek ağını tiksinerek hançerimle parçaladıktan sonra yürümeye devam ettim. “Aeros ve Roan, ikisi de pisliğin teki.” dediğinde anlamayarak ona baktım. “Nasıl yani?” “İkisi de keyiflerine göre insanları bu korkunç yere sürgün ediyor.” Gözlerim şaşkınlıkla büyürken tereddütle sordum. “İnsanlar mı?” “Evet, burada yalnız olduğumu mu sandın?” dediğinde şaşkınlığım daha da arttı. Canavarların hapsedildiği bir yere tanrıların keyiflerine göre insanları gönderdiklerini bir türlü aklım almıyordu. “Benden hariç beş kişi daha var. Birazdan onlarla da tanışırsın.” Duyduklarımı sindirmek için düşünürken uzun bir sessizlik oluştu. Bu esnada hançerimi boşluk yüzüğüme geri koydum. Narisa benden yarım adım kadar önde olduğundan bunu fark etmemişti. Ufak bir derenin önüne geldiğimizde Narisa bana döndü. “Biraz su ister misin?” başımı onayla salladığında yaralarımı temizlemek için boşalttığı şişesini dereden doldurmaya başladı. Uzattığı şişeyi kafama diktiğimde suyun bu evrendeki en güzel içecek olduğunu düşündüm. Resmen içim kavrulmuştu. Şişenin tamamını bitirip geri uzattığımda tekrar doldurup çantasına attı. “Karşıya geçeceğiz.” dediğinde işaret ettiği yere baktım. Derenin içinde karşıya geçmeye olanak tanıyacak birkaç büyük kaya vardı. Üzerleri yosun kaplı olan kayalar kaygan görünüyor üzerine bastığım takdirde düşmeyeceğime dair hiç güven vermiyordu. “Gel hadi.” diyen Narisa sırtını dönüp bana doğru yaklaştı. “Gerek yok. Ben kendim geçebilirim.” “Bana pek öyle gelmedi. Hadi atla.” Bir an tereddüt etsem de kaslı görüntüsünü düşündüğümde beni rahatlıkla taşıyabileceğine emin olarak kollarımı boynuna doladım. Hızlı bir hamleyle kollarını bacaklarımın altından geçirip sırtına çıkmamı sağladığında utana sıkıla da olsa beni taşımasına izin verdim. İlk taşa adım attığında bir an sendeleyip yüreğimi ağzıma getirse de hızlıca kendini toparlamayı başardı. Geri kalan taşları büyük bir ustalıkla arkamızda bıraktıktan sonra nihayet karşıya ulaşabilmiştik. Rahat bir soluk verirken sırtından indim. “Çok az kaldı.” Tekrar yürümeye başladık. Geniş bir açıklığa ulaştığımızda karşımızda ağaçtan yapılma küçük bir kulübe ve kulübenin önündeki açıklıkta çeşitli işlerle uğraşan insanlar karşımıza çıktı. Etrafta birkaç büyük ağaç kökü duruyordu. Sanırım kulübeyi yapmak ve alanı genişletmek için ağaçları kesmişlerdi. Ormanın geri kalanına kıyasla burada hiç uzun ot yoktu, açıklık alan kısa boylu çimler ve üzerinde bitki olmayan kahverengi toprakla kaplıydı. Biraz daha ilerledikten sonra Narisa durup seslendi. “Heeyy buraya gelin.” Saniyeler içinde etrafımızı dört erkek ve bir kadından oluşan küçük bir grup sardı. Narisa tek tek herkesi işaret ederek isimlerini saymaya başladığında gülümsedim. “Bu Theo, bu Xavier, bu Arlo ve bu da Mirrian.” Herkesi tek tek takip etmeye çalışarak gülümsedim. “Çocuklar bu da Silva. Hava Krallığından.” “Aramıza hoş geldin.” dediklerinde henüz tanımadığım bu yabancılara gülümsemekle yetindim. “Büyücümüz nerde?” diye sordu Narisa. Adının Mirrian olduğunu öğrendiğim kız hoşnutsuzlukla burnunu kırıştırıp başıyla arkasında bir noktayı işaret ederken “her zamanki yerinde.” dedi. Narisa “ayağına gidelim bakalım.” diye memnuniyetsiz bir tavırda söylendiğinde karşımızdaki insan kalabalığı çekilip geçmemiz için yol verdi. Kalın bir ağacın dibinde tek dizini kendine çekmiş oturan bir adam girdi görüş açıma. Gözleri kapalıydı ve geriye doğru attığı başını ağaca yaslamıştı. Gümüşi renkteki uzun saçlarının az bir kısmı omuzlarından dökülürken geri kalanı arkasındaydı. Önlerden alıp arkada birleştirdiği dağınık tutumları ve açık renk bir teni vardı. Buradan bakınca bir ışık huzmesini andırıyordu. “Silva bu da Kael…” dedikten sonra bir şey hatırlamaya çalışıyor gibi görünen Narisa başını Kael dediği adama doğru çevirdi. “Soyadın neydi senin?” umursamıyor gibi görünen Kael cevap vermediğinde Narisa gözlerini devirip tekrar bana döndü. “Ah hatırladım. Kael Vellora. Tuhaf bir soyadı var.” “Seni duyabiliyorum.” İlk kez konuşan Kael’a baktığımda hala istifini bozmadığını gördüm. “Biliyorum. Duy diye söylüyorum.” Narisa’nın cevabına karşılık içimde yükselen kıkırdama isteğini güçlükle bastırırken suratımda beliren yarım yamalak gülümsemeye de engel olamadım. “Sence komik mi?” işittiğim soğuk aynı zamanda da yumuşak olan ses gülümsememin yerini şaşkınlığın almasına neden olurken bakışlarımı Kael’a kaydırdım. Gözleri hala kapalı olmasına rağmen gülümsediğimi nasıl anladığını anlayamadım. Yanına geldiğimizden beri istifini hiç bozmamış kim olduğumu neye benzediğimi merak edip de başını benden yana çevirmemişti bile. Tuhaf biriydi anlaşılan. Çevresine karşı kayıtsız, umursamaz görünüyor ruhunu kaybetmiş, soğuk bir bedeni andırıyordu. “Boş ver sen onu. Hadi gidelim.” Narisa Kael’a son bir bakış atıp gözlerini devirdi ve kulübenin yolunu tuttu. El mecbur ben de onun peşinde ilerlerken diğerlerini inceledim. İsimlerinin Xavier ve Arlo olduğunu öğrendiğim ikili biraz ilerde taşlarla genişçe oluşturdukları çemberin içine odunlar yerleştirmekle meşguldük. Mirrian onlardan biraz uzakta bağdaş kurmuş halde çimlerin üzerine oturmuş elindeki pek de mutfak bıçağını andırmayan bıçakla sebze doğruyordu. Tuttuğu soğanı saniyeler içerisinde soyup doğrayışını şaşkınlıkla seyrettim. Zira ondan epey uzakta olmama rağmen benim bile gözlerim yanmışken o çoktan başka bir soğana geçmişti bile. Gözlerim Theo’yu aradı ama ortalıkta görünmüyordu. Nerde olduğuna dair fikrim olmadığı gibi merak da etmiyordum zaten. Kulübenin tamamı gibi odundan yapılmış olan kapı gıcırdayarak açıldığında bakışlarımı içeri kaydırdım. Narisa’nın peşinden içeri girdiğimde hızlıca etrafa bir göz attım. Odanın ortasında zemini büyük ölçüde kaplayan lakin pek de yeni ve sağlam görünmeyen bir halı seriliydi. Sol taraftaki duvarın önüne üst üst yığılmış yorgan ve yastıklar duruyordu, sağ tarafta ise küçük ahşap bir masanın üzerinde özensizce yerleştirilmiş kıyafet yığınları ve az ilerisinde de şömine olduğunu varsaydığım bir oyuk vardı. Ortadaki pek de sağlam görünmeyen birkaç tabure ve duvar kenarlarına özensizce yerleştirilmiş birkaç mutfak eşyası dışında başka bir şey yoktu. “Taburelerden birine otur. Fazla ayakta kalırsan seni yeniden dikmek zorunda kalırım.” Yeniden dikilme fikri bir türlü dinmek bilmeyen acılarımı ikiye katladığı gibi midemin de bulanmasına neden olduğundan usulca en yakınımdaki tabureye yaklaştım. Üzerine ağırlığımı verdiğim anda parçalanacakmış gibi duran tabureye büyük bir tereddütle oturduğumda tahtaların gıcırtısını işitsem de beklediğim gibi yere kapaklanmasam da gerginliğim de dinmedi. Yaralarım açıldığı ilk andaki kadar acı vermiyor olsa da canım hala yanıyordu. Zonklayan bacaklarımdaki şiddetli acı ayakta durdukça ve yürüdükçe daha da artıyor katlanılmaz bir hale geliyordu. Yine de dayanabiliyor ve kendime inanamıyordum. Böyle bir yarayı ayalar önce almış olsaydım kesinlikle daha ilk anda bayılır kalırdım. Neyse ki artık eskisi gibi zayıf ve korkak değildim. Dayanmayı ve cesur olmayı öğrenmiştim. Narisa kucakladığı pek de estetik görünmeyen yorganı ikiye katlayıp halının üzerine sererken fırsattan istifade aklımdakileri sormaya karar erdim. “Neden buradasınız?” yatağı hazırlamaya devam ederken “anlattım ya buraya sürüldük.” dedi. “Evet biliyorum. Anlamadığım şey neden buradan gitmediğiniz.” Elindeki yastıkla öylece duran Narisa bir elini beline dayayıp dünyanın en saçma şeyini sormuşum gibi suratımı incelerken ben de gözünün üzerinden başlayıp çenesine dek uzanan yaranın nasıl oluştuğunu anlamaya çalıştım. “Koruyucuların burayı mühürlediğini söylediğimi hatırlıyorsun değil mi?” onayla başımı sallarken içime şüphenin tohumları düşmüştü bile. “Şöyle ki; buraya elini kolunu sallayarak girebilirsin ama o kadar. Kurak Topraklara bir kez giren bir daha çıkamaz.” Kalbim korkuyla hızlanırken işittiklerime inanmayı reddediyordum. Tedirgin çıkan sesimle sordum. “Ama Kael bir büyücü. O mührü kırabilir değil mi?” başını yana yatıran Narisa ciddi misin der gibi bir ifadeyle suratıma bakarken vereceği cevaba kendimi hiç hazır hissetmiyordum. “Sence kırabilecek olsaydı şu an burada mı olurduk?” Haklıydı, olmazlardı. Tuttuğu yastığı serdiği yorganın üzerine bıraktıktan sonra yatağı hazırlamakla uğraşmaya devam ederken konuşmasını sürdürdü. “Ayrıca Kael’ı şöyle dursun Wienor’daki bütün büyücüler bir arya gelse bile mührü kıramazlar. Kırmayı geçtim ufacık bir zarar bile veremezler. Koruyucular kadim ve güçlü varlıklardı. Onların mührünü ancak onlardan biri bozabilir.” Duyduklarım duymayı hiç istemediğim şeylerdi. Kurak Topraklar bir hapishaneydi ve ben de tam ortasına düşmüştüm. Telaş, korku, gerginlik ve umutsuzluk bir anda üzerime çullanırken boğulduğumu hissettim. Ben bir an önce geri dönmeyi isterken burada kapana kısılmış olabileceğime hiç ihtimal vermemiştim. Zahel benim için Hava Krallığına kadar gelmişti ve şimdi de beni arıyor olmalıydı. Peki nerede olduğumu biliyor muydu? Şayet bunu öğrendiyse ne yapmaya karar vermişti? Benim için buraya gelir miydi, gelse bile buradan çıkmamızı sağlayabilir miydi? “Ya bir tanrı?” olduğu yerde duran Narisa kaşlarını çatarak gözlerini üzerime sabitledi. “Bir tanrı mührü kırabilir mi?” “Hayır.” deyip tekrar işine döndüğünde içimdeki son umut kırıntısı da can verdi. Kurak Topraklar, burası benim için hapishane olmuştu. Çıkma şansım yoktu, geri dönmekse artık sadece hayallerimde mümkün olabilirdi. Kalbim aldığı darbenin şiddetiyle sarsılırken yanan gözlerim buğulanmaya göğsüm ağrımaya başladı. Zihnimde Nowa’ya gitmek istediğimi söylediğim an canlandığında boğazıma koca bir yumru oturdu. Gitmek istememiştim. Evimden, dost olarak görmeye başladığım insanlardan ve Zahel’den uzak kalmak istememiştim. Lakin kader yüreğimin derinliklerinde yatan dileğimi umursamayıp dudaklarımdan dökülen isteğimi gerçekleştirmişti. Umutsuzluk zihnimde birbirinden berbat senaryoların canlanmasına neden olurken boğazımı sıkan parmakların baskısı arttı. Bu hapishanede kalmaktansa koca bir canavar ordusuyla dövüşmeyi yeğlerdim. “Biraz uyu. Yemek hazır olunca seni uyandırırız.” Hiçbir tepki vermedim. Narisa omuz silkip çıkışa doğru yürürken gözlerim dalıp gitti. Gıcırdayarak kapanan kapı umutsuzluğuma yalnızlık da eklediğinde biriken yaşlarım yanaklarımdan aşağı doğru kaymaya başladı. Usulca ayağa kalkıp yere hazırlanan yatağa uzandığımda bakışlarımı tavana diktim. Zahel benim için gelmeyecekti, gelemezdi. Geldiği takdirde o da buraya hapsolurdu. “Gelmeyecek.” diye fısıldadım boşluğa. Dudaklarımda can bulan korkunç gerçek göğsüme bir bıçak saplarken gözlerimi kapattım. Şakaklarımdan aşağı kayan yaşlar geçtikleri yeri yakıyor acımı ikiye katlıyordu. Buna bir türlü inanmak istemiyordum. Tüm bu yaşadıklarımın bir kâbus olmasını dileyerek gözlerimi kapatıp açıyordum ama hiçbir şey değişmiyor her seferine kendimi bu kulübede buluyordum, hayatımın geri kalanını geçireceğim yerde. Nowa, Ragaz, Jieli, Valeria ve Zahel, onları bir daha göremeyeceğim gerçeği aklımı kaybedecek gibi hissetmeme neden oluyordu. Jieli’nin güzel çaylarından içemeyecek, Valeria ile ne olduğumu öğrenmeye çalışamayacak, Nowa’nın alaycı Ragaz’ın ise asabi tavırlarına maruz kalamayacaktım. En kötüsü ise tüm hayatım boyunca sevdiğim tek kişiyi bir daha göremeyecektim. Bu kahrolası hapishanede türlü türlü canavarın beni yememesini umacak onlarla savaşmak zorunda kalacaktım. Başıma daha kötü ne gelebilirdi bilmiyorum. Maskeli adam. Her şey o adi herif yüzündendi, beni bu lanet yere o hapsetmişti. Benimle derdinin ne olduğunu hala anlayamıyordum lakin elime geçen ilk fırsatta maskesini de ardında sakladığı iğrenç suratını da parçalayacaktım. Öfkemin etkisiyle sıktığım yumruklarımı usulca açarken yeni yeni gelen farkındalık öfkeli ifademi anında soldurdu. Neyin planını yapıyordum ki böyle? Buradan çıkma şansım yokken o pisliğin suratını nasıl parçalayabilirdim? Bir türlü açamadığım göz kapaklarım giderek ağırlaşırken vücudumun uyuşmaya başladığını hissettim. Sanırım uyumak üzereydim. “Hey yeni kız! Uyan hadi.” Omuzumda hissettiğim baskıyla güçlükle gözlerimi açtım. Mirrian yanı başımda çömelmiş bana bakıyordu. Ben bulanık olan görüşümün netleşmesini beklerken Mirrian ayağa kalktı. “Gel hadi. Yemek yiyoruz.” Güçlükle başımı sallayıp onu onayladığımda başka bir şey demeden dışarı çıktı. Ellerimde destek alıp doğrulurken uyumanın hiç de iyi gelmediğini anladım. Sanki saatlerce taş taşımışım gibi tüm kemiklerim ağrıyor yetmezmiş gibi vücudumdaki her nokta sızlıyordu. Ellerimin tersiyle gözlerimi ovuştururken uzun uzun esnedim. Yeni uyandığım uykum hiç dinlendirici olmamıştı. Elimle üzerimdeki örtüyü itelediğimde karşılaştığım manzara yüzümü buruşturmama neden oldu. Bacaklarım bu haliyle bacakları dikilmiş bir bez bebeği andırıyordu. Bu görüntüyü bir bez bebekte görsem garipsemezdim ancak kendi bacaklarımda görünce kaşlarımı çattım. Acı bir kez daha tüm bedenime yayılırken dişlerimi sıkıp yataktan çıktım. Yatağı toplamak istedim ama sızlayan bacaklarımı düşününce bu fikirden vazgeçip üstün körü düzeltmeye karar verdim. Ayakta durmak acımı ikiye katladığından hızlıca dışarı çıkmak istedim ancak hızlı yürümeye çalışmak daha çok canımı yaktı. Usul adımlarla açık kapıya doğru ilerlerken bacağımdaki sargıların değişip değişmemesi gerektiğini düşündüm. Bulunduğumuz durumdan dolayı Narisa üstün körü sarmıştı ve kesinlikle değişmeye ihtiyacı vardı. Dışarı adım attığımda birkaç metre ötedeki yanan ateşi ve üzerine yerleştirilmiş kazanı gördüm. Ben ve Kael dışında herkes ateşin biraz gerisinde yan yana oturmuş gürültülü bir şekilde sohbet ederek ellerinde tutukları kaselerdeki yemeği kaşıklıyordu. Ağır adımlarla onlara doğru yürürken gözlerim Kael’ı aradı ancak karanlıktan ve uykumun hala açılmamış olmasından dolayı bir şey göremedim. Narisa’nın yanına oturup bacaklarımı uzattığımda bacaklarımın çıplak kısımlarına temas eden soğuk çimler ürpermeme neden oldu. Bilincim tamamen açılırken Mirrian elindeki tahta kâseyi bana uzattı. Üzerinden dumanlar tüten kâseyi ve tahta kaşığı avuçlarım arasına aldığımda tenime yayılan sıcaklık içimi ısıttı. “Daha iyi misin bari?” kaşıkla kasedeki çorbayı karıştırırken sola doğru döndüm. “İyiyim. Teşekkür ederim.” İyi değildim, hatta berbat haldeydim ama bunu dillendirmek istemedim. Narisa onayla başını sallayıp gülümsediğinde konuşmaya Arlo da dahil oldu. “Bir tolutu tek başına öldürdüğün doğru mu?” ben cevap vermeden kaşlarını çatan Narisa “sence yalan mı söyledim?” dedi. Ses tonu biraz öfkeli ve memnuniyetsiz çıkmıştı. “Hayır tabi ki. Sadece…” bakışları Narisa’dan bana kayıp değerlendiriyormuş gibi suratıma baktı. “Yanlış anlama ama biraz çelimsiz duruyorsun.” Kınayan bir tavırla onu süzdüm. Benim dışımda herkes bayağı yapılı ve kasılıydı. Cüsseleri büyüktü ve onlara kıyasla vücudum küçük kalıyor olabilirdi lakin en az onlar kadar hatta belki onlardan bile güçlü olduğuma emindim. Ne olursa olsun kendimi ezdirmek gibi bir niyetim yoktu. “Bu çelimsiz görüntünün altında oldukça güçlü ve tehlikeli biri yatıyor.” diyerek tehdit saçan bir gülümseme yerleştirdim suratıma ve ekledim. “İstersen deneyelim. Ayağa bile kalkamadan omzunda bir yara açabilirim.” Suratı yamulup kalan Arlo başını olumsuz anlamda sallarken diğerleri kahkahalara boğuldu. Eğer teklifimi kabul etseydi dediğimi aynen yapabilirdim. Yüzüğümden bir hançer çıkarmamı beklemediği için afallayıp kalacak ben de bu fırsatı kullanarak omzunu hedef alıp hançerimi fırlatacaktım ama neyse ki buna gerek kalmamıştı. “Aldın mı ağzının payını Arlo?” diyen Theo’ya göz deviren Arlo kasesini bırakıp kulübeye doğru yöneldi. “Gerçekten o tolutla nasıl başa çıkabildin? Bir keresinde hepimiz elinden zor kurtulmuştuk?” bakışlarımı Mirrian’a kaydırdım. “Şanslıydım ve hızlı.” dedim önemsiz bir şeyden bahseder gibi. O yaratık karşısında en büyük avantajım hızım olmuştu. Tahmin ettiğimden çok daha hızlı davranmıştım ve bu beni şaşırtmıştı ancak üzerine düşünecek değildim. “Yine de bir tolutla karşılaşıp hayatta kalmak büyük başarı.” dediğinde gülümsemekle yetinip hala yemediğim yemeğime baktım. İçinde et ve sebze parçaları yüzen yemeğe tereddütle bakıyor bir türlü yiyemiyordum. “Tavşan çorbası. Theo bugün yakaladı.” diyerek açıkladı Narisa. Ormanda masum masum gezerken yakalanan ve ardından da elimde tuttuğum çorbaya dönüşen tavşanın görüntüsü zihnimde canlandığında iştiham iyiden iyiye kaçtı. Bir an kâseyi bırakmak istesem de guruldayan midem bu düşünceme şiddetle karşı çıktığını açıkça belirtti. Güçlükle bir kaşığı ağzıma attığımda tadının pek de fena olmadığını fark etsem de başka seçeneğim olsa yiyeceğimi pek sanmıyordum. “Gören de seni sarayda yaşıyordun sanır.” diyen Xaiver’in sözleri herkesi neşelendirdi. Lakin söylediklerinin doğru olduğunun farkında değillerdi. Bir sarayda doğup büyümemiştim ancak tüm hayatımı orada geçirmişim gibi hissettiğim bir süre boyunca sarayda yaşadığım doğruydu. Bu yüzden onların neşeli gülüşmelerine eşlik etmeyip sessizce yemeğimi yemeye devam ettim. Yedikçe ne kadar acıktığımın da farkına varıyordum. Sanki haftalardır ağzıma lokma sürmemiş gibiydim. Diğerleri kendi hallerinde sohbete devam ederken karanlık düşüncelerime daldım. Bakışlarım boşluğa düşerken bir insana en büyük işkenceyi kendi zihnin yaptığını fark ettim. Düşünceler silahsız katillerdi ve bedeni değil ruhu öldürüyordu. Şaşırtıcı bir şekilde tamamını bitirdiğim kâseyi kenara bırakıp başımı sol tarafa çevirdiğimde onu ilk gördüğüm ağacın dibinde oturan Kael’la karşılaştım. Uzattığı bacaklarından birini diğerinin üzerine atmış sağ kolunu başının arkasına yerleştirmiş ağaca yaslanmış halde oturuyordu. Bir an geldiğimden beri orada oturduğunu düşünsem de bu mümkün değildi. Saatlerce aynı yerde oturmuş olamazdı. Başını bana doğru çevirdiğinde buluşan gözlerimiz afallamama neden oldu. İrisleri mordu ve göz kamaştırıyordu. Daha önce mor gözleri olan biriyle hiç karşılaşmadığımdan şaşkınlık ve hayranlığımı atmam pek kolay olmadı. Güzel görüntüsüne ayrı bir güzellik katan gözleri sanki parıldıyordu. İrisleri mor renkle değil de mor bir ışıkla kaplı gibi duruyordu. Gözlerine haddinden uzun süre baktığımı fark ettiğimde hızlıca önüme döndüm. Ben şaşkınlıktan bu kadar süre gözlerine bakmıştım ancak onun neden baktığını anlamıyordum. “Ben yatmaya gidiyorum.” “Ben de.” Herkes bir bir ayağa kalkarken sessizce oturmaya devam ettim. “Yeni kız sen yatmıyor musun?” Başımı Theo’ya çevirip “birazdan gelirim.” dedim. Omuz silkip diğerlerinin peşinden gittiğinde yıldızlar ve ayla süslenen göğün altında yalnız kaldım. Uzun bir soluk alırken bacaklarımı uzattım. Hafiften esen rüzgâr tüylerimi ürpertirken omuzlarımda hissettiğim ağırlıkla başımı çevirdim. Peleriniyle omuzlarımı örten Kael sessizce yanıma oturduğunda ne yaptığını anlamaya çalışarak suratına baktım. Bana değil karşıda bir noktaya, muhtemelen boşluğa bakıyordu. İfadesiz suratından hiçbir şey anlaşılmazken saçları meltemin etkisiyle dalgalanıyordu. Anlam veremediğim bir ışıltı yayan mor renkteki gözlerine bakarken “sağ ol.” dedim. Tek kelime etmediği gibi en ufak bir tepki de vermedi. İlk kez karşılaştığım mor renkli gözlerine şaşkınlık ve hayranlık karışımı bir ifadeyle bakarken ruhumda bir yerlerde peyda olan garip hislere engel olamadım. Ona bakarken sanki dilimin ucuna bir şey geliyor da bir türlü söyleyemiyor gibiydim. “Beğendin mi?” dediğinde telaşla bakışlarımı kaçırdım. O ise bana dönüp sabırla cevap vermemi bekledi. Yanlış anlaşılmalara ve garip bir duruma sebebiyet vermek istemediğimden uygun bir cevap ararken kısa bir sessizlik oluştu. Üzerimde gezinen irisleri ruhumdaki garip hissiyatı arttırırken parmaklarımla oynamaya başladım. Sönmeye yüz tutmuş ateşin çıtırtıları kulaklarımıza ulaşırken “güzeller.” dedim nerdeyse fısıltı gibi bir tonda. Başını hafifçe yana eğip beni baştan aşağı incelerken yanlış bir şey söyleyip söylemediğimi sorguladım. Zira bana bakışları tuhaftı, sanki bir şeyler söylemek istiyor lakin sessiz kalıyor gibiydi. Tuhaflığa daha fazla dayanamayarak bakışlarımı suratına çevirdiğimde “seninkilerin de böyle olmasını ister miydin?” dedi. Sorusu karşısında kaşlarım çatılırken bir kez daha irislerine baktım. Mor renk onda zarif ve güçlü bir görüntü yaratıyordu. Sanki bedenini ve ruhunu temsil eden renk buymuş gibi. Elalarımı düşündüm, şayet mor olsalardı bana da onun gibi yakışır mıydı? “Bilmem.” demekle yetindim. İrisleri uzun beyaz saçlarımı incelemeye başladığında içimde uyanan saçımı düzeltme dürtüsünü güçlükle bastırdım. “Saç rengin kimden geliyor?” dedi. Sessi kulağa nahif olduğu kadar güçlü de geliyordu. Bakışlarım önüme düşerken anıların arasında kaybolup gittim. Saçlarım, onlar kimseden gelmiyordu. Ailemde kimsenin saçı beyaz değildi. Geldiğim dünyada insanların saçları ağarma sonucu ya da belli bir hastalıktan dolayı beyaz olurdu. Lakin benim saçım ne ağarmıştı ne de herhangi bir hastalığım vardı. Zaten rengi itibarıyla bu nedenlerden olmadığı anlaşılıyordu. Kar kadar temiz ve parlak bir beyaza sahipti saçlarım lakin bu beyazlık kaş ve kirpiklerime hakim değildi. Renginin nedenini bu zamana kadar hiç düşünememiştim, düşünmek onca şeyin arasında aklımın ucundan bile geçmemişti. “Kimseden.” dedim kısa ve net bir şekilde. Sonrasında kısa bir sessizlik oluşurken aynısını ben de ona sormaya karar verdim. “Senin gözlerinin rengi kimden geliyor?” “Ailemden.” dedi irisleri hala saçlarımda gezinmeye devam ederken. Büyücüler hakkında pek bilgim olmadığı gibi göz renkleri hakkında da fikrim. Tanıdığım tek büyücü Valeria’ydı ve onun da gözleri griydi. “Annemle babamın gözleri de mordu.” diyerek açıkladığında anladığımı belirtmek için başımı salladım. “Bence sen de saç renginin kaynağını öğrenmelisin.” dediğinde hiçbir tepki vermedim. Zira saçlarım problemler listemin başlarında yer almıyordu. Bakışlarım Kael’in gümüşi beyaz saçlarına kaydığında onun saç renginin kaynağını bilip bilmediğini düşündüm. Lakin büyük ihtimalle bu da ailesinden gelen bir şeydi. Anlaşılan büyücülerin fiziksel özellikleri beklenmedik olabiliyordu. “Kim?” sorusuna anlam veremeyerek kaşlarımı çattım. “Kim, kim?” “Mühürlendiğin tanrı.” dediğinde nerdeyse kalbim duruyordu. Gözlerim kocaman olurken şaşkınlık ve merak karışımı bir ifade yayıldı suratımı. Gözleri gözlerimi tararken pür dikkat suratını inceledim. Donuk ifadesini hiç bozmayan Kael’in mührü nasıl bildiğini anlayamadım. Ağzım şaşkınlıkla aralanırken “nerden biliyorsun?” dedim. “Mühür öyle güçlü ki hissetmemek mümkün değil. Ayrıca kokuna başkasının kokusu karışmış.” diyerek açıkladığında ifadem yumuşarken koku konusu kafamı karıştırsa da cevap verdim. “Ölüm Tanrısı.” Başını geriye doğru atıp dingin bir ruh haliyle yıldızları seyretmeye başladığında mırıldandı. “Demek Zahel Sideras.” dediğinde kalbim heyecanla çarpmaya başladı. “Onu tanıyor musun?” derken heyecanım sesime de yansımıştı. “Hayır. Bizzat tanışma şansım hiç olmadı.” Aldığım cevapla birlikte heyecanım sönüp giderken özlem tüm benliğimi kavurmaya başladı. Evimi, dostlarımı, sevdiğim adamı öyle çok özlemiştim ki sanki birkaç gün değil de birkaç asır geçmiş gibiydi. Öyle ki Ragaz’ın huysuz ve asabi tavırlarını bile özlemiştim. “Bunu diğerlerine söylemesen iyi olur.” dediğinde anılarımın arasından sıyrılarak tekrar ona döndüğümde istifini bozmadığını gördüm. Tam nedenini sormak üzereydim ki konuşmama fırsat vermedi. “Nedenini sorma. Sadece dediğimi yap. Zaten bilmelerine gerek yok.” Söylediklerinin itiraz edilecek bir tarafı olmadığından sessiz kaldım. “Acıyor mu?” dedi. Ses tonu ilk kez farklı çıkarken bakışları bacaklarıma düşmüştü. Sarılı haldeki bacaklarımla adeta yarısı mumyalanmış bir ölüyü andırıyordum. “Çok kötü değil.” diyerek dürüstçe cevap verdim. “Eğer gücüm yetseydi yaralarını teker teker iyileştirirdim.” Sesi artık kulağa o kadar da ruhsuz gelmiyordu lakin nedenini anlamış değildim. “Önemli değil.” değil dedim benim kambur duruşumun aksine dimdik duran sırtına bakarken. Tuhaf bir şekilde dik duruşundan hiç ödün vermiyor sanki asil biri gibi davranıyordu. Gerçi görüntüsüyle asil birini andırmıyor değildi. “En azından acını azaltabilirim.” Ne dediğini anlamama fırsat tanımdan bacaklarıma yaklaştığında sessiz kaldım. Şayet acımı azaltabilecekse bunu yapmasını istiyordum. Usulca ellerini bacaklarıma yerleştirdiğinde dokunuşu karşısında irkildim, o da bunu fark etti. Ellerini çekip başını bana doğru çevirdiğinde “acıttım mı?” dedi. Suratında gergin bir ifade vardı, sanki canımı yakmaktan korkuyor gibiydi. Gözlerinde anlamlandıramadığım bir parıltı belirirken göğsüme büyük bir ağırlık çöktü. Sanki biri kalbimdeki kabuk tutmuş bir yarayı kaşıyor, kaşıyor ve yeniden kanamasını sağlıyordu. Bu his öylesine kuvvetliydi ki ağlamak istiyordum ama kendimi tuttum. Havayı ciğerlerime doldururken başımı olumsuz anlamda salladım. Ellerini yeniden bacaklarıma koyduğunda gözlerini kapattı. Bir saniye bile geçmeden bedenimi esir alan ağrı ve acı usul usul çekilmeye başladığında üzerimden koca bir yükün kalktığını hissettim ve bir dakika sonra Kael işini bitirip ellerini çektiğinde şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım. Saatlerdir bu acıya katlanmış olmama inanamıyordum. Bu…normal bir insan için hiç de normal değildi, olmamalıydı. Bunun insan olmayışımla bir alakası olup olmadığını düşünsem de cevabı yakın zamanda öğreneceğimi sanmıyordum. “Daha iyi mi?” gülümseyerek başımı salladım. Hala biraz acıyordu ama birkaç dakika öncesine kıyasla kesinlikle çok daha iyiydi. “Teşekkür ederim.” “Teşekkür etmek yerine başka bir şey yapabilirsin.” dediğinde gülümsemem solarken meraklı ve tereddütlü bir hale büründüm. “Ne yapabilirim?” dedim tereddütle. Bu büyücü benden ne isteyebilirdi ki? “Bunu almanı istiyorum.” derken elleri boynuna gitmişti. Çıkardığı kolyesini bana uzattığında önce ona ardından avucundaki kolyeye baktım. İnce, gümüş renkli bir zincirin ucunda yarım bir kar tanesi duruyordu. “Neden?” diye sordum şüpheyle. Kendi kolyesini bana vermek istemesinin makul bir nedeni olmalıydı. “Bu bir tılsım. Seni koruyacaktır.” Açıklaması pek tatmin edici olmadığından ifademi bozmadım. “Senin ihtiyacın yok mu? Neden bana vermek istiyorsun?” “Ben bir büyücüyüm. Tılsım olmasa da kendimi koruyabilirim.” Açıklamasına karşılık kollarımı göğsümün altında kavuşturup duruşumu dikleştirdim. “Ben de kendimi gayet iyi koruyabilirim.” dedim kendimden emin bir tonda. Korunmaya ya da kurtarılmaya ihtiyacım olsun istemiyordum. Wienor’da yaşamak istiyorsam kendimi korumayı bilmem gerekiyordu. Anbar Köyüne gittiğimizde Zahel’in öğretisinden bahsettikleri an düştü zihnime; Hayatta kalmak istiyorsan kimseye güvenme. Haklıydı, insanlara güvenmek mesele değildi lakin zora düştüğümüz anda yardım beklememiz ve buna göre hareket etmemiz gerekiyordu. “Farkındayım.” dedi gözleriyle bacaklarımı işaret ederek. “İnan ne kadar güçlü olduğunu senden bile iyi biliyorum ama fazladan korumadan zarar gelmez. Ayrıca bu acını almamın karışlığı.” Sözleri gurumu okşarken peki deyip avucundan kolyeyi aldım. Tılsımlı kolyeyi boynuma taktığımda beklediğim gibi tuhaf bir şey olmadı. “Teşekkür ederim.” Karşılık olarak belli belirsiz bir gülümseme sunup başını önüne çevirdi. Yorgunluk, harap olmuş bedenim ve uykusuzluk. Üçü bir araya gelip esnememe neden olduğunda elimle ağzımı kapattım. “Yatsam iyi olur.” dedim. Tam kalkmak üzereydim ki konuşmasıyla yerimde kaldım. “İçeride yatmak istediğine emin misin?” ne demek istediğini anlamadığımdan boş boş suratını baktım. Nihayet benden yana döndüğünde “fark etmişsindir kulübede başka oda yok. Herkes aynı yerde yatıyor. Gerçekten onlarla bir arada yatmak istiyor musun?” cevap veremedim. Tabi ki henüz birkaç saattir tanıdığım insanlarla bir arada yatmak istemiyordum. Lakin koşullar göz önüne alındığında başka seçeneğim yoktu. “Burada bekle.” deyip ayaklanan Kael kulübeye doğru yöneldiğinde sessizce onu izledim. Kucağına yatak yapmak üzere yığdığı malzemelerle kapıda belirdiğinde merakla onu izlemeye devam ettim. Tek kelime etmeden az önce oturduğu yere kucağındaki eşyaları bırakıp Narisa’nın yaptığı gibi bir yatak yaptı. Tek fark bu eşyaların daha temiz ve güzel görünmesiydi. Büyük ihtimalle onun yatağıydı. Diğerleri pek titiz gibi durmuyordu lakin Kael epey titiz biri gibi görünüyordu. Narisa ve diğerlerinin kıyafetleri epey vahşi görünürken Kael’ın üzerindeki gri renkli pantolon ve ceketi ormanda yaşayan biri için fazla iyi görünüyordu. “Burada yatabilirsin.” dediğinde bir ona bir de hazırladığı yatağa baktım. “Gerek yok.” Tek kelime etmedi ama öyle bir baktı ki yatağa girmek zorunda kaldım. “Teşekkür ederim.” diye mırıldandım örtüyü üzerime çekerken. Dingin bir tavırla birkaç karış öteme uzanıp kolunu başının altına yerleştirdiğinde “orada mı yatacaksın?” dedim. “Hava güzel. Zaten çoğu zaman dışarıda yatmayı tercih ediyorum.” Sessiz kalsam da içim bir türlü rahat etmiyordu. Hava ne kadar iyi olursa olsun gece boyu üşüyebilirdi. Örtüyü üzerimden atıp omuzlarıma sardığı pelerini aldım. Ona doğru giderken başını çevirip önce suratıma ardından da elimde duran pelerine baktı. “Geri dön ve yat.” dedi ancak onu umursamadım. Pelerini üzerine örtmek üzereydim ki işittiğim sesle kaskatı kesildim. Kael hızla ayağa kalkıp gözleriyle etrafı tararken yumruklarımı sıktım. “Şeytanlar.” |
0% |