@anksiyeteliyazar
|
Silva
Birbiri ardına süzülen gözyaşlarımı elimin tersiyle silerken kapının açılma sesini duydum ama yerimden kıpırdamadım. “Silva izin verir misin?” arkamdan gelen kadın sesini daha önce hiç duymasam da Ragaz’ın bahsettiği Valeria olduğunu biliyordum. Usulca başımı çevirdiğimde şarap kızılı rengindeki saçlarını omzundaki pelerinin kapüşonuyla kapatan gri gözlü bir kızla karşılaştım. Kapüşonu yüzünün bir kısmını gizlese de nasıl göründüğünü tamamen gizleyemiyordu. Jieli’nin ondan bahsettiğini hatırlıyordum. Uzun zamandır sarayda yaşayan, çok fazla ortalıkta görünmeyen sarayın tek büyücüsü Valeria.
Öne eğdiğim başımla Nowa’nın yanında beklerken görmesem de Ragaz’ın bıçak kadar keskin bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Öfkesine haklıydı, en yakın dostu kendisini aşağılayan bir kadın yüzünden bu haldeyken öfkelenmemesi tuhaf olurdu. Ben daha beterini yapardım diye düşünmeden edemedim. Biri Zahel’i bu duruma soksaydı o kişiye dünyayı dar eder, acı içinde kıvranmasını sağlardım.
Ve bunun nedeninden emin bile değildim. Belki Zahel’e çok şey borçlu olduğum için belki de…
Omzumda hissettiğim el düşüncelerimin mahzeninden çıkmama neden olurken puslu gözlerimi Nowa’ya çevirdim. “Kendini suçlama.” dedi anlayış ve hüzün dolu sesiyle. “Senin suçun yok. Zahel seni kurtarmayı kendisi seçti.” “Bu, benim yüzümden bu halde olduğu gerçeğini değiştirir mi ya da haksız yere onu suçladığımı?” zar zor sarf ettiğim sözlerden sonra boğazımdaki yumruyu geçirebilmek umuduyla yutkundum. Nowa’nın buz mavisi gözlerindeki yorgunluğu ve duygu karmaşasını fark etmemek elde değildi. Belli etmemeye çalışsa da epey üzgün ve bitkin görünüyordu. Laciverte çalan saçları dağılmış gözlerin altında kızarıklıklar oluşmuş her daim ışıldayan yüzü solmuştu.
“Kim olsa yanlış anlayabilirdi. Kendini suçlamayı bırak.” Nowa’nın tesellisini görmezden gelip bakışlarımı Valeria’ya çevirdim. Söylediği hiçbir şey suçlu olduğum gerçeğini değiştirmezdi. Parmak uçları Zahel’in alnındaki sembolün tam üzerinde duruyor ama temas etmiyordu. Gözleri kapalıydı. Parmak uçlarından çıkan buz mavisi rengindeki enerjisi sembolün etrafında geziniyor Zahel’in göz kapaklarının titremesine kaşlarının çatılmasına neden oluyordu. Ne yaptığı hakkında hiçbir fikrim yoktu ve bakışlarından anladığım kadarıyla baş muhafızların da fikirleri yoktu.
“Şunu da unutma Silva o çayı senin yerine Zahel içmiş olsaydı durumu muhtemelen daha kötü olurdu.” Puslu bakışlarımı usulca ona doğru çevirdim. Demek ben kendimde olmadığım esnada Zahel onlara yaşlı cadının bize ikram ettiği çaylardan bahsetmişti. Zihnimde o günün anıları belirmeye başlarken içimdeki acı daha da kavurucu bir hal aldı. Bana verilen çayı beğenmediğim için tüm iyi niyeti ve masumiyetiyle kendininkini bana vermişti ama yine de bu hale düşmekten kurtulamamıştı. Nowa’nın dediklerini düşündüm, gerçekten çayı içen o olsaydı durumu daha mı kötü olurdu?
“O yaşlı cadıya ne oldu?” dedim dişlerimi birbirine bastırırken. O kadına ölmek için yalvaran dek işkence etmek istiyordum. “İntihar etti.” Öfkem bir anda yok olup yerini şaşkınlığa bırakırken bakışlarım hala Nowa’daydı. “Biliyorsun çok uğraşmamıza rağmen kadın hiçbir şey anlatmayınca Zahel idamına karar vermişti ama sonra senin zehirlendiğini öğrendiğimizde ne pahasına olursa olsun bildiklerini öğrenmek için onu saraya getirmeye karar verdik. Anlaşılan o ihtiyar çok şey biliyordu ve konuşmamakta da kararlıydı. Hepimizin dikkatinin senin üzerinde olduğu bir anda muhafızlardan bir kılıç kapıp kendini öldürdü.”
“Ya diğer köylüler?” “Hepsi sadece maskeli adam ne derse onu yaptıklarını söylüyor.” “Kimse yüzünü görmemiş mi?” Nowa olumsuz anlamda başını salladığında bakışlarımı tekrar yatağa çevirdim. Valeria parmaklarını çekip yanımıza yaklaştığın kalbim beklentiyle dolup taşıyordu. Lütfen iyi olsun, lütfen iyi olsun. Başındaki kapüşonu geriye doğru attığında yüzündeki mahcup ifadeyle karşılaştım. “Tanrı Zahel’in güç çekirdeğini kontrol ettim ve tahmin ettiğimiz gibi çok zayıf düşmüş.” Sözleri kalbime koca bir balyoz gibi inerken nefesim kesilmiş gözlerim buğulanmaya başlamıştı. Ragaz yüzündeki telaşlı ifadeyle Valeria’ya doğru yaklaştığında sormaya korktuğum o soruyu sordu.
“Peki ne olacak?” “Hiçbir şey.” Duyduğum cevap hepimizin kaşlarının çatılmasına neden olurken Valeria açıklamasına devam etti. “Artık bir tanrının çekirdeğine güç verebilecek birileri olmadığı için yapabileceğimiz tek şey beklemek. Tanrı Zahel’in çekirdeği zamanla yeniden güçlenecektir ama bu en az birkaç hafta sürebilir.” Birkaç hafta göz korkutucu bir süre gibi görünse de en azından iyi olacağını bilmek yüreğime su serpmişti. Zaten ne düşünüyordum ki, o bir tanrı böyle kolayca ölemez.
“Artık derken neyi kastettin?” Sorumla birlikte Ragaz’ınki de dâhil tüm bakışlar üzerimde toplanırken benim dışımda herkesin bildiği bir şeyi bilmediğimi fark ettim. “Uzun zaman önce düzeni sağlayan Koruyucular vardı ama ne yazık ki soyları tükendi.” Aldığım cevap aklımda başka soruların peyda olmasına neden olsa da şu an ki önceliğim kesinlikle değillerdi. “İstersen ilk fırsatta sana Işık ve Karanlığın Efsanesini anlatabilirim.” diyen Valeria’ya zoraki bir gülümsemeyle karşılık verdim.
“Çıkalım da Zahel dinlensin.” Nowa’nın sözleriyle herkes hareketlenirken ben olduğum yerde kalmayı seçtim. Zahel’in yanında ayrılma düşüncesi bile dehşete düşmeme neden oluyordu. Herkes yürümeyi bırakıp bana döndüğünde ağzımı açmıştım ki Ragaz benden önce davrandı. “Sen neyi bekliyorsun?” Gözleri resmen ateş püskürtüyordu. Bakışlarımı köşe bucak kaçırırken benim yerime cevap veren Nowa’nın sesini işittim. “Ragaz bırak kalsın.” Keskin bakışlarını birkaç saniye üzerimde gezdiren Ragaz suratında beliren hoşnutsuz ifadeyle nihayet odadan çıktığında Nowa ve Valeria da onu takip etti.
Kapının kapanma sesi kulaklarıma ulaşırken çoktan yatağın kenarına oturmuştum. Avucumu yanağına yerleştirdiğimde tuttuğum gözyaşlarım peşi sıra yanaklarımdan süzülmeye başladı. Kalbim sızım sızım sızlarken kendimden utanıyordum. Zahel hayatıma bir kurtarıcı gibi girmiş, beni korkunç hayatımın pençelerinden kurtarmıştı. Evini benimle paylaşmış sıcak bir yuvada hissetmemi sağlamış hayatımı kurtarmıştı. Bense elimde geçen ilk fırsatta onu yargılamadan infaz etmiştim. Bir onuru, saygınlığı olduğunu bile bile onu herkesin içinde aşağılamıştım ama o yine de bir kez daha hayatımı kurtarmıştı ve şimdi bu haldeydi.
Hıçkırıklarımı bastırmak için elimi ağzıma kapattığımda şiddetle sarsılan bedenime engel olamamıştım. Kapalı gözleri tüm varlığıma eziyet ederken bunun haftalarca süreceği gerçeği hüzünlenmeme neden oluyordu ama bunu hak etmiştim. Zahel uyanana kadar geçecek zaman benim cezam olacaktı.
Yaşlı gözlerimin arasında belindeki izi fark ettiğimde duraksadım. Kaşlarım merakla çatılırken hızlıca gözyaşlarımı silip daha iyi görebilmek için başımı yana doğru eğdim. Gördüğüm şeyin çoktan kabuk bağlamış eski bir yara izi olduğunu anladığımda kaşlarım daha da çatılırken bir elimi omzuna diğer elimi de beline yerleştirdim. Sırtına doğru uzanan izi daha iyi görebilmek için hafif bir baskı uyguladım ama yapılı vücudunu hareket ettiremedim. Onu incitmekten korkarken ellerimin baskısını biraz daha arttırdım ve nihayet yan dönmesini sağladım.
Gördüklerim sarsılmama neden olurken ellerim titriyordu. Vahşi bir dehşet kemiklerimi kemirirken kocaman olmuş gözlerimle Zahel’in sırtındaki sayısız yara izine bakıyordum. Bunlar…kırbaç izleriydi. Yatay şekilde tüm sırtını kaplayan izleri saymaya korkuyordum. Sol tarafındaki hançer izini fark ettiğimde kalbime inen koca darbenin etkisi tüm benliğimi sarstı. Titreyen parmak uçlarımı yara izlerinin üzerinde gezdirirken ıslanan gözlerime hâkim olamıyordum. Yaralar çok eskiydi, iyileşeli uzun zaman olmuştu ama izleri…izleri geçmemişti işte.
Yara izlerinden nefret ediyordum. Zira açılan yaralar kapanıyor verdiği acı zamanla geçiyordu lakin zifiri karanlıkta dahi varlığını koruyan bir gölge gibi silinip gitmek bilmeyen izler anıları her daim gün yüzünü çıkarıyor fiziken değilse de ruhen ızdırap veriyordu. Tecrübelerime dayanarak Zahel’in de benzer şeyler hissettiğine nerdeyse emindim. Yüreğimi kanırtan yaralara bir kez daha bakarken bir tanrıda iz bırakabilecek şeyin ne olduğunu düşündüm. Kırbaç izleriydi ancak geçene zamana rağmen varlığını koruyan izler kırbacın normal bir kırbaç olmadığını açıkça gösteriyordu. İçimi delip geçen acının yanında peyda olan öfkeme engel olamadım. Bunu yapan her kimse ona daha önce kimseye duymadığı denli büyük bir kin duyuyordum.
“Bunu sana kim yaptı?” diye fısıldadım boğuk çıkan sesimle. Tekrar sırt üstü uzanmasını sağladığımda bir kez daha ıslanan gözlerimi kuruladım. Boğazıma oturan koca yumru nefes almamı zorlaştırırken gözlerim bu kez de ensesine ilişti. Neyse ki bu sefer gördüğüm şey bir yara değildi. Meraklı gözlerle başını usulca hareket ettirdiğimde saçlarının bitiminde karşılaştığım şey bir sembol oldu. Siyah renkte bir çemberi üst kısımdan bir kılıç kesiyordu. Bu neredeyse kaşlarının ortasındaki sembolle aynıydı ama bu sembolde hem çemberde hem de kılıçta çatlaklar vardı.
Ne alnındaki ne de ensesindekinin anlamını bilmiyordum ama Zahel’in ensesindekini saklamaya çalıştığı çok açıktı. Sürekli yakalı ceketler giymesinin nedenini şimdi daha iyi anlıyordum, anlamadığım tek şey bunu neden yaptığıydı. Avuçlarımı yanaklarına yerleştirirken alnımı alnına dayadım. “Ne kadar zamanımız olduğu umurumda bile değil. Seninle en kısa sürede konuşmak istiyorum.” diye fısıldadım odamdaki konuşmamızı hatırladığımda. “Sana uyumanı söylemiştim.”
Bir an kalbimin durduğunu hissettim. Kulaklarımı dolduran ses atmayı bırakan kalbimi canlandırırken telaşla geri çekildim. Zahel’in geceyi andıran gözleriyle karşılaştığımda donakalmış nefes almayı unutmuştum. Yatakta doğrulurken yüzümde beliren heyecanlı gülümsemeye engel olamadım. Sert bir kışta donan ruhum Zahel’in gözleriyle ısınıp bahara kavuşmuş içimin cıvıl cıvıl olmasını sağlamıştı. Bir an kendimi kaybedip sarılmak için kollarımı açtığımda donup kaldım.
Yüzümdeki gülümseme usul usul solarken havada kalan kollarımı indirdim. Her zamanki soğuk ifadesiyle beni aştan aşağı süzen Zahel’e bakamıyordum. Suçluluk duygusu gözlerimi kaçırmama neden olurken daha fazla beklememeye karar verdim. “Özür dilerim.” “Dileme.” Keskin ses tonu başımı kaldırıp gözlerine bakmama neden olurken ne diyeceğimi bilemedim. Bana doğru yaklaşıp ellerini yüzüme yerleştirdiğinde dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdım. Baş parmaklarıyla yanaklarımdaki ıslaklığı silerken yutkunmadan edemedim. “Özür dilemen gerekmiyor.” “Ama ben…” “Sen sadece yanlış anladın.” Dedi her kelimenin üstüne basa basa. “Bana neden söylemedin?” bunu öyle çok merak ediyordum ki. Neden bana açıklama yapmayıp yanlış şeyler düşünmeme izin vermişti.
“Çünkü bana güvenmeni istedim.” Duyduklarım üzerimde bir şok etkisi yaratırken yanlış duyup duymadığıma emin olmaya çalışıyordum. Ölüm Tanrısı gerçekten benim güvenimi mi istiyordu? “O gün…” sanki o günü hatırlamaktan hoşlanmamış gibi duraksadığında kaşları hafiften çatıldı. “O çocuğu öldürdüğümde…” diyerek devam ettirdiği cümlesini yarıda kestim. “O çocuk zaten ölmüştü.” Gözlerimin içine uzun uzun baktıktan sonra kederle gülümseyip konuşmasına devam etti.
“Bana bakışını gördüm Silva. Bir canavara bakar gibi bakıyordun.” Sözleri kalbime koca bir darbe indirirken utanç içinde boğulacağımı hissediyordum. Ona canavar diyen herkese akıl almaz bir kin beslerken benim de o insanlardan kalır yanım olmadığını fark etmemiştim. Ağlamamak için kendimi sıkarken onu dinlemeye devam ettim. “Yine de seni anlayabiliyordum. Gördüklerini yanlış anlayabileceğinin farkındaydım ve benden açıklama talep etmeni bekledim ama sen benim dışımda herkesten açıklama talep ettin. Hatta Ragaz’la bile konuşmaya çalıştın ama bana gelmedin.”
Sağ gözümden koca bir damla yuvarlanırken utançtan başımı eğdim. Aptalın tekiyim. Kimseyle değil, onunla konuşmam gerekirken ondan köşe bucak kaçmayı seçmiştim. “Ö…özür…dilerim.” Kesik kesik aldığım nefeslerimin arasında zar zor fısıldadım. “Dileme.” İşaret parmağını çenemin altına yerleştirip başımı kaldırmamı sağladığında şaşkın ve ıslak gözlerle ona baktım.
“Bir daha ki sefere konuşacağın ilk kişi ben olmam koşuluyla seni affediyorum.” Sözleri içimi ısıtırken onayla başımı salladım. Hızlı bir hareketle gözlerimi silip kendimi toparladım ve meraklı gözlerle ona bakmaya devam ettim. “Valeria en az birkaç hafta uyuyacağını söylemişti.” “Demek ki yanılmış.” Cevabını öyle tuhaf bir ses tonuyla söylemişti ki içime şüphe düştü. Sanki durum söylediği kadar basit değildi de farklı bir şey var gibiydi ama şimdilik bunu düşünmek istemiyordum, hatta hiçbir şey düşünmek istemiyordum.
“İyi hissediyor musun?” “Evet.” Şüpheye yer bırakmayan sesi iyi olduğuna emin olmamı sağlarken aramızda garip bir sessizlik oluştu. Aklımda cevapsız çok fazla soru vardı ama şimdi bunun sırası mıydı emin olamıyordum. “İstediğini sor.” Şaşkın şakın Zahel’e bakarken bir an için aklımı okuduğunu düşünsem de bunu yapamadığını biliyordum. O halde beni ele veren şey kesinlikle yüz ifadem olmuştu. Alt dudağımı kararsızca kemirirken önce neyi sorsam diye düşünüyordum.
“Alnındaki sembolün bir anlamı var mı?” sorumla birlikte dudağının kenarı yukarı doğru kıvrılan Zahel’e hayran hayran bakmaktan kendimi alamıyordum. Sürekli buz kadar soğuk bir ifadeyle gördüğüm bu adamı tam olarak olmasa da gülümserken görmek içimi ısıtmıştı. “Bu Ölüm Tanrı’sının işareti.” Cevabıyla birlikte bir kez daha kaşlarının ortasındaki sembole baktım. “Çember sonsuz yaşamı, kılıç da ölümü temsil ediyor. Her ruh öteki diyara gidene kadar belli bir süre yaşar ve öldüğünde de öteki diyarda sonsuz hayata kavuşur. Çember bu döngüyü sembolize ederken kılıç da öteki diyarda gitmeden önce yaşamı sonlandırmayı sembolize ediyor.”
Bu işaretin böylesine anlamlı olacağını beklemediğimden şaşırsam da tam olarak idrak ettiğimde hafifçe gülümsedim. Şimdi sıradaki sorumu sorabilirdim. “Ya ensendeki?” yüzündeki ifade bir anda karardığında yanlış bir şey söylemiş olabileceğimin verdiği telaşla dudağımı kemirdim. Uzayıp giden sessizlik endişemi daha da büyütürken gerginlikten ellerim terlemeye başlamıştı. “Bunu başka bir zaman öğrenirsin.” dediğinde ne kadar merak etsem de ısrar etmedim. Anlaşılan bu hassa bir konuydu ve şu anda benimle paylaşmaya hazır değildi.
Sustum, son sorumu sorup da Zahel’in cevap veremeyişini görmek istemedim ama o buna izin vermedi. “Cevap vermeme ihtimalim olsa da sormaktan çekinme.” Büyük bir ikilemin içinde debelenirken kalbim gerginlikten küt küt atıyordu. Boynundaki sembolü sorduğumda bile yüzü düştüyse kim bilir sırtındaki izleri sorduğumda neler olurdu. “Hadi Silva.” “Sırtındaki izler nasıl oldu?” ısrarcı sesine dayanamayıp bir anda sorduğum soru anında pişman olmama neden olurken Zahel’in bakışları önüne düştü. Kahretsin sormamalıydım. Niye çenemi tutamıyordum ki.
“Babam yaptı.” Cevabı dehşete düşmeme neden olurken ailesini hiç düşünmediğimi ancak fark edebilmiştim. Bir an yanlış duyup duymadığımı sorgulasam da doğru duyduğuma emindim. Ne yaparsam yapayım bir türlü aklım almıyordu. Ben ona kötü gözle bakan herkesi parçalarına ayırmak isterken kendi öz babası ona bu izleri nasıl reva görmüştü. Ancak bir canavar kendi çocuğunu kırbaçlayabilirdi.
“Neden?” dedim buruk çıkan sesimle. Gözleri maziye dalmış gibi uzaklara bakarken ona bu izlerin anısını hatırlattığım için kendime kızdım. “Canavar olduğumu düşünüyordu.” Acı bir gülümsemeyle önüme sunduğu gerçekler tüm bedenim buz kesmesine neden olurken kalbim sızım sızım sızlıyordu. Çocuğuna bunu reva gören adam canavarın ta kendisiyken ona mı canavar demişti? Çenem titremeye başladığında zihnimde geçmişin hatıraları belirdi. Şehirdeki o iki adamın ve Rhea’nın Zahel’e canavar diyen sesleri kafamın içinde yankılanırken hissettiğim dehşet daha da büyüdü.
Babası gibi kendi halkının da ona canavar dediğini kendi kulaklarıyla duyan Zahel’in neler hissettiğini tahmin bile edemiyordum. Köydeki sakin tavrını hatırladığımda kalbimin kanatları kırılıverdi. Yüzüne taktığı kayıtsızlık maskesinin altında kim bilir neler hissetmişti. Belki de içi cayır cayır yanmıştı da kimselere belli etmemişti. İçimdeki dehşetin yanına öfkenin tohumları ekilmiş filizlenmeye başlarken onda bu izleri bırakan adamdan tüm benliğimle nefret ettim. Ağlamamak için sıktığım çenemi artık öfkeden sıkarken yüzüne yine kayıtsızlık maskesini takmış Zahel’e çevirdim bakışlarımı.
Onu daha fazla yormamak ve kötü anıların depreştirmemek için hızlıca kendimi toparlayıp ayağa kalktığımda aniden bileğime dolanan parmakları olduğum yerde durmama neden oldu. “Gitme.” Kalbim çocuksu bir neşeyle çarparken gözlerine bakmaktan kendimi alamıyordum. Onun yaptığının aksine yalvarmasına izin vermeden dikkatlice yanına uzandım. Şimdi yine yataktaydık ve yine birbirimizin gözlerinin içine bakıyorduk.
Uzattığı elini başıma yerleştirip saçlarımı okşamaya başladığında nefesim kesildi. Kalbim sevinçten deli gibi çarparken yüzümde beliren gülümsemeye engel olamadım. Bugüne kadar sadece benim sevdiğim saçlarımı şimdi biri daha seviyordu. İçimdeki küçük çocuk sevinçle el çırparken saçlarıma değen parmaklar erimeme neden oluyor içimi sıcacık yapıyordu. Bakışlarımız tekrar buluştuğunda hiç olmadığım kadar huzurlu hissettim.
Benim gözlerimde ne gördüğünü bilmesem de ben onun gözlerinde önüne ördüğü duvarlara rağmen gözü yaşlı küçük bir çocuk görüyordum. Bedenindeki her yara izini tek tek yok olana kadar öpme isteği içimde kıvranırken gülümsemekle yetindim. Ne yapacağımı ya da nasıl yapacağımı bilmiyordum ama o küçük çocuğu iyileştirecektim.
“Ne düşünüyorsun?” diye sorduğunda gözleri sanki gözlerimde bir şeyler arıyor gibiydi. “Bilmiyorum.” dedim fısıltıyla. Onun yanından aklım başımdan gidiyor doğru dürüst bir şey düşünemiyordum. Tek istediğimse yanımda yakınımda olmasıydı. Saçlarımı okşayan eli aşağı doğru kayıp boynumda, nabzımın deli gibi attığı noktada durduğunda gözleri daha da koyulaştı. “Varlığım seni geriyor mu?” başımı usulca olumsuz anlamda salladım. Nabzımın bu denli hızlı atmasının nedeni varlığının bana uygunsuz şeyler düşündürtmesiydi.
Yanaklarımdaki sıcaklık giderek artarken dudağımın kenarını ısırdım. “O halde seni heyecanlandırıyor muyum?” gözlerim kocaman olurken tepkisiz kaldım. Dudaklarının kenarı yukarı doğru kıvrıldığında zaten hızlı atan nabzım daha da hızlandı ve Zahel de bunu fark etti. Sıcak nefesi yüzümü yalayıp geçecek kadar yakınımdayken heyecanlanmamam mümkün değildi. “Ben ne düşünüyorum biliyor musun?” sorusuna karşılık merakla gözlerine baktım. “Boynunda hissettiğim nabzını başka nerende hissedebileceğimi.” Kulaklarıma kadar kızardığımı hissederken boynumdan aşağı doğru kayan parmakları tüm bedenimin beklentiyle gerilmesine neden oldu.
Sıcak eli biraz daha aşağı kaydığında parmakları geceliğimin ince askısıyla oynamaya başladı. Heyecan ve gerginlik kemiklerime kadar işlerken içine düştüğüm beklenti hissiyatı göğsümün şiddetle inip kalkmasına neden oluyordu. Gözleri yükselip alçalan göğsüme kaydığı esnada omuzumdaki parmakları nazik bir hareketle askımın düşmesine neden olduğunda sertçe yutkundum. Hızla alıp verdiğim solukların sesi kulaklarımı doldururken kuruyan dudaklarımı yaladım. Gözleri bu sefer de az önce yaladığım dudaklarıma kaydığında tüm kontrolümü kaybetmeme ramak kalmıştı.
Omuzumdaki elini göğsüme doğru kaydırıp geceliğimin kenarına geldiğinde duraksadı. Geceyi andıran gözleri elalarımı bulduğunda dudağımın kenarını dişledim. İçimde üzerine atlamamı isteyen garip bir dürtü vardı ve her geçen saniye büyürken kendimi güçlükle durdurabiliyordum. Göğsümün üzerinde durdurduğu elini çekip belimdeki örtüyü omuzlarıma kadar çekti. “Uyumalısın.” dediğinde uzun bir soluk verirken hissettiğim hayal kırıklığını görmezden gelmeye çalıştım. Kahretsin, ne olmasını bekliyordum ki?
***
Yüzüme düşen güneş ışıkları gözlerime açmama neden olduğunda yine bir boşlukla karşılaştım. Gözlerimi kapatırken yanımda olan Zahel şimdi yoktu. Telaşla yataktan kalkıp banyoyu kontrol ettim ama yoktu. Acaba bir şey mi oldu düşüncesi içimi kemirirken koşar adımlarla odadan çıkıp aklıma gelen ilk yere çalışma odasına doğru ilerledim. Eğer bir şey olmadıysa çalışma odasına gitmiş olması muhtemeldi. Kapıyı çalma gereği duymadan bir hışımla içeri daldığımda bana bakan üç çift göz olduğum yerde donup kalmama neden oldu.
Zahel masanın diğer ucundaki koltuğundan baş muhafızları da masanın önündeki koltuklarından bana bakıyordu. Ne yapacağımı bilmez bir halde olduğum yerde dururken bakışlarımı sırasıyla suratlarında gezdiriyordum. Zahel sanki ölümden dönmemiş gibi her zamanki soğuk ifadesini takınmış masanın ucunda kusursuz bir duruşla oturuyordu. Her daim suratı sirke satan Ragaz’ın yüzünde gelişimle birlikte hoşnutsuz bir ifade belirmişti. Kahverengi gözleri tehditkâr bir biçimde beni süzüyordu. O ikisine nazaran daha neşeli görünen Nowa alayla tek kaşını kaldırmış bu ne hal dercesine suratıma bakıyordu. Kendime şöyle bir bakıp karşılarında gecelikle durduğumu fark ettiğimde artık çok geçti. Neyse ki üzerimdeki uzun geceliklerden biriydi.
“Siz çıkın. Sonra devam ederiz.” Onu onaylayarak ayaklanıp yanımdan geçip kapıya doğru yürüyen Nowa ve Ragaz’a göz ucuyla baktım. “Bakıyorum da Zahel için çok endişeleniyorsun.” Nowa’nın imalı sözlerini görmezden gelirken Zahel’le baş başa kalmıştık.
“Bir şey mi oldu?” derken yerinden kalkmış aramızda birkaç adımlık mesafe bırakacak kadar yaklaşıp karşıma dikilmişti. “Hayır. Ben uyandığımda seni yanımda görmeyince bir şey oldu sandım.” “Odana gidip üzerini değiştir Silva. Sonrada kahvaltı için aşağı in.” Beklediğim gibi bir tepki alamamanın yarattığı hayal kırıklığı yüzümün düşmesine neden olurken Zahel arkasını dönüp pencerenin önüne gitmişti. Dün gece olanlardan sonra bu da neydi şimdi? “Bir sorun mu var?” dedim sesimi sakin çıkarmaya çalışarak. “Yok.” Verdiği dümdüz ve buz gibi cevap iliklerime kadar üşümeme neden olurken suratımın düşmesine engel olamadım. Beni kendinden uzaklaştırmaya mı çalışıyordu?
Bu ihtimal kalbimi parçalara ayırırken bir yandan da haklı olabileceğini düşünmek suçluluğun içimi kemirmesine neden oluyordu. Zaten yaptıklarımdan sonra beni yanında istemesi tuhaf olurdu. Yine de gece olanlar tam aksini düşünmemi sağlamıştı. Bana hiç olmadığı kadar yakın olduğunu hissetmiştim. Şimdi ise hiç olmadığı kadar uzak olduğunu hissediyordum. Usulca arkamı dönüp kapıya doğru ilerlerken içten içe beni durdurması için yalvarıyordum. Kapıyı arkamdan kapatırken boğazıma batan dikenlerden kurtulmak için sertçe yutkundum. Usul usul kendi odamın yolunu tuttuğumda aklım hala dün gece olanlardaydı. Madem sabahına bana mesafeli davranacaktı o zaman neden öyle davranmıştı ki?
Üzerimi değiştirdiğimde uzun saçlarımı taramaya koyuldum. Saçlarım kendimde en çok sevdiğim şeydi ve Zahel’in okşaması bu sevgimi ikiye katlamıştı. Hayatım boyunca kimsenin sevmediği saçlarımı o sevmişti. Dokunuşlarını hatırlamak bile içimin ısınmasına neden olurken o anı tekrar yaşamak için neler vermezdim. Üzerimdeki lacivert elbiseye şöyle bir göz gezdirirken kendimi oldukça güzel hissettim. İnce askıları olan elbisenin v şeklinde yakası, belinde zarif bir korse detayı ve gümüş renkli işlemeleri vardı. Birkaç kat tülden oluşan eteği ise ayaklarımı örterek yere değiyordu. İşi biten tarağı yerine bırakıp saçlarımı geriye attığımda kapının tıklama sesi kulaklarıma ulaştı.
İçeri yanında Valeria’yla birlikte Jieli girdiğinde beni baştan aşağı süzmeye başladılar. Aynı şeyi ben de onlara yaparken gözlerim ikisi arasında mekik dokuyordu. Valeria’nın giyim tarzına aşina değildim ama genelde pastel renklerde giyinen Jieli de Valeria gibi simsiyah giyinmişti. “Günaydın hanımım.” “Günaydın.” dedim atamadığım şaşkınlığımla. “Resmi olarak tanışmamıza gerek kaldı mı?” Valeria’nın hoş bir gülümseme eşliğinde sorduğu sorusu benim de gülümsememi sağladı. “Sanmıyorum.” dedim samimi bir tonda. “Ah buna sevindim. İlk kez konuşuyor olmamıza rağmen seni uzun zamandır tanıyor gibi hissediyorum. Resmi bir tanışma yapsak bu beni epey tuhaf hissettirirdi.”
Açıklaması kıkırdamama neden oldu. Tuhaf bir şekilde ben de onu en az Jieli kadar tanıyormuşum gibi hissediyordum. “Hanımım yarın terzi ölçülerinizi almaya gelecek.” Bakışlarım anında Jieli’yi bulurken neyden bahsettiğine anlam verememiştim. “Ne terzisi?” “Sizin günlerdir kaçıp durduğunuz terzi.” Gözlerini kısarak söylediklerini başta anlamasam da birkaç saniye içinde neyden bahsettiğini idrak edebilmiştim. Zahel o küçük çocuğun içine giren şeytanı öldürdüğü gün saray terzisi kıyafet dikmek için ölçülerimi alacaktı ama ben öfkeli olduğumdan buna karşı çıkmış, ölçülerimin alınmasına izin vermemişti. Şimdi ise aramızdaki yanlış anlaşılmanın düzeldiğini varsayan Jieli artık bundan kaçışımın olmadığını söylüyordu.
“Pekâlâ, gelsin.” Jieli nihayet der gibi bir ifadeyle gülümseyip gözünün önüne düşen bir tutam siyah saçını kulağının arkasına sıkıştırdı. “Sanırım senin haberin yok.” Konuşmasıyla birlikte gözlerimi Valeria’ya çevirip neyden haberim yok dercesine suratına baktım. Omuzlarında yine kapüşonlu siyah bir pelerinde vardı ve yine kapüşonu başındaydı. Kapüşon suratını belli ölçüde gizlese de omuzlarından dökülen şarap kızılı saçları ve gri gözleri açıkça görülüyordu. Neden sürekli böyle giyindiğini merak etsem de bunu başka bir zaman öğrenmeye karar verdim.
“Ölen, daha doğrusu öldürülen üç muhafız için cenaze töreni yapılacak.” Açıklamasıyla birlikte zihnimde o lanet köyün ürpertici anıları canlandı. Neşem hızla yok olurken suratımda hoşnutsuz bir ifade belirdi. “Siz o yüzden siyah giyindiniz.” İkisi de beni başıyla onayladığında gardırobuma yöneldim. Kapaklarını iki yana doğru açtığım gardırobumu gözlerimle hızlıca taradıktan sonra radarıma takılan ilk siyah elbiseyi çekip aldım. “Ben hemen giyinip geliyorum.” Kızlar beni onaylayıp odadan çıktıklarında üzerimdeki elbiseyi çıkarıp az önce aldığım elbiseyi giydim. Kalın askıları olan elbise ayaklarıma kadar uzanıyordu. Belimi hoş bir şekilde sarması dışında dikkate değer pek bir özelliği yoktu.
Aşağı indiğimde masada sadece Jieli ve Valeria’nın oturduğunu gördüm. Diğerlerinin nerde olduğunu merak ederken sandalyemi çekip her zamanki yerime oturdum. Sağda solda dolanan birkaç hizmetçi gözüme çarptığında onların da siyah giyindiğini fark ettim. Anlaşılan bugün tüm sarayda yas ilan edilmişti. “Diğerleri nerde?” dedim önümdeki yiyeceklerle oynarken. Canım bir şey yemek istemiyordu ve aç da hissetmiyordum. “Bugün kahvaltıya katılmazlar.” diyerek anlatmaya başladı Valeria. “Muhafızlar arasında bir kuraldır, onlardan biri hayatını kaybettiğinde diğerleri cenaze töreni sonlanana kadar yiyip içmiyor.” Edindiğim yeni bilgiyi zihnime kaydederken yemeyeceğime karar verip elimdeki çatalı bıraktım.
“Peki ya Zahel?” “Tanrı Zahel için bir kural yok ama o da diğer muhafızlar gibi cenaze töreni sonlanana kadar bir şey yiyip içmiyor.” Zahel’in bu davranışı benim gözümde takdire şayan olsa da muhtemelen o pek de iyi hissetmiyordu. Ona bağlılıkla hizmet eden birinin ölümünün canını ne kadar yaktığını düşünemiyorum. “Sanırım tören başlıyor. Gidelim mi?” hep beraber masadan kalkıp büyük bir hareketliliğin olduğu çıkış kapısına yöneldik.
Sarayın girişine kadar uzanan taş patikanın üzerine yan yana gelecek şekilde yerleştirilmiş üç taş platform duruyordu, platformların üzerinde de üç tabut. Patikanın sağ ve sol tarafında muhafızlar ve diğer saray çalışanları duruyordu. Muhafızların üzerindeki metal zırhlar haricinde herkes tamamen siyaha bürünmüştü. Gökyüzü bile sanki olanları hissetmiş gibi kapkara olmuştu. Kızlarla birlikte patikanın sol tarafına geçip beklemeye başladık. Ürkütücü bir gök gürültüsü beklenmedik bir anda sessizliği yardığında bir an irkilsem de hızlıca kendimi toparladım.
Uğuldayarak esen rüzgâr saçlarımı savururken kimseden çıt çıkmıyordu. Burada ilk kez bir cenazeye katıldığımdan neyi beklediğimizi ya da ne olacağını bilmiyordum. Taş zeminde yankılanan ayak seslerini işittiğimde başımı merdivenlere doğru çevirdim. Zahel ortada, Nowa ve Ragaz da iki yanında ilerliyorlardı. İlk basamağın önüne geldiklerinde durdular, anlaşılan aşağı inmeyeceklerdi. Ragaz ve Zahel’in yüzünde diğer tüm muhafızlar gibi kaskatı bir ifade vardı. Aynı ifadeyi Nowa’nın da suratında gördüğümde şaşırmadan edemedim. Her daim her şeye gülebilen Nowa bile şu an buz gibi bir ifadeyle duruyordu.
“Finch Keegan, Roger Marlow, Nathan Russel üçü de kendi toprakları için hizmet ederken hayatlarını kaybetti. Bir çoğunuz onları arkadaşı, dostu hatta kardeşi olarak görüyordu ve şimdi ise aramızda olmayışlarının acısını paylaşıyoruz. Finch, Roger ve Nathan üçü de aileleri olmadan büyümelerine rağmen onurlu ve güçlü savaşçılar olmayı başardılar. Ancak şunu bilmenizi istiyorum, üçünün de ruhu ölüler diyarında huzur içinde. Şimdi bizim yapmamız gereken geride bıraktıkları bedenlerini uygun şekilde defnetmek ve onları şerefli birer savaşçı olarak anmak.”
Zahe’in konuşmasının tamamlamasıyla birlikte çakan şimşek karanlığı yararak aydınlatırken bir saniye sonra büyük bir gürültü koptu. Ardından bardaktan boşanırcasına yağmaya başlayan yağmur birkaç saniye içinde sırılsıklam olmama neden oldu. Şiddetle yağan yağmura kimse aldırış etmiyor yerlerinden kıpırdamıyordu. Zahel de en az benim kadar sırılsıklam olmuş ıslanan saçları alnına düşmüştü. Birkaç saniye önce tamamladığı konuşması zihnimde yankılandığında ölenler hakkında söylediklerini bugün için özel olarak mı öğrendiğini yoksa zaten bildiği şeyler mi olduğunu düşünmeden edemedim. Muhafızların hepsi hakkında bilgi sahibi olması mümkün müydü?
Merdiven basamaklarını birer birer inmeye başladığında ıslanan pelerini peşi sıra basamakları süpürüyordu. Ragaz ve Nowa da hemen arkadan onu takip ediyordu. Zahel ortada duran tabutun ucuna geldiğinde durdu. Herkes dinginlik içinde olanları izlerken ben Zahel’in ne yapacağını merak ediyordum. Nowa, Ragaz ve tanımadığım bir muhafız tabutun diğer ucunda yerlerini alıp dördü birden tabutu kaldırdığında yüzümde beliren şaşkınlığı gizleyemedim. Ölüm Tanrısının tabutu sırtlanması beklediğim son şey bile değildi.
Diğer iki tabut da sırtlanıldığında sarayın önünde toplanan herkes taşınan tabutların gerisinde kapıya doğru ağır adımlarla ilerlemeye başladı. İki yanımda ilerleyen Jieli ve Valeria’ya göz ucuyla baktım. İkisinin de suratında donuk bir ifade vardı. Matem havası iliklerime kadar işlerken kimseden ses çıkmıyor sessizliği şiddetle yağan yağmur bozuyordu. Ayağımızın altındaki toprak hızla çamura evrilirken yürümek de giderek zor bir hal alıyordu.
Yaklaşık iki saat süren defin işlemi tamamlanmış mezarlık bomboş kalmıştı. Tabutlar toprağın altına konulduktan sonra onlarca kişi öne çıkıp ölenlere hakkında konuşmuş ruhları için iyi dileklerini sunmuştu. “Silva gelmiyor musun?” başımı Valeria ve Jieli’ye çevirdim. “Siz gidin ben geleceğim.” İkisi şüpheyle birbirine baktıktan sonra nasıl istersen deyip yanımdan ayrıldıklarında mezarlığın ortasında tek başıma kaldım. Yağmurun yanaklarıma yapıştırdığı saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırıp mezarların arasında ilerlemeye başladım.
Herkes yavaş yavaş dağılırken Zahel’in mezarlıkta bir yere gittiğini görmüştüm ve şimdi gidip onu bulmam gerekiyordu. Yağmur ve ayaklarımın altındaki çamur yüzünden epey zor olan yürüyüşüm nerdeyse yirmi dakika sürdü. Mezarlık tahmin ettiğimden daha büyüktü ve Zahel’i bulabileceğime dair inancım her geçen dakika azalıyordu. Bir mezarlık için bile tenha olan bir noktaya geldiğimde bu tarafta nerdeyse hiç mezar olmadığını fark ettim. Boş arazide sadece bir tane mezar taşı vardı ve Zahel tam orda dizlerinin üzerine çökmüş vaziyette duruyordu.
Başın önüne düşmüştü, her daim dik duran adamın başı önüne düşmüştü. Yüreğimde garip bir sızı peyda olurken ona doğru birkaç adım attım ama mezar taşında yazan ismi gördüğümde olduğum yere çakılıp kaldım. Emilia. Bir mezar taşına bir de Zahel’e baktım. Gözleri kapalıydı, suratından yağmur damlaları kayıyordu ve belki de göz yaşları yağmur damlalarının arasına karışıyordu. Ama kimin için ağlıyordu? Emilia onun için ne ifade ediyordu ki?
Gözlerimde biriken sıcak damlalar yanağımdan kayıp giderken arkamı döndüm. Aklımdan sayısız düşünce geçiyor ve her biri kalbimi param parça ediyordu. Çenem titriyor ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Elimle ağzımı kapatıp koşar adımlarla ilerlemeye başladım. “Silva!!” duymazdan gelip adımlarımı daha da hızlandırdım. Bir an önce bu kasvetli mezarlıktan çıkmak istiyordum. Peşimden gelen ayak sesleri giderek yaklaşmaya başladığında koşmaya başladım.
Mezarlığın yüksek demir kapılarından dışarı adım attığım anda koluma dolanan parmaklar olduğum yerde kalmama neden oldu. “Neden kaçıyorsun?” istemeye istemeye arkamı döndüğüm kaşlarını çatmış Ölüm Tanrısıyla karşılaştım. Ne cevap vereceğimi bilmiyordum. Konuşmak için dudaklarımı araladığımda işaret parmağını dudaklarımın üzerine yerleştirip konuşmama engel oldu. “Bana yalan söyleme demiştim. Hatırlıyorsun değil mi?” cevap vermedim. Yalan söylemeyeceksem ne söyleyecektim ki? Ben bile doğrunun ne olduğunu tam olarak bilmiyorken ona ne diyebilirdim?
Sessizlik uzayıp giderken yağmurun altında durmuş öylece birbirimiz bakıyordu. O hala mezarlığın içindeydi, bense dışında. “Emilia…” dediğinde bakışlarımı suratından çektim. O kızın kim olduğuna dair fikirlerim kanımı fokurdatırken ismini bir de Zahel’in ağzından duymak olağan gücümle yumruklarımı sıkmama neden oldu. Arzularımı süsleyen dudaklarında başka bir kadının isminin dolanması delirmeme neden oluyordu. “Benim kardeşimdi.” Sıktığım yumruklarım bir anda açılırken elalarım hüzünle dolan gözlerini buldu. “İkiz kardeşimdi ama sadece bir gün hayatta kalabilmiş.”
Açıklaması kalbime bir ok misali saplandı. Saçma sapan şeyler düşündüğüm için kendime kızdım. Yüzüm pişmanlık dolu bir ifadeye bürünürken kendimden hiç beklemediğim bir şey yaptım. Mezarlığa bir adım atıp kollarımı boynuna doladım. Tam olarak ne hissettiğini bilmiyordum ve elimden ona sarılmaktan başka bir şey de gelmiyordu. Kollarını belime dolayıp başını boynuma gömdüğünde yağmurun altında öylece bekledik. İki yaralı kalp bir mezarlıkta birbirini iyileştirmeye çalışıyordu.
“Kaybın için çok üzüldüm Sevgili Ölüm Tanrısı.” İşittiğimiz ses birbirimizden ayrılmamıza neden olduğunda Zahel bakışlarını arkamda bir noktaya sabitlemişti. Merak sinsice bedenimi ele geçirirken usulca arkamı dönüp karşımızda dikilen adamı baştan aşağı süzdüm. Bu oydu. Köylüleri kışkırtan maskeli adam. Gözleri benim üzerimde durduğunda dişlerimi birbirine bastırdım.
“Sana da merhaba Küçük Hanım.”
Herkese merhaba. Bölümü nasıl buldunuz? Düşüncelerinizi yorumlarda belirtirseniz sevinirim. Ayrıca oy verip takip etm |
0% |