Yeni Üyelik
2.
Bölüm

Ölüm Tanrısı

@anksiyeteliyazar

Silva

"Sen öldün." Nowa'nın sözleri kafamın içinde yankı yaparken çoktan yürümeyi bırakmıştım. Nowa ise attığı iki adımdan sonra ancak durumu fark edebilmiş ve yanıma gelmek için gerisin geriye adımlamıştı. Yüzüne yapıştığını düşündüğüm sırıtışı bir anda yok oluvermiş yerini gergin bir ifadeye bırakmıştı. Ettiği iki kelimeden sonra adeta dilini yutmuş gibi sessiz kaldı. Tekrardan dikkatle suratımı inceledi ama bu sefer merakla değil tepkimi ölçmek istercesine bakıyordu.

Benimse kafamın içinde bir düşünce seli vardı. Gerçekten başarabilmiş miydim, o lanet olası dünyadan kurtulabilmiş miydim? Gözlerimi açtığım andan beri dilediğim tek şey buydu ama... lanet olası iç sesim adeta düşmanımmışçasına bana aksini fısıldayıp duruyordu. "Ölmedin... ölemedin. Ölüme bile layık değilsin." Şimdi karşımda duran adamsa bana iç sesimin yanıldığını söylüyordu.

Ne kadar aptalca da olsa iç sesime değil yabancı bir yerde daha yarım saat önce tanıdığım bir adama inanmayı seçtim. Suratımda ruhsuz bir gülümseme belirirken boğazım düğümlendi. Ölmüştüm, amacıma ulaşmıştım ama... hayal ettiğim o huzura kavuşamamıştım. İçimde ki o kocaman rahatsız edici boşluk hala olduğu yerde duruyor ve beni rahatsız etmeye devam ediyordu. Yaşarken huzurlu olamamıştım, ölüm de bana huzuru getirmemişti ve daha da acı olan ise ben ölmeyi istememiştim.

Bu farkındalık yüzüme bir tokat misali çarparken suratımdaki saçma gülümsemeye tezat olarak gözümden bir damla yaş süzülmesine neden oldu. Ölmek istememiştim, ölmeyi hiç istememiştim. Ben...sadece iğne ucu kadar da olsa mutlu olmak, huzurlu olmak istemiştim. Kendimi bir şeylere layık görmek istemiştim, aynaya baktığımda bir kez olsun güzel olduğumu düşünebilmeyi istemiştim ama hayat bana hiç acımamıştı. Bulduğu her fırsatta beni fırtınanın ortasına atmış ve ben paramparça olurken zevkle beni izlemişti.

Nowa usulca elini omzuma yerleştirdiğinde kafamdaki düşünce selinden çıkıp gözlerine baktım. "Sen iyi misin?" Sorduğu soruyla birlikte gözlerimden ardı arkası kesilmeyen yaşlar süzülmeye başladı. Ellerimle gözyaşlarımı silmek için debelenirken bir yandan da ses çıkarmamak için dudaklarımı birbirine bastırdım. Göğsüm şiddetle inip kalkarken Nowa ne yapacağını bilmez bir ifadeyle bana bakıyordu. Omzumdaki elinin baskısını hafifçe arttırdığında bana doğru bir adım attı ve kollarıyla etrafımı sardı. Saçlarımı okşarken ağlamamamı fısıldıyordu. Kendimi toparlamam gerekirken ben daha da şiddetle sarsılarak ağlıyordum. Kendimi öyle tuhaf hissediyordum ki kelimelerle dahi ifade edemiyordum ya da belki edebiliyordum ama bu duygu bana öylesine yabancıydı ki tir tir titremekten başka bir şey yapamıyordum.

Hızla Nowa'nın kollarından kurtulup gömleğin koluyla gözyaşlarımı sildim ve kendimi olabildiğince toparlamaya çalıştım. Bunu yapmamalıydım, bir yabancının karşısında asla ağlamamalıydım. Suçluluk duygusu içimi kemirirken iki yanımda yumruklarımı sıktım. Nowa endişe ve suçluluk karşımı olduğunu varsaydığım bir ifadeyle bana bakarken bir an için dudaklarını aralıyor ama vazgeçip susuyordu.

"Benim için endişelenme. Varsaydığının aksine gayet iyiyim. Şimdi, öldün derken ne kastettiğini açıklar mısın?" Cevap vermeden önce uzun uzun suratımı inceledi. Sanki iyi olup olmadığımı gerçekten anlamak istiyormuş gibi. Bakışlarını suratımdan çektiğinde beline uzandı ve çıkardığı şişe benzeri kabı bana uzattı. Deriden yapılma ve ağzında tıpası olan şişeyi tereddüt etsem de elime aldım. "İçindeki su." Dediğinde ufak bir yudum aldım ve şişeyi iade ettim.

"Aslında öldün derken demek istediğim ölmüş olman gerektiğiydi." Söylediği kafamın daha da karışmasına neden olurken anlatmaya devam etti ve tekrardan yürümeye başladık. Bir yandan onu dinliyor bir yandan da etrafımızı saran ormanı inceliyordum. Kısalı uzunlu ağaçlar ve bilmediğim türlü türlü bitkinin arasından geçip gidiyorduk. Ayaklarımızın altındaki yemyeşil çimler ağırlığımızın altında hışırdarken etrafta öten kuşların sesi yankılanıyordu. Yanından geçtiğimiz bazı ağaçlar meyveleriyle beni cezbederken bazıları da büyüklüğüyle şaşkına dönmeme neden oluyordu. Sağ ve sol tarafımda binlerce metre uzaklıkta olduğunu tahmin ettiğim, tepeleri sisle kaplı dağ sıraları uzanıyordu. Birkaç metre ötemdeki bir ağaca tırmanan küçük sincabı fark ettiğimde yüzümde ufak bir gülümseme belirdi.

"O köprü Ruhlar Köprüsü Silva ve oradan yalnızca ölenlerin ruhları geçebilir." Duyduklarım meraklı gözlerle Nowa'ya bakmama neden oldu. Ben kulaklarıma inanamazken o anlatmaya devam etti. "Köprü ruhları öteki dünyaya ulaştırıyor ama biz onları göremiyoruz ve onlar da bizi göremiyor. Ayrıca..." duraksadı ve nihayet tekrar suratında beliren alaycı ifadeyle şaşkın suratıma baktı. "Ruhlar senin gittiğin yöne de gitmiyorlar." "Neden ki?" Farkında olmadan sorduğum soruyu duyan Nowa bilmiş bir ifadeyle tekrar gözlerime baktı. "Çünkü onların bilinci yok ve gitmeleri gereken yer de öteki dünya. Aksi söz konusu bile olamaz. Ölüm Tanrısı böyle bir şeye izin verir mi sanıyorsun."

Söylediği son cümle gözlerimi büyümesine neden olurken kulaklarıma inanamayarak başımı hızla sağ tarafıma çevirdim. Ciddi ciddi az önce bir tanrının varlığından mı söz etmişti? Yandan suratını incelerken ciddi olup olmadığını anlamaya çalışıyordum. Yaptığım şeyi fark ettiğinde o da başını çevirip tek kaşı havada bana bakmaya başladı. Havadaki kaşı eski yerini alırken şaşkınlıkla açtığı ağzını eliyle kapattı. Birkaç saniye inanmaz gözlerle suratıma baktıktan sonra elini indirip tereddütle konuştu. "Lütfen...lütfen bana Ölüm Tanrı'sını ilk kez duyuyormuşsun gibi bakma!"

Şaşkın şakın gözlerimi kırpıştırırken ne diyeceğimi bilmediğim için sessiz kaldım. Tabi ki ilk kez duyuyordum. Pür dikkat suratımı inceleyen Nowa nihayet bir tespit yaptı. "Gerçekten de ilk kez duyuyorsun." İçine düştüğüm ve bir türlü anlam veremediğim tuhaf baskıya daha fazla dayanamayarak sessizliğimi bozdum. "Tabi ki ilk kez duyuyorum. Neler anlattığının farkında mısın sen? Hem ayrıca neredeyim ben?" Peşi sıra sıraladığım sorulardan sonra ikimiz de yürümeyi bıraktık. Bana baktı ve derin bir nefes alıp tek tek anlatmaya başladı.

"İlk olarak anladığım kadarıyla sen bilmediğim bir yerden geliyor olmalısın. Ruhlar köprüsünü zaten anlattım ama dediğim gibi neden ordaydın, neden bilinçliydin ve neden diğer tarafa geçmedin hiçbir fikrim yok." Sarf ettiği her sözcük şaşkınlığımın daha da büyümesine neden olurken dikkatle onu inceliyordum. Deli gibi durmuyordu ve dalga geçer gibi bir hali de hiç yoktu, tam aksine şuana kadar gördüğüm en ciddi haliyle bana açıklama yapıyordu. Yani ben farklı bir dünyaya mı gelmiştim? Uzun bir soluk veren Nowa bir saniye düşündükten sonra devam etti.

"Nerede olduğuna gelecek olursak basitçe Ölüm Tanrı'sı Zahel Sideras'ın topraklarındasın." Son cümlesi sertçe yutkunmama neden olurken gözlerim yuvalarından fırlayacakmış gibi hissediyordum. "Ö...ölüm...ölüm tanrısı mı?" Sorumla birlikte Nowa sanki komik bir şey söylemişim gibi kahkahalara boğulurken öfkelenmeye başlamıştım. İki yanımda yumruklarımı sıkarken bir yandan bir şey söylememek için yanaklarımın içinin kemiriyordum bir yandan da deli gibi göğüs kafesimi yumruklayan kalbimi anlamaya çalışıyordum.

İçimde ne olduğunu bilmediğim bir his peyda olurken boğazımın düğümlendiğini hissettim. İçimden ağlamak geliyordu ve nedenini bilmiyordum. Sanki içimde kabuk bağlayan bir yara yenide kanamaya başlamış gibiydi. Kalbim bir onda o kadar çok şeyle doldu ki patlamak üzereydi. Derin soluklar alıp kendimi toparlamaya çalışırken bakışlarımı tekrar Nowa'ya çevirdim. Hala gülmeye devam ediyordu. Neşeli sesi ormandaki diğer seslere karışıp gidiyordu. Sorduğum şey ve şaşkınlığım bana göre gayet normal olsa da ona gerçekten komik gelmiş olabilirdi, sonuçta anladığım kadarıyla farklı dünyaların insanlarıydık. Bu düşünce oldukça ironikti ve kafam karmakarışık olmasaydı buna kesinlikle gülebilirdim.

"Öhö...öhö" Sahte öksürüğüyle kendini toparlayan Nowa ciddi bir ifadeye büründü. "Lütfen kusura bakma böyle bir tepki beklemiyordum. Bir an kendimi tutamadım. Ragaz görse kesin beni öldürürdü." Son cümlesini bana değil de daha çok kendi kendine söylemiş gibiydi ama bu yine de Ragaz'ın kim olduğunu öğrenme yolunda içimde bir kıvılcımın yanmasına neden olmuştu bile, tabi bunu daha sonra öğrenecektim. "Önemli değil."

Cevabımdan sonra rahatlayan Nowa konuşmaya devam etti. "Zahel ketum ve huysuz herifin teki olabiliyor ama korkmana gerek yok sana yardım edecektir." Söylediklerine inanamayarak ona baktım. Ya bu adam keçileri kaçırmıştı ya da ben her şeyi gözümde fazla büyütüyordum. "Zahel mi? Bir tanrı hakkında nasıl böyle şeyler söyleyebiliyorsun?" Nowa sanki küçük bir çocukmuşum gibi anlayışlı ve sırıtan ifadesiyle cevap verdi. "Biz uzun zamandır arkadaşız Silva. İnan bunları yüzüne de söylemişliğim var." Duyduklarıma inanamıyordum. Nasıl bir arkadaşlıkları vardı ki koskoca bir tanrıya böyle şeyler söyleyebiliyordu.

"Dediğim gibi Zahel'den korkmana ya da çekinmene hiç gerek yok." Tabi onun için söylemesi oldukça kolay ne de olsa onun tahminimce oldukça uzun zamandır arkadaşı. Bense köprüden kaçmış yabancı biriydim. "Uzak durman gereken biri varsa o kişi kesinlikle Ragaz'dır." "O kim?" Birkaç saniye düşünüp soruma uygun bir yanıt arayan Nowa tek eliyle olmayan sakallarını okşuyordu. "Şöyle söyleyeyim Ragaz Zahel'in sağ kolu ben de sol kolu oluyorum." Aldığım cevaptan sonra kısa bir sessizliğe büründük ama çok geçmeden farkındalık kafamda yeni bir sorunun belirmesine yol açtı. "Biz tam olarak nereye gidiyoruz?" Nedeyse bir saatten fazla bir süredir sorgulamadan Nowa'yı takip etmiştim ve bunu sormak ancak şuan aklıma gelebilmişti.

"Dedim ya Zahel'in sana yardım edebileceğini düşünüyorum. Yani sevgili Silva Ölüm Tanrı'sının sarayına gidiyoruz." Bir başka şok dalgası üzerime çöktüğünde arkamı dönüp kaçmamak için kendimi zor tuttum. Gerçek anlamda bir tanrıyla karşı karşıya gelme düşüncesi tüm tüylerimin diken diken olmasına neden oldu. "Hey korkmana gerek yok aksine Zahel'in huzuruna çıkacağın için kendini oldukça şanslı saymalısın." "Köprüden geçmeyen bir kaçak olduğum için beni öldürmek ya da daha kötüsünü yapmak istemezse kendimi şanslı sayabilirim."

Nowa kahkahalara boğulurken gözlerimi devirdim. "Merak etme düşündüğün hiçbir şeyin olmayacağını garanti ediyorum." Kararlılıkla söyledikleri tek kaşımı kaldırmama neden olurken bu kadar kesin konuşmasına anlam veremiyordum. "Nasıl bu kadar emin konuşuyorsun?" Sorum havada asılı kalırken rahatsız edici bir sessizlik oluştu. Sırıtmayı tamamen bırakan Nowa sanki dilini yutmuş gibiydi.

"Zahel doğrudan köprüden ve oradan geçen ruhlardan sorumlu ve hiçbir koşul altında ruhların bu tarafa geçmesine izin vermez. Sense şimdi buradasın ve bu Zahel'i doğrudan ilgilendiriyor. Yani sana bir şey yapmaz." "Ya da köprüden kaçtığım için beni öldürüp ruhumun köprüden geçtiğine emin olur." Benim tedirginlikle gerçek olma olasılığı yüksek olan senaryoyu anlatmam Nowa'nın sadece sırıtmasını sağladı. "Seni öldürmeyeceğini garantisini veriyorum. Hatta seni öldürmeye çalışırsa seni koruyacağıma da söz veriyorum." Şüpheyle tek kaşımı havaya kaldırdım. Bir tanrıya karşı cidden şansı var mı diye baştan aşağı süzdüğüm adamın kesinlikle hiç şansı yoktu.

"Beni öldürmeyeceğinin garantisini veriyorsun. Yani bu öldüremez ama zarar verebilir demek mi oluyor?" Nowa ağzını açtı ve yaklaşık üç saniye boyunca da öyle kalıp sonra kapadı. Anlaşılan diyecek bir şey bulamamıştı. Sol kolunu katlayıp karnına yerleştirdi, sağ kolunu da katlayıp dirseğini sol avcuna dayarken sağ eliyle de olmayan sakallarını sıvazlıyordu. "Yalan söylemeyeceğim. Öldürmeyeceğine eminim ve büyük ihtimalle zarar da vermez." "Ama küçük de olsa öyle bir ihtimal var yani." Maalesef der gibi ellerini iki yana açtığında sıkıntılı bir nefes verdim. Bir tanrısının özellikle de bana zarar verme ihtimali olan bir tanrının yanına gitmek beni korkutsa da başka şansım yok gibi duruyordu. Kaçmak istesem bile bilmediğim bu alemde nereye gidebilirdim ki? Hem bir tanrıdan kaçmak mümkün mü ki?

Konuyu kapatıp tekrar yürümeye başladığımızda Nowa'nın anlattıkları bozuk bir plak misali tekrar tekrar zihnimin duvarlarında yankılanmaya devam etti. "Ruharı kimse göremez demiştin." "Evet öyle demiştim." "Ama ben köprüdeyken iki kişi gördüm. Biri yaşlı bir kadındı diğeri de küçük bir çocuktu." Şaşkınlıkla gözleri büyüyen Nowa sıkıntılı bir nefes verdi. "Ruhları sadece Zahel'in görüyor olması gerekirdi." Bunu öyle bir ifadeyle söylemişti ki etrafın bir anda buz kestiğini sanki dokunulması yasak olan kutsal bir şeye dokunmuşum hissetim. "Sanırım bunun da nedenini bilmiyorsun." Nowa başını olumsuz anlamda salladığında derin bir sessizliğe gömüldü. Yüzünden sırıtışı eksik olmayan bu adam şimdi insanı boğacak derecede karamsar görünüyordu.

Hiç bilmediğim yabancı bir yerdeydim. Kaçsam bile nereye gidebileceğime dair hiç fikrim yoktu. Yapmamış olmam gereken bir şey yapmış ve görmemem gereken şeyler görmüştüm. Düşündükçe kafam daha da karışıyor kendimi çıkmaz sokağa düşmüş gibi hissediyordum. O uçurumdan atlamasan şuan burada olmazdın diyor içimden gelen bir ses ama onu dinlemek istemiyordum. Yine olsa yine o uçurumdan atlardım. Ölmeyi istemiyordum, hiç istememiştim ama o dünyada kalmak da istemiyordum. Sanırım her şeye rağmen bu benim için yeni ve bulunmaz bir şanstı. Oradan kurtulmak için gece gündüz ettiğim dualar nihayet karşılık bulmuştu.

Ölümün beni beklediğini sandığım o uçurum hayatımı almak yerine bana yeni bir hayat vermişti. Ve işte burada bilmediğim bir alemde uyanmıştım. Tanıdığım tek kişi Nowa'ydı ve onu takip edip güvenmek dışında yapabileceğim bir şey yoktu. Ormandan çıkmış yerleşimin olmadığı yer yer yeşil otların yer yer de sararmış otların hâkim olduğu düz bir alanda yürüyorduk. Bazı noktalarda ayağımızın altındaki toprak havalanıyor ve minik bir toz bulutu oluşturuyordu. Yürümeye devam edecek gibi duruyorduk ve sessizlik bu yolculuğu her geçen dakika daha çekilmez kılıyordu.

"Bana burayla ilgili bir şeyler daha anlatır mısın?" Bir saniyeliğine durup düşünen Nowa yürümeye devam ederken anlatmaya başladı. "Kıtaya Wienor deniyor ve beş krallık var. En doğuda Ateş Tanrı'sının krallığı, güneyde Hava Tanrı'sının krallığı, kuzeyde Toprak Tanrı'sının krallığı, güneybatıda Su Tanrı'sının krallığı ve kuzeybatıda da şu an üzerinde durduğun Ölüm Tanrı'sının krallığı var." Nowa'nın ağzından dökülen her bir sözcük beni daha da şaşırtırken beş tanrının varlığını öğrenmek dumura uğramama neden oldu.

"Tabi bunlar dışında da bazı yerler var ama bunları zamanla öğrenirsin." Söylediği şey bir saniye için düşünmeme neden oldu. Zamanla öğrenirsin, zamanla öğrenecek kadar uzun süre burada kalacak mıydım ki? Burada kalmama izin verilecek miydi? En önemlisi de verilmesini istiyor muydum ki? Garip ama sorunun cevabı evetti, istiyordum. Anlam veremediğim bir dürtü burada kalmam için can atıyordu. Sanki ait olduğum yer burasıydı ve benim en başından beri burada olamam gerekiyordu gibi hissediyordum. Bu yer bana yabancı geldiği kadar evim gibi de hissettiriyordu. Oldukça karmaşık gelmesine rağmen burada kalmak istiyordum. Yine de bu isteğim Zahel'in izin...

Düşüncem duraksamama neden oldu. Ölüm Tanrı'sının sadece ismini zihnimde bile olsa kullanmam bir an için tüylerimi diken diken etse de garip bir şekilde sadece ismini söylemek istiyordum. Hem zaten kafamın içinde söylediklerimi duyamazdı. "Duyamazdı değil mi?" "Kim? Neyi duyamaz?" Nowa'nın sesini duyduğumda yanlışlıkla sesli düşündüğümü fark ettim. Beklentiyle bana bakarken elime geçen bu fırsatı değerlendirmeye karar verdim.

"Zahel insanların ne düşündüğünü duyabilir mi?" İsmini bu seferde sesli söylediğimi fark ettiğimde gerginlikle yumruklarımı sıktım. Resmen kaş yapacağım derken göz çıkarmak olmuştu şuan yaptığım. Bu ona saygısızlık ediyormuşum gibi hissetmeme neden olmuş, gözlerim korkuyla büyümüştü. Benim gerginliğimin aksine Nowa gevşek gevşek sırıtıyordu. "Sana ondan korkmana gerek yok dediğimde ismini kullanacak kadar cesaretli olduğunu düşünmemiştim. Her ne kadar ondan korkmayan kişiler olsa da pek kimse ismini anmaya cesaret edemiyor. Beni epey şaşırttın ve soruna gelecek olursak hayır. Oldukça işe yarar bir yetenek olduğunu düşünsem de Zahel'in güçleri arasında zihin okumak yok."

Aldığım cevap beni rahatlatsa da cesaretim konusunda söyledikleri gerilmeme neden oldu. Umarım az önce yaptığım gibi karşısına geçip ismiyle hitap etme gafletine düşmezdim.

***

Epeyce yorulmama neden olun yürüyüşümüz sona erdiğinde kendimi devasa bir sarayın yüksek demir kapıları karşısında buldum. Yarısına kadar çeşitli altın rengi işlemlerle kaplı olan kapının üst kısmı demir parmaklıklardan oluşuyordu. Kapının iki yanında köprünün başında gördüğüm muhafızlarla benzer şekilde giyinmiş iki muhafız dimdik duruyordu. Ellerinde tuttukları mızrak epey göz korkutucu olsa da Nowa'yı gördüklerinde hızlı bir baş selamı verip kapıları açtılar.

Açık gri tonlarındaki taşlardan yapılmış epeyce uzun ve geniş bir yolun üzerinde yürümeye başladığımızda kendimi etrafı incelemekten alı koyamadım. İki yanımız çeşit çeşit bitkiler ve sanat eseri gibi görünen birkaç fıskiye ile kaplıydı. Bahçede bitkilerle ilgilenen hizmetçi olduğunu düşündüğüm birkaç kadın vardı. Üzerlerinde kahverengi ve beyazın hâkim olduğu uzun, kollu elbiseler vardı.

Tam karşımda duran devasa saraysa adeta gözlerimi kamaştırıyordu. Uzunlu kısalı kulelerin metrelerce yükseldiği, birden fazla devasa çatının yer aldığı çoğunlukla beyaza çalan renklerin hakim olduğu mükemmel görünen bir yerdi. Sarayın dış yüzeyinde usta işi olduğu belli olan çeşitli oymalar, altın ve gümüş renkli işlemeler vardı. Resmen nefesim kesilmiş, gördüğüm güzellik karşısında büyülenmiştim. Saray adeta filmlerden fırlamış gibi hatta çok daha güzel duruyordu.

"Ne oldu?" dediğinde başımı ona doğru çevirdim. "Burası pek de beklediğim gibi bir yer değil." "Ne bkliyordun? Karanlık bir gökyüzü, sağda solda gezinen ruhlar ve etrafa saçılmış kemiklerin olduğu kasvetli bir yer mi?" betimlemesi kafamda canlanırken gözlerimi kırpıştırdım. "Aslında öyle." Cevabım karşısında alayla sırıttı. "Muhtemelen Ölüler Diyarı öyle görünüyordur." "Oraya hiç gitmedin mi?" "Tabi ki hayır. Oraya gitmek için ölmem gerekir ve inan bana ölmek için çok gencim." Bu sefer ben de gülmeden edemedim.

Yaklaşık üç metre genişliğindeki basamaklara her adım attığımda içimdeki endişe de büyüyordu. Nihayet basamakları geride bıraktığımızda derin bir nefes aldım. Karşımızda iki yana doğru açılmış devasa büyüklükte demir bir kapı duruyordu. Gümüş renkli kapı üzerindeki kabartmalar ve işlemelerle diğer her şey kadar muazzam görünüyordu.

Giriş kapısının önünde duran nöbetçiler de Nowa'yı selamladıktan sonra derin bir nefes alıp içeri adım attım. Kalbim deli gibi çarparken etrafı incelemekten kendimi alamıyordum. Durduğumuz yer akıl almaz büyüklükteydi. Karşıda üst kata çıkmayı sağlayan sağlı sollu merdivenler, merdivenlerin arasında kalan boşlukta büyükçe kapalı bir kapı duruyordu. Zemin beyaz renkli parlak fayans benzeri taşlarla kaplıydı, tavanda yüzlerce mumun bulunduğu devasa bir avize ve dört bir yandaki duvarlarda asılı şamdanlar vardı. Sanırım aydınlatmayı mumlar sağlıyordu.

Sol tarafta bulunan büyükçe kapıda hizmetçilerden biri olduğunu düşündüğüm bir kız belirdiğinde dikkatle onu izledim. Bize doğru geliyordu. Yüzünde oldukça masum ve sevecen bir ifade vardı. Beyaz bir teni, küçük bir burnu, boncuk gibi gözleri ve arkada topladığı uzun siyah saçları vardı. Yanımıza gediğinde birkaç saniye merakla bana baktı daha sonra da bakışlarını Nowa'ya çevirdi. Kızın sormasına gerek kalmada Nowa açıklama yapmaya başladı.

"Jieli bu Silva. Benim Zahel'le konuşmam gerekiyor, ben gelene kadar onunla ilgilenir misin? Acıkmış olmalı yemek yemesini sağlarsan çok iyi olur." "Tabi Efendi Nowa." İsminin Jieli olduğunu öğrendiğim kız Nowa'yı onayladığında bana göz kırpıp yanımızdan ayrıldı. "Beni takip edin hanımım." Bir şey demeden sessiz sessiz Jieli'yi takip ettim. Odanın sağ tarafında kapıya epey uzak bir köşede yer alan masanın önüne geldiğimizde Jieli oturmamı söyleyip kısaca gülümsedikten sonra elimde tuttuğum yarı ıslak elbisemi alıp yanımdan ayrıldı.

Dikdörtgen şeklindeki uzun masanın etrafında sayamayacağım kadar fazla sandalye bulunuyordu. Acaba saray çok mu kalabalıktı yoksa böyle olmasının başka bir nedeni mi vardı diye düşünmeden edemedim. Ne yapacağımı bilmez halde ayakta beklerken ağrıyan ayaklarıma daha fazla dayanamayıp masanın ucundaki sandalyeye yığıldım.

Jieli elinde üzerinden dumanlar yükselen tepsiyle gelirken beni fark ettiğinde yüzünde şaşkın bir ifade belirdi ama tek kelime etmeden tepsiyi önüme koyup sıcak bir şekilde gülümsedi. "Sen de otursana." "Peki hanımım." Usulca sandalyelerden birini çekip oturduğunda gülümsemesine karşılık verdim. "Bana hanımım demene gerek yok." "Yine de nedense öyle demek içimden geldi. Sorun etmezseniz öyle söylemek istiyorum." Bana böyle hitap etmesi tuhaf hissettirse de yüzündeki tatlı gülümseme şimdilik daha fazla inatlaşmama izin vermedi. "Peki nasıl istersen."

Önümdeki sıcak yemeklerin muazzam kokusu burnuma dolarken ne kadar acıkmış olduğu ancak fark edebilmiştim. Gerginliğimi üstümden atmaya çalışarak yavaş yavaş önümdeki yemekleri yemeye koyuldum. Bu sırada yanı başımda duran Jieli merakla beni izliyordu. Geldiğimden beri herkesin meraklı gözlerle beni izlemesi tuhaf hissettirse de sesimi çıkarmadım. "Yanlış anlamazsanız bir şey söylemek istiyorum." Kaşığı tepsinin kenarına bırakıp bakışlarımı Jieli'ye çevirdim. "Tabi söyle." "Biraz farklı görünüyorsunuz."

Söylediği şeye anlam veremeyerek ona baktım. Burada gördüğüm herkes kadar normal göründüğümü düşünüyordum ama anlaşılan farklı göründüğüm bir nokta varmış. Birkaç saniye süren sessizlik aniden farkına varmamı sağladı. Sanırım saçlarımı kast ediyordu. Genç görünüşüme rağmen beyaz olan saçlarımı tuhaf bulmuştu sanırım ama saçlarım sonradan böyle olmamıştı. Doğumdan beri saçlarım beyazdı ve bu da beni farklı gösteriyordu. Aileden gelen bir şey değildi ve sebebini de hiç öğrenememiştim. Bana oldukça güzel görünen saçlarım kimse tarafından beğenilmemişti. Ailem bile saçlarımın korkunç olduğunu düşünüyordu. Hep dışlanmış, saçlarımın yüzünden kötü muamelelere maruz kalmıştım. Bazı zamanlar sinirlenip onları kökünden kesmek istesem de elime makas aldığım anda öylece donup kalıyordum. Saçlarımın tek teline bile kıyamıyordum. Bir süre saklamıştım saçlarımı ama sonra bundan vazgeçmiştim. Kimse sevmese de ben seviyordum saçlarımı. Hatta sahip olduğum en güzel şey saçlarımdı.

"Nasıl farklı görünüyorum." Dedim tereddütle. Saçlarımla ilgili bir şey duymak istemiyordum. Düşünür gibi bir halde birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra açıkladı. "Fiziksel olarak değil sadece sanki etrafınıza ışık yayıyormuşsunuz gibi görünüyorsunuz." Açıklamasını pek anlamlandıramasam da içimde filizlenen mutluluğa engel olamadım. Birinden hakkımda güzel şeyler duymak gerçekten iyi hissettirmişti. Teşekkür edip kocaman bir gülümseme sunduğumda o da aynı şekilde karşılık verdi. Yemeğimi bitirdiğimde Nowa da geri gelmişti. "Zahel seni bekliyor Silva."

Nowa'nın peşinden merdivenleri çıkarken yanaklarımın içini kemirmeden edemiyordum. Kalbim gümbür gümbür atarken kaçıp gitmemek için ayaklarıma zar zor hâkim olabiliyordum. Birkaç dakika boyunca süren yürüyüşüm Nowa önümde durduğunda bitmiş oldu. Öne eğdiğim başımı usulca kaldırdığımda alışık olduklarımdan büyük iki kanatlı ahşap bir kapıyla karşılaştım. Nowa önümden çekilip başıyla içeri girmemi işaret ettiğinde sertçe yutkundum.

"Girmesem olmaz mı?" dedim yalvarırcasına. Kalbim daha içeri girmeden böylesine hızlı çarparken içeri girmeyi düşünemiyordum bile. "Olmaz Silva. Hem Zahel bu gün epey iyi bir ruh halinde." Göz kırpıp güven verici bir gülümseme sunsa da içim hiç rahatlamadı. Bana zarar vereceğini düşündüğüm için korkmuyordum, hatta korkmuyordum. Bu hissettiğim başka bir şeydi, açıklaması epey güç bir şey. Kalbim göğüs kafesimi dövüyor, avuç içlerim terliyordu ve yanaklarımın içini kemirmeden duramıyordum. Alabildiğim tüm havayı ciğerlerime doldurduktan sonra titreyen elimle kapı kolunu kavrayıp bastırdım. Sessizce açılan kapı yavaş yavaş girmek üzere olduğum yeri gözlerimin önüne sererken kalbimin boğazımda attığını hissediyordum. Ellerimdeki titreme bacaklarıma da bulaştığında içeriye zoraki bir adım attım.

Tam karşımda üzeri kâğıtlarla ve çeşitli malzemelerle dolu kocaman bir masa, masanın ön tarafında dört tane deri ve ahşaptan yapılma tekli koltuk duruyordu. Benzer ama biraz daha büyük olan bir koltuk da masanın diğer tarafında duruyordu. Koltuğun ardında ise iki metre genişliğinde ve tavandan yere kadar uzanan bir pencere vardı.

Ve işte o...Ölüm Tanrı'sı tüm ihtişamıyla karşımda duruyordu.
♧♧♧

Sevgili okurlarım oy verip düşüncelerinizi yorum yaparak belirtirseniz çok sevinirim:) Yeni bölümlerde görüşmek üzere.

 

Loading...
0%