Yeni Üyelik
1.
Bölüm

Ölümle Yaşam Arasında

@anksiyeteliyazar

Silva

Elimin tersiyle gözümden süzülen bir damla yaşı daha sildim. Hıçkırıklarımın arasında zar zor aldığım nefesler de sanki buna değmezmişim gibi acımadan ciğerlerimi yakıyordu. Hafiften esen rüzgarın çarptığı bedenim sağa sola savrulurken ruhum bedenimi terk etmiş gibi hissediyordum. Bu düşünce hüzünle gülümsememe neden oldu. Birazdan hissetmekten fazlası olacaktı. Ben...ruhumu gerçek anlamda bedenimden söküp atacaktım. Daha fazla nefes almak için bir sebebim yoktu, hayata tutunmak için sebebim yoktu, dönüp baksam geride bırakacağım en ufak bir şey bile yoktu. Onca şeyden sonra istediğim tek şey sessiz sedasız bu lanet dünyayı terk etmekti.

Buğulu gözlerimin belli belirsiz gördüğü koca koca ağaçların arasında cansız adımlarla ilerlemeye devam ettim. Kulaklarıma ağaçların tepesinde cıvıldayan kuşların sesleri doluyor, uzaktan taze çiçek kokuları geliyordu. Duraksayıp usulca başımı kaldırdım. Yemyeşil yaprakların arasındaki dalda ufak bir kuş yuvası duruyordu. İçinde minik yavrular başlarını uzatmış bağrışıyorlardı. Belki annelerini bekliyorlardı ya da babalarını veyahut onlar da benim gibi kimsesizdi.

Küçük tüysüz kuşlardan biri yuvanın kenarına fazla yaklaştığında düşmekten kaçamadı. Ufacık bedeni hızla yere doğru çekilirken her şeye rağmen ellerimi uzattım. Tok bir sesle avucuma düşen kuş korkudan önce sessiz sessiz ne olduğunu anlamaya çalıştı. Yuvasında olmadığını fark ettiğinde ise artık her şey için çok geçti. Bağırıyor, avucumun içinde debelenip duruyordu. Gitmek, kardeşlerinin yanına, yuvasına dönmek istiyordu ama yapamıyordu. Ufacık bir hatası çok şeye mal olmuştu. İçim sızlıyordu ama yapabileceğim bir şey yoktu. "Üzgünüm küçük kuş. İnan başka bir gün olsa seni yuvana koymak için elimden gelen her şeyi yapardım. Bugün yapabileceğim tek şey seni düşmekten kurtarmak."

Gözlerimden süzülen damlaların eşliğinde minik kuşu yuvasının olduğu ağacın dibine koydum ve yürümeye devam ettim. Yüreğim öyle çok sızlıyordu bir an önce ölmek ve her şeyden kurtulmak işitiyordum. Yapamadım... O küçük şeyi öyle bırakıp gitmeye içim el vermedi. Arkamı dönüp az önce kuşu bıraktığım yere baktım. Yanına annesi olduğunu tahmin ettiğim kahve rengi tüylü irice bir kuş konmuş minik yavrunun etrafında daireler çiziyor gözleriyle onu süzüyordu. Başını sağa sola yatırıp bir süre daha ciyaklayan kuşu seyretti. Muhtemelen kendi yavrusu olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Kendi yavrusu olduğunu kanısına vardığında ise minik kuşu pençeleriyle tutup yuvaya çıkarışını dolu gözlerle izledim. Şimdi canım daha da çok yanıyordu işte. Büyük ihtimalle kendi yavrusu olmasaydı o kuşu orda öylece bırakıp giderdi ve bu acımasızca olurdu ama en azından kendi yavrusunu ölüme terk etmiyordu. Bazı insanlarsa kendi evlatlarına bile merhamet göstermiyordu.

Ağaçlar geride kaldığında yeşil bir düzlüğe ulaştım. Bağırmamak için dudaklarımı sertçe birbirine bastırırken yumruklarımı sıktım. Attığım her adım öylesine cansız öylesine ölüydü ki yürüyen bir cesetten hiçbir farkım yoktu. Gözyaşlarım peşi sıra akmaya devam ederken nihayet hedefime ulaştım, beni huzura kavuşturacak hedefime. Düzlüğü nerdeyse tamamını kaplayan çimler uçurumun kenarına yaklaştıkça yok oluyordu. Sanki onlarda biliyordu ölümün orda beklediğini. Durgun gözlerle aşağı baktım. Çok yüksekti hem de çok. Hırçın dalgalar şiddetle kıyıdaki biçimsiz, sivri kayalıkları dövüyordu. İşte ölüm tam orda elinde tırpanıyla benim gelmemi bekliyordu. Bana gelmiyordu, ben ona gidiyordum.

 

Sertçe esen rüzgar elbisemi şiddetle savururken yalpalayıp bir adım daha atmama neden oldu ama korkmadım. Hiçbir şey hissetmedim ve bir adım da ben attım. Şimdi uçurumun tam kenarında öylece duruyordum. Buradan atlayacaktım, bugün lanet olası hayatıma burada bir son verecektim. Belki hırçın dalgalar beni kollarına alıp nefessiz bırakacak, belki de sivri kayalıklardan onlarcası bedenimi delip geçekti. Canım yanacaktı hem de tahmin ettiğimden daha çok yanacaktı biliyordum ama korkmuyordum. Oysa eskiden olsa çok korkardım. Küçük ruhum ardına bile bakmadan buradan kaçardı ama o küçük ruh ölmüştü ve şimdi bedeni de peşinden gelecekti.

Başımı eğip ellerime ve bir zamanlar lacivert olan elbiseme baktım. Elbisemin rengi ellerime de bulaşmış olan sıvıdan dolayı koyulaşmış paslı metal gibi kokmaya başlamıştı. Koku anıların bir bir gözümün önünde belirmesine neden olurken yüzümde acı bir gülümseme belirdi. Ellerim kan içindeydi, göremesem de yüzümün de kan içinde olduğunu biliyordum. İçimdeki acının yanında öfke peyda olurken pişman değilim diye fısıldadım. Pişman değildim ve asla da olmayacaktım. Üstüme binen duyguların ağırlığı altında ezilirken yeri göğü delen bir çığlık sıyrıldı dudaklarımdan. "Nefret ediyorum. Sonsuza kadar nefret edeceğim."

Derin bir nefes aldım ciğerlerimi yakacağını bile bile. Buna hakkım var mıydı diye sormadan edemedi içimden bir ses. Canım anlatamayacağım kadar çok yanıyordu ama bir yerlerde bir başkasının daha çok canın yanmasına rağmen hayata tutunmaya devam ettiği ihtimali ölümü bile hak etmediğimi düşünmeme neden oluyordu. Sanki tüm bunlara rağmen yaşamaya devam edebilirmişim de ben korkak gibi kaçmayı seçmişim gibi hissediyordum. Sayısız insanın yaşamak için mücadele ettiği hayatı istemediğim için kendimi zayıf, korkak ve iğrenç hissediyordum. "Gerçekten...hiçbir şeyi mi hak etmiyorum?" diye umutsuzca fısıldadım. Sesim ayazda kalmışçasına titrek çıkmıştı. Ben nasıl bir şeyin içine düşmüştüm ki ölümü bile kendime layık göremiyordum.

Son kez gözyaşlarımı silip aşağı baktım. Hak edip etmem umurumda değildi, artık hiçbir şey umurumda değildi. Ne olursa olsun bugünün lanet olası hayatımın son günü olmasını sağlayacaktım. Boğazıma oturan yumruya rağmen sertçe yutkundum, kollarımı yana doğru açıp gözlerimi kapattım ve...o son adımı attım, beni her şeyden kurtaracak olan o adımı.

Onlarca metreden bedenim hızla düşerken rüzgar tüm vücuduma keskin bıçak darbeleri atıyordu. Uçuşan saçlarım sağa sola sallanıyor yüzümü bir örtü misali kapatıyordu. Kendimi hem kayalıklar hem de buz gibi su için tamamen hazır hissediyordum. Korkmuyordum, kısa bir acı ve sonra her şey bitecekti. Saatler geçmiş gibi gelen düşüşüm ansızın sonlandığında tüm vücuduma keskin bir soğukluk hissi yayıldı. Dibe doğru batarken usulca araladığım gözlerimden bir damla yaş suya karıştı. Ciğerlerimdeki hava hızla tükenirken bedenim öylesine bitkindi ki nefes almak için çabalamayı reddediyordu. Ben de aksini istemiyordum zaten.

Dakikalar geçti belki saatler belki de sadece saniyeler hiçbir fikrim yoktu, zaman algımı tamamen kaybetmiştim. Ciğerlerim kor misali yanmaya devam ederken gözlerimin önünde siyah noktacıklar belirmeye başladı. Filmlerde anlatıldığı gibi hayatım gözlerimin önünden geçip gitmiyordu. Buna gülmek istedim ama yapamadım, sadece içimden iyi ki diye fısıldadım. İyi ki hayatım gözlerimin önünden geçmiyordu. Yaşamaya katlanamadığım o hayatı bir kez de izlemeyi kaldıramazdım. Ağırlaşan göz kapaklarım usulca kapanırken siyah noktalar da büyümeye başladı ta ki her şey karanlığa gömülene dek.

***

Umutsuzca ağzımı açıp alabildiğim tüm havayı içime çektim. Ciğerlerim hırçın bir ateş misali gürül gürül yanarken deli gibi öksürüyordum. Peşi peşine gelen öksürüklerimin arasında çaresizce nefes almaya çalışıyordum. Birkaç saniye ve nihayet öksürüklerimin ardı kesildi. Havayı deli gibi solurken yavaşça gözlerimi araladım. Beni karşılayan ilk şey mavi gökyüzü ve yükseklerde uçan birkaç kuş oldu. Sırt üstü uzandığım yer bir yatak olamayacak kadar sert ve rahatsızdı. Ölmüş müydüm, ölebilmiş miydim? Öyle olmasını deli gibi umsam da içimdeki korkunç ses susmuyordu. Başarısız olduğumu zevkle dudaklarını yalayarak fısıldıyordu.

Usulca ve ara ara yoklayan öksürüklerimin eşliğinde ayağa kalkıp olduğum yere hızlıca göz gezdirdim. Beyaz renkte mermer yapılı sonu gözükmeyen bir köprünün üzerinde duruyordum. Aşağısı tıpkı sonu gibi sis bulutuyla kaplı olduğundan gökyüzündeymişim gibi hissetsem de öyle olmadığının farkındaydım. Mavi gökyüzü tepemde, yüzlerce metre yüksekte duruyordu. Köprünün iki yanı da boştu. Tutunmak için hiçbir şey yoktu ve sanki bilinmezliğe uzanıyor gibiydi.

Arkamı dönmeye yeltendiğim anda tam yanımda sanki yoktan var olmuşçasına yaşlı bir kadın belirdi. Gözlerim fal taşı gibi açılırken olduğum yerde kalakaldım. Kadının üzerinde gri, uzun bir elbise vardı ve yaşını belli etmek istercesine tüm yüzü kırışmış, beli de bükülmüştü. Kısacık ve ağarmış saçlarından geriye sadece bir tutam kalmış kafa derisi yer yer açılmıştı. Bedeni ise sağlıksız denecek derecede zayıf görünüyordu. Yüzü kireç gibi bembeyaz kesilmiş olan kadın üfleseler uçacak gibi duruyordu.

Şok olmuş halde ona bakarken o sanki ben yokmuşum gibi usul usul beyaz sisin içine doğru yürümeye başladı. Adımları öylesine yavaştı ki sanki ağır çekime alınmış gibiydi, buna rağmen hiç duraksamıyordu. Bedeni sağlıksız görünmesine rağmen yürümeyi bir an için bile bırakmadı, nefes almak için duraksamadı bile. Yürüdü, yürüdü ve ben arkasından öylece bakakaldım, ta ki sis bulutunun içinde kaybolana dek. Belki de iç sesim yanılıyordu ve ben amacımı ulaşmıştım.

Tekrar dönmek için hareketlendiğimde yine tam yanımda yoktan var olmuşçasına biri belirdi. İlk seferki kadar korkmasam da yutkunmadan edemedim. Bu sefer üzerinde çiçekler olan beyaz elbiseli bir kız çocuğu duruyordu yanımda. Yüzünde donuk bir ifade vardı ve tıpkı az önceki yaşlı kadın gibi fazla solgun görünüyordu. Sanki... ölü gibiydi. Tuhaf olan başka bir şey de üstünün ve saçlarının ıslak olmasıydı tıpkı... Sertçe yutkundum, kaşlarım şaşkınlıktan çatılırken üzerimdeki lacivert elbiseyi inceledim, ıslaktı tıpkı ben fark etmeden yürüyüp gitmeye başlayan kızınki gibi.

İki elimle saçlarımı avuçlayıp baktığımda beyaz saçlarımın ıslaklığın verdiği etkiyle olduğundan daha koyu göründüğünü fark ettim. Kollarımı incelediğimde birkaç su damlacığı gözüme çarptı ve ayaklarımın çıplak olduğunu fark ettim. Sanırım suyun içindeyken ayakkabılarım ayağımdan çıkmıştı. Bakışlarımı tekrar sise doğru çevirdiğimde içimde bir kaygı baş gösterdi. Suyun içine düştüğüm gayet barizken bir anda gözlerimi nasıl burada açmıştım?

Bilinmezliğin verdiği korku kalbimin ritmini bozarken başka birini daha görmeye katlanamayacağımı fark edip hızla arkamı döndüm. Köprünün başında silindir şeklinde iki yüksek kolon vardı ve tam önünde de bana sırtları dönük şekilde iki kişi duruyordu. Temkinli adımlarla o tarafa doğru yürürken bir yandan da onları inceliyordum. Üzerlerinde demirden bir zırh ve kollarında da yine demirden kolluklar vardı. Bir adım daha atmıştım ki bellerinde asılı olan ve kılıç olduğunu tahmin ettiğim şeyi gördüğümde olduğum yerde durdum. Kalbim daha da hızlanırken beynim tüm bunları umutsuzca anlamlandırma çabası içine girmişti.

Bir dakika sonra muhafız oldukları varsayımında bulunduğum kişilerin önünde başka biri belirdi. Üzerinde krem renkli bir gömlek ve gömleğin üzerinde de siyah deri bir yelek vardı. Kolunda yine aynı renkte deriden kolluklar, altında bacaklarını saran siyah bir pantolon ve yine siyah renkte botlar vardı. Pantolonun bazı noktalarında asılı kınlar vardı ve sanıyorum içleri de doluydu tıpkı belinde asılı olanlar gibi. Muhafızlar adamı gördüklerinde kısa bir baş selamı verdiler ve duyamayacağım şekilde konuşmaya başladılar. Beni henüz fark etmemişlerdi.

Sonradan gelen kişinin yüzünü incelemeye başladığımda dikkatimi çeken ilk şey saçları oldu. Laciverte çalan bir saç rengi vardı ve buz mavisi rengindeki gözleri ise saçlarıyla birlikte çarpıcı bir güzellik oluşturuyordu. Sivri bir çenesi, yumuşak yüz hatları ve güçlü görünen bir vücudu vardı. Konuşma esnasında ara sıra sırıtıyor ara sırada meraklı bir ifadeyle tek kaşını havaya kaldırıyordu. Ne konuştuklarını deli gibi merak etsem de buradan hiçbir şey duyamıyordum. Biraz daha yaklaşıp dinlemeye de cesaret edemiyordum. Korkmuyordum ama yaklaşmıyordum da.

Olduğum yerde öylece durup onları izledim. Ta ki sonradan gelen adamın buz mavisi gözleri üzerimde durana dek. Gözlerinin radarına girdiğim anda şaşkınlık olduğunu tahmin ettiğim bir ifadeyle kaşları çatılırken onu fark eden muhafızlar da dönüp baktıklarında aynı şaşkınlık ifadesi onların suratında belirdi. "Hey sen!" diyerek bana doğru seslendiğinde ne yapacağım ya da ne diyeceğim hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu. "Buraya gel." Dediğinde yapacak daha iyi bir şeyim olmadığından ürkekçe o tarafa doğru ilerlemeye başladım.

Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi hissettiren köprünün ucuna geldiğimde tedirginlikle önümde duran üç basamaktan ilkine adım attım. O anda etrafımda şaşkınca bana bakan adamların suratlarındaki ifade daha da karardı. Her birini sırayla süzerken kalan iki basamağı da inip ayaklarımı yeşil çimlerin üzerine bastım. "Sen...sen bunu...mümkün değil." diyerek ellerini lacivert saçlarının arasından geçirdi ve gözlerini üzerime dikti. Beni baştan aşağı süzerken kendimi oldukça rahatsız hissettim.

"Neden köprünün diğer tarafına doğru gitmedin?" dedi sanki yapmam gereken şey buymuş da ben yapmamışım gibi. Ne diyeceğimi bilmez halde usulca dudaklarımı aralayıp cevap verdim. "Diğer tarafın sonu gözükmüyordu." "Yine de o tarafa gitmen gerekirdi. Tabi eğer..." yarıda kestiği cümlesi içimdeki merak fitilini ateşe vermişti. "Eğer ne?" sorumu duymazdan gelerek elini saçlarının arasına daldırdı. Gergin ve düşünceli görünüyordu. Muhafız olduklarını varsaydığım diğer ikili ise tek kelime etmeden şaşkın ve merak dolu gözlerle beni süzüyorlardı. Nerdeyse hayatlarında ilk defa insan gördüklerin düşünmeye başlayacaktım.

"Tamam sakin olalım. Siz ikiniz nöbetinize devam edin." Emirle birlikte muhafızlar baş selamı verip hızlıca duruşlarını düzelttiler. Ardından tekrar bana bakıp devam etti. "Sen de beni takip et. Yolda sana her şeyi açıklayacağım." Bir an düşünceli düşünceli duraksayıp eliyle ensesini ovuşturdu ve devam etti. "Elimden geldiğince." Arkasını dönüp yürümeye başladığında mecburen ben de onu takip ettim. Yan yana geldiğimizde göz ucuyla beni baştan aşağı süzdü sanki saatlerdir bunu yapmıyormuş gibi. Bir anda durdu ve bana döndü sonra da etrafına bakınmaya başladı. Hiçbir şeye anlam veremeyen bense meraklı meraklı onu izledim. Eliyle büyük bir ağacı işaret ettiğinde ben de o tarafa baktım. "Gel hadi." Ağacın dibine varana dek onu takip ettim

Bir anda üzerindeki yeleğin düğmelerini açmaya başladığında gözlerim dehşetle büyüdü. "Hemen dur yoksa seni buna pişman ederim!" Sözlerim onu bir anlığına duraklattı ama sadece bir saniye sonra sırıtıp ikinci düğmeyi de çözdü. Korkuyla etrafıma bakınıp kendimi savunmamı sağlayacak bir şeyler aradım. Bir adım ötemdeki orta büyüklükte ki taşı avucuma alıp savunma moduna geçtim. Bir sonraki düğmesini açmaya uğraşırken usul usul geriye doğru adımladım. Mümkün olan en hızlı şekilde bu adamdan uzaklaşmalıydım. Kalbim korkuyla göğüs kafesimi yumruklarken geriye açılacak düğme kalmamıştı. Başını kaldırmaya yeltendiği anda arkamı dönüp tüm gücümle koşmaya başladım.

Bir adım, on adım derken aniden önümde belirmesiyle olduğum yere çakılı kaldım. Yüzündeki sırıtışı gördüğüm anda tüm bedenim tekrar savunma moduna geçti. Sıkı sıkıya avucumda tuttuğum taşı bir hışımla kaldırıp şakağına indirdiğimde inleyerek sol elini kanayan şakağına götürdü. Fırsatı değerlendirip kaçmam gerekiyordu ama şok içinde olduğum yere çivilenmiş gibiydim. Beynim huzursuz edici anıları bir bir gözümün önünde oynatmaya başladığında bedenim de titremeye başladı. "Baya da dişli çıktın." Derken kan içindeki eline bakıyor ama bu onu hiç etkilememiş gibi sırıtıyordu.

Başını kaldırıp önce kan içinde kalan eline ardından kana bulanmış taşı hala avcumda tutan ve tir tir titreyen bana baktı. Üzerime doğru geldiğinde geriye doğru kaçmak istesem de hareket edemedim. Elini sağ omzuma yerleştirdiğinde kaşları çatılmış ne olduğunu anlamaya çalışıyor gibi bana bakıyordu. "Sakin ol." Sesinin özellikle yatıştırıcı çıkmasını amaçlamıştı ve amacına da ulaşmıştı. Boşluğa dikilen gözlerim yeniden görmemi sağladığında zihnimin işkence duvarları arasında sıyrılıp keskin bir hareketle geri çekildim.

"Merak etme aşkından deli olduğum biri varken başkasına dokunmayı aklımın ucundan bile geçirmem ama sen baya fesatmışsın." Dediğinde tüm duygularımın yerini öfke alıverdi. "Yeleğini çıkarırken ne düşünmemi bekliyordun ki?! Sadece kafanı kırdığım için kendini şanslı saymalısın." Kızgınlıkla söylediklerimi idrak ettiğinde yüzünde mahcup bir ifade belirdi. "Haklısın. Kusura bakma. Şöyle yapalım her şeye baştan başlayalım."

Söyledikleriyle yüzündeki mahcup ve anlayışlı ifadenin uyuştuğu kanısına vardığımda taşı tuttuğum elimi indirdim ve beklentiyle ona baktım. "Sanırım ilk olarak kendimi tanıtmalıyım, ben Nowa Rosth." Nowa demek adı buydu. Bir saniye kararsızlık içinde kalsam da ben de kendimi tanıtmaya karar verdim ve uzattığı elini sıktım. "Ben de Silva." Verdiğim yanıtın eksikliğini o da fark etmişti, bunu yüzünden anlayabiliyordum ama bu bir eksiklik değildi. En azından benim için değildi. O soyadı adımın yanında asla telaffuz etmeyecektim. Ben Silva'ydım, sadece Silva. Ellerimiz ayrıldığında konuşmayı başlatan Nowa oldu.

"Pekala Silva ilk olarak beni öldürmediğin ve sevgilime kavuşma şansı verdiğin için minnettarım." Bunu söylerken ciddi olmadığını yüzünden silinmeyen sırıtışından anlayabiliyordum. Yine de sessiz kalmayı seçtim. "Fark ettiysen üzerin sırılsıklam. Az önce amacım sana gömleğimi vermekti ama sürekli sırılsıklam halde kalmış kadınlarla karşılaşmadığım için hatta aslına bakarsan nerdeyse hiç kadınlarla karşılaşmadığımdan yanlış anlayabileceğini düşünmemiştim." Her ne kadar sözlerinin içinde alaycılık yer alsa da içimde muazzam bir pişmanlık dalgası beliriverdi. Bana yardım etmek istemişti ama ben onun kafasını yarmıştım. Teşekkür etmek üzerine çalışmam gerekiyordu. "Böyle kalırsan kesin üşütürsün. Ayrıca buranın havasına alışık değilsindir. O yüzden şimdi ben sana gömleğimi veriyorum sen de üstündekileri çıkarıyorsun." Suçluluk dalgası içimi deli gibi kemirirken Nowa önce yeleğinin çıkardı ardından da gömleğinin düğmelerini çözmeye başladı.

Göz ucuyla hala elimde duran kanlı taşa baktığımda kendimi daha da kötü hissettim. Usulca tutuşumu gevşetip taşın düşmesini sağladım. Bu sırada Nowa çoktan gömleğini çıkarmış ve bana doğru uzatmıştı. Mahcup bir halde bakışlarımı kaçırırken usulca gömleği aldım. "Şu ilerdeki ağacın arkasında giyinebilirsin. Ben burada beklerim." Cümlesini tamamladığında çıkardığı yeleği de tekrar giymiş yerde duran deri kolluklarını da eline almıştı. Arkamı dönüp usulca ağaca doğru ilerledim. Ağacın gövdesine ağırlığımı verip bir saniye için nefes almaya çalıştım. Neler oluyordu böyle? Bilmediğim tuhaf bir yerde belinde kılıç ve hançer taşıyan adamların arasına düşmüştü resmen. Kafam o kadar karışmıştı ki düşünmek için muazzam bir çaba sarf etmek zorunda kalıyordum.

Nowa'nın ya da başka birinin izlemediğine emin olmak için etrafı kolaçan ettikten sonra gömleği ağacın bir dalına asıp hızlıca elbisemi çıkardım. İç çamaşırlarıma dokunduğumda onların da elbisemden kalır yanı olmadığını fark etsem de çıkarmadım. Son düğmeyi de iliklediğimde gömleğin uzunluğu tatmin olmamı sağladı. Çok uzun olmasa da büyük ölçüde örtünmemi sağlamıştı. Gitmeden önce hızlıca saçımı da sıkıp biraz da olsa kurumasını sağladıktan sonra ıslak elbisemi de alıp Nowa'nın yanına dönmek için bir adım attığımda zihnimde beliren anılar silsilesi duraksamama neden oldu.

Hızlıca elimde tuttuğum elbisemi incelemeye başladım ama ıslak olduğu için üzerinde herhangi bir leke belli olmuyordu. Ellerim temizdi ve yüzümün de temiz olduğunu varsayıyordum. Su, atlamadan önce üzerime bulaşan tüm lekeleri temizlemiş olmalıydı. İçimde karmaşık duygular belirirken tüm bunları görmezden gelmeyi seçip Nowa'nın yanına döndüm. Beni onlarca kez yapmamış gibi yine baştan aşağı süzerken gözleri ayaklarıma takıldı. Başımı eğip baktığımda çıplak ve morarmış ayaklarımla karşılaştım.

Gözlerini ayaklarımdan çeken Nowa hızla sağ eliyle sol elinde dokundu -ya da bunun gibi bir şey yaptı tam olarak anlayamadım- ve birden elinde bir çift ayakkabı belirdi. "Çok şanslısın yanımda kıyafet yoktu ama bir çift ayakkabı varmış." Sırıtarak söylediklerini ağzım açık dinlerken elindeki ayakkabıları ayağımın önüne koydu. "Giy hadi. Bakalım olacak mı?" Şaşkın şakın krem tonlarındaki babetleri giyerken fark etmeden konuşmaya başladım. "Bunu nasıl yaptın?" küçük bir çocuğun merakıyla sorduğum sorudan sonra Nowa önce seslice güldü ardından merakla şaşkın suratıma baktı. "Nasıl bir yerden geldiğini şimdi daha çok merak etmeye başladım."

Bakışlarımı ayaklarımdan alıp Nowa'ya çevirdiğimde şakağının hala kanadığını fark ettim. Çenesine kadar usul usul süzülen kanlar yüzümü buruşturmama neden oldu. Sanki şakağını yarmamışım gibi bana bakan Nowa'nın canın yanıp yanmadığını merak ettim. Görüntü karşısında benim bile yüzüm şekilden şekile girerken onun suratında acıya dair en ufak bir iz bile yoktu. "Şakağın..." dedim elimle yarasını işaret ederken. Parmağının ucuyla yarasına dokunup kana bulanan parmağına baktığında önce kaşları çatıldı ardından otuz iki diş sırıttı. "Bu daha önce görmediğim bir teşekkür yöntemi Silva." Alaycı alaycı konuştuğuna göre canı yanmıyordu ve bu tavrı beni neşelendiriyordu. "Tekrar teşekkür etmemi ister misin?" dediğimde bir adım geri çekilirken gözleri kocaman olmuştu. Başını hızla sağa sola salladığında gülümsemeden edemedim.

"Temizlemek için bunu kullanabilirsin." "Gerek yok." Dediğinde uzattığım elbisemi geri çektim. Tıpkı az öce yaptığı gibi sağ eliyle sol eline dokunup elinde bir bez parçası belirmesini sağladığında bir kez daha şaşkın şaşkın ona baktım. Yüzüne bulaşan tüm kanı temizlediğinde yarasının hala taze olmasına rağmen kanamayı bıraktığını fark ettim. Kana bulanmış bezi sol eline doğru götürdüğünde bez geldiği gibi aniden yok oluverdi. Ben küçük dilimi yutmuş halde onu izlerken o bana bakıp sırıtıp duruyordu. "Gidelim, hadi."

Sessizce yanında yürürken hala neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. "Artık bana neler olduğunu anlatacak mısın?" Yürümeye devam ederken onlarca kez beni incelemiş olan adam sorumu duymasına rağmen göz ucuyla bile bana bakmadı. Susacağını düşünmüştüm ama öyle de olmadı. "Sen öldün Silva." Sen öldün Silva...Sen öldün. Cevabı kafamın içinde onlarca kez yankılanırken donup kaldım.

♡♡♡

 

Sevgili okurlarım oy verip yorum yaparak bana destek olursanız çok sevinirim:) Yeni bölümlerde görüşmek üzere.

 

 

Loading...
0%