Selammm ben geldim. Bölüme geçmeden önce bir iki bir şey söylemek istiyorum. Aranızda hayalet okur olarak kalmayı tercih eden çok fazla kişi var. Arkadaşlar sizin verdiğiniz oylar ve yorumlar kitabı yazmam konusunda bana düşündüğünüzden çok daha fazla yardımcı oluyor, beni motive ediyor. Sizden ricam oy vermekten ve yorum yapmaktan çekinmeyin. Bir de beni sosyal medyadan takip ederseniz çok sevinirim. Kitapla alakalı oradan daha rahat şekilde iletişim kurabiliriz. (Sosyal medya hesaplarım; anksiyeteliyazar) Benim takibim, oyum, yorumum olmasa da olur, ha bir kişi eksik ha bir kişi fazla diye düşünmeyin lütfen. Her birinizin desteği benim için ayrı ayrı önem taşıyor. Hepinizi seviyor ve öpüyorum. Keyifli okumalar.
Silva
Bir hapishane ne kadar dar olabilirdi? Tepesinde masmavi göğün yükseldiği, kuşların cıvıldadığı, renk renk çiçeklerin açtığı devasa bir orman ne kadar kapana kısılmış hissettirebildi? Ucu bucağı görünmeyen koskoca bir ormanın içindeydim, demir parmaklılarla çevrili bir zindanda olmaktan daha özgür, özgürlüğün içinde rahat nefes alamayacak kadar kapana kısılmış hissediyordum Kurak Topraklar dedikleri bu yerde. Belki gökyüzünü görebiliyor yıldızları seyredebiliyor ve soğuk demir parmaklıkların ardında oturmuyordum. Lakin o parmaklıkların ardındaymışçasına çaresiz ve umutsuz hissediyordum. Aklım aklımın almayacağı bir hızda çalışıyordu, kalbim aklımdan geçenlerle daha hızlı atıyordu ve ben bu çatışmanın ortasında ayazda kalmış bir yavru gibi titriyordum.
Özgürlük gökyüzünü görebilmek değildi, yıldızları sayabilmek değildi. Gerçek özgürlük kalplerimizde gizliydi. En gizli tutuklularımızdı özgürlüğümüz, en çok sevdiklerimizdi ve en gizli korkularımıza kafa tutabilecek kadar güçlü olabilmekti. Güneş tenimi ısıtıyordu, yıldızlar tüm güzelliklerini önüme sunuyordu ve koca orman tüm ihtişamıyla ayaklarımın altına seriliyordu. Yine de nefes alamıyordum, yine de özgür hissetmiyordum. Hissedemezdim de zaten. Zira benim özgürlüğüm kelepçesiz olmak değildi, benim özgürlüğüm sevdiğim adama kelepçelenmekti. Gökyüzünü değil gözlerini görmek özgürlüktü benim için, dört duvar arasında olmamak değil o dört duvarın arasında onunla olmaktı özgürlük. Ben özgürlüğüm kaybetmiştim ve bu gerçekle yüzleşmekten deli gibi korkuyordum. Kabullenemiyordum, ikna olamıyordum, umudumun sönmesine müsaade edemiyordum.
“Emin misin?” diye sordum tereddütle. Şeytanlarla karşılaşma fikri hiç hoşuma gitmemişti. Onlar hakkında nerdeyse hiçbir şey bilmiyordum, ne denli tehlikeli olabileceklerine dair pek fikrim yoktu. Daha yeni iki korkunç yaratıkla yüzleştikten sonra bir de bu şeytanlarla uğraşmak istemiyordum ama anlaşılan daha ilk günden karşılaşmadığım yaratık kalmayacaktı. Başını onayla salladığında korkudan ritmi bozulan kalbim daha hızlı çarpmaya başladı. Korkak değildim lakin hiçbir şeyden korkmayacak kadar da aptal değildim. Fazlası ve hiç olmayışı ölüme bile yol açabilecek olan korku insanı insan yapardı, hayatta tutardı. Hiçbir şeyden korkmadığını iddia eden biri ancak bir aptal ya da hayata dair umudu kalmamış biri olabilirdi. Eskiye nazaran daha cesur olsam da hala korkuyordum lakin korkumun beni yönetmesine de izin vermiyordu. İşte en hayati nokta da buydu. Korkunun bizi yönetmesine izin verdiğimiz takdirde işler hiç de istediğimiz şekilde yürümezdi. İstemediğimiz şeyler yapmak zorunda kalırdık ve nihaiyi sonda korkunç bir pişmanlık içten içe tüketirdi insanı.
“Sen burada bekle. Ben bakıp geliyorum.” Gözleriyle hala etrafı tarayan Kael’a inanamayarak baktım. Aklını mı kaçırmıştı yoksa kendine fazla mı güveniyordu anlamadım. Bu yere koca bir şeytan ordusu hapsedilmişken bakıp geleceğim diyordu. Sanki sesler şeytanlara değil de hayvanlara aitti. “Deli misin sen?” dedim dayanamayarak. Suratıma afallamış bir ifadeyle bakarken ne düşündüğümü anlamaya çalışıyor gibi bir hali vardı. “Sanki evcil hayvanını kontrole gidiyorsun.” dedim alaycı bir tonda. Tek kaşı havalanan Kael’ın ifadesi bir saniye sonra aydınlanma yaşamış gibi bir hal aldı. “Etrafta yaptığım koruma büyüleri var. Şeytanlar içeri giremez. Sadece gidip kontrol edeceğim.”
Aldığım cevapla birlikte bir şeyler şimdi kafamda netleşmeye başlıyordu. Herkesin bu şeytanlar ve canavarlarla dolu yerde hayatta kalmasını sağlayan Kael’dı. Narisa’nın bölgemiz derken kastettiği koruma büyüleriyle çevrili olan alandı. Kael sayesinde bu korkunç yerde hayatta kalmayı başarabilmişlerdi. Derin bir soluk alırken kendimden emin bir tavır takınıp tüm ciddiyetimle Kael’ın mor gözlerine baktım. “Tamam. Ben de seninle geleceğim.” Kael her ne kadar bir büyücü olsa da olası bir tehlikede kendini koruyup koruyamayacağını kestiremediğim gibi diğer herkes uyurken ve şeytanların sesi kulaklarıma çalınırken burada öylece oturup bekleyemezdim. “Olmaz. Otur ve bekle.” “Bana engel olamazsın.” Kararlılığımı ses tonuma ve yüzüme yansıtmaya özen gösterdim. Baş ve işaret parmağıyla burun kemiğini ovuştururken sıkıntılı bir hale büründü.
“En azından bir silahın var mı?” Neşeli bir gülümseme sunarken boşluk yüzüğümdeki hançerimi çıkarıp ikimizin ortasında duracak şekilde havaya kaldırdım. “Boşluk yüzüğü.” dediğinde ne olduğunu biliyor olmasına şaşırarak kaşlarımı çattım. “Ölüm Tanrısından mı?” dediğinde şaşkınlığım biraz daha arttı. “Evet ama sen nerden biliyorsun?” ellerini arkasında birleştirirken harelerinden tuhaf bir parıltı geçti. “Bir büyücü olarak boşluk yüzüğünün ne olduğunu biliyorum. Aynı zamanda Wienor’daki en nadir eşyalardan biri olduğunu da biliyorum. Alelade birinden almış olamazdın.” diyecek bir şeyim olmadığından sessiz kaldım.
“Gidelim o halde.” Yürümeye başladığımızda koltuğumun altına sıkıştırdığım pelerini boynuma bağlayıp hançerimi düzgünce parmaklarımın arasına yerleştirdim. Kael benden yarım adım kadar önde yürürken etrafımızı görmemizi sağlaması için bir ışık topu oluşturmuştu. Beyaz renkteki parlak top Kael’ın önünde havada süzülerek ilerlerken etrafı görmemizi sağlıyordu. Geçtiğimiz yerler Kurak Toprakların geri kalanına kıyasla daha rahat yürümemize olanak sağlıyor, karşımıza ikide bir kayalar, yabani otlar ve tümsekler çıkıp durmuyordu.
Çok fazla kullanıldığı için bitki örtüsünden yoksun kalmış ince bir patikanın üzerinde ilerliyorduk. Tepemizde koca koca ağaçların dalları sarkıyor geniş yaprakları gökyüzünü görmemizi engelliyordu. Birkaç gece hayvanının seslerine ev sahipliği yapan Kurak Topraklar derin bir uykunun kollarındaymışçasına sakin duruyordu. Üzerinde ilerlediğimiz patikanın pek de yeni olmadığını hatta oldukça uzun zamandır kullanıldığını düşündüğümde burayı onların bu hale getirdiğini ve bu hale getirmelerinin ne kadar sürdüğünü düşündüm.
“Ne zamandır buradasınız?” diye sordum her türlü ihtimale karşı etrafı kolaçan ederek. Benim aksime Kael biraz daha rahat görünüyordu. Ya koruma büyüleri çok güçlüydü ya da kendine fazla güveniyordu. Aşağı doğru sarkmış bir ağaç dalını çekip geçmem için yol verirken “ben yüz yıldan fazla süredir buradayım.” dediğinde işittiklerim karşısında dudağım uçukladı. Olduğum yerde durup Kael’ın suratına uzun uzun ve inanamayarak baktım. Yüz yıl hatta daha fazlası sanki önemsiz bir şeymiş gibi tepkisiz kalan Kael yürümeye devam ederken yaşadığımı şoku atlatmam ve yürümeye devam etmem pek kolay olmadı. “Diğerleri sanırım on yıldır burada.” Sormamış olmama rağmen açıklamayı tercih etmişti. Aklım hala bir asırdan fazla süredir burada olmasına takılıp kalmışken başka sorular gün yüzüne çıkmaya devam etti. “Buraya tam olarak nasıl geldin?” diye sordum merakıma yenik düşerek.
Cevap vermedi. Kayıtsız tavrıyla yürümeye devam ederken uzun bir sessizlik oluştu. Havada süzülen ışık topu etraftaki ağaç dallarının korkutucu birer gölgeye dönüşmesine neden olurken karanlık biraz daha artmaya başladı. Yürümeye devam ettikçe ağaç sayısı artıyor ayaklarımızın altındaki zemin de bozulmaya başlıyordu. Anlaşılan buralara kadar gelmeyi pek tercih etmiyorlardı. Koruma büyülerinin ne kadar genişlikte bir alanı kapsadığını merak ettim. Zira epeydir yürüyorduk. Hala sessizliğini koruyan Kael’ın dimdik sırtı önümde ilerlemeye devam ederken artık konuşup konuşmadığıma dair kendimi sorgulamaya başladım. Cevap vermiyor oluşunun ya geçerli nedenleri vardı ya da ben sorduğumu sanırken aslında sormamıştım.
“Hava Krallığına gittiğim sırada istemeden bir olaya karıştım. Aeros da beni buraya sürdü.” Nihayet aldığım cevap beklediğim kadar gizemli ve karanlık değildi. Lakin benim yaşadıklarımla benzerlik gösteriyordu. Ben de Hava Krallığına gittiğimde daha doğrusu zorla götürüldüğümde bu hapishaneye düşme şerefine nail olmuştum. Öte yandan Hava Tanırsı değil de Aeros demesini garipsemiştim. Tabi ki kendisini suçsuz yere sürgün eden tanrıya karşı öfke dolu olabilirdi. Lakin nedense onun böyle biri olmadığını hissediyordum. Aeros’dan bahsederken Hava Tanrısı diyeceğini sanmış ancak yanılmıştım.
“Aeros öfke sorunları olan bir tanrı, fazla asabi davranıyor. Olayları doğru düzgün analiz etmediği gibi yargısız infaz yapıyor.” Doğruydu, söylediği her bir kelime harfi harfine doğruydu. Tüm bunları nasıl bildiğinden çok konuşma tarzına takıldım. Sanki bilge biriymiş de bir tanrıyı analiz ediyor nahoş davranışlarını kınıyor gibiydi. Şaşkınlık zihnimin ücra köşelerine sızarken Kael’ı hiç tanımadığımı anladım. Birkaç saattir tanıdığım birini çözmem zaten imkansızdı. Lakin onda farklı bir şeyler vardı. Bunu hissedebiliyor ancak adını koyamıyordum.
“Ya sen?” sesiyle birlikte düşüncelerimden sıyrılırken mor gözlerine baktım. “Sen buraya nasıl geldin?” gözlerini önümüzdeki yola sabitlemiş kendinden emin adımlarla yürümeye devam ediyordu. Bakışlarımı yola sabitlerken ne cevap vereceğimi düşündüm. Yalan söylemek için bir sebebim yoktu. Öte yandan birkaç saattir tanıdığım bu adama güvenebileceğimi düşünüyordum. Bu kesinlikle delilikti ama anlatacaklarımın da bir zararı olabileceğini sanmıyordum. “Hava Tanrısının yargısız infazına kurban gittim. Benim suikastçı olduğum kanısına varıp zorla sarayına götürdü. Bir şekilde oradan kaçmayı başardım ancak bu sefer de maskeli bir adam portal açıp kendimi burada bulmama neden oldu.”
Anılar bir bir zihnimde canlanırken sanki olanların üzerinden asırlar geçmiş gibi bir hissiyata kapıldım. Hava Tanrısı, burada olmamın ana sebebi oydu. Onun saçma sapan ithamları yüzünden bu lanet hapishaneye düşmüştüm. Şayet buradan çıkmayı başarırsam vakti geldiğinde Hava Tanrısına iyi bir ders vermeyi planlıyordum. Ne zaman sıktığımı bile fark etmediğim yumruklarımı gevşetirken çatılan kaşlarıma düzelttim. Durduğunun farkına varmadığım Kael’ın sırtına çarptığımda afallayarak geri çekildim. Arkasına dönüp sorgulayıcı bir tavırla mor gözlerini elalarıma diktiğinde ne oldu dercesine baktım ona. “Suikastçı mı?” içimde merak ve umut kıvılcımları çakmaya başlarken heyecanla sordum. “Evet. Hakkında bir şey biliyor musun?”
Bir kolunu karnının üzerine katlarken diğer dirseğini avcuna yerleştirdi. Çenesini ovuştururken bir şeyler düşünüyor gibi bir hali vardı. Ne düşündüğünü deli gibi merak ediyordum. Gerçekten suikastçı ile ilgili bir şeyler biliyor olabilir miydi? “Hayır.” dedi ve kısaca duraksayıp devam etti. “Ama Işık Konseyi onu yakaladığında idam edecektir. Tanrıları öldürmek korkunç bir suç.” Dediklerini kafamda tartıp düşünürken suikastçının en ağır cezayı almasını ben de istedim. Zira şu an buradaysam bunda suikastçının da payı azımsanamayacak kadar büyüktü. Zaten Hava Tanrısı beni suikastçı sandığı için başıma gelmemiş miydi tüm bunlar. Öte yandan içime tam olarak sinmeyen bir şeyler vardı. Önümde koca bir yapboz ve elimde de son parça duruyordu. Lakin ne kadar bakarsam bakayım son parçanın yerini göremiyordum.
Yolumuza kaldığımız yerden devam ederken bir soru daha sormaya karar verdim. “Sence neden tanrıları öldürdü?” Beklenmedik bir şekilde bakışlarını bana çevirdi. “Nedeni sonucu değiştirmeyecektir. Yakalandığı takdirde Işık Konseyi idam kararı verecektir.?” Aldığım yanıttan sonra şüpheyle gözlerimi kısarken kısa bir an tereddüt etsem de sordum. “Peki ya kimliği?” Bakışları hala üzerimdeyken suratında anlamadığını belli eden bir ifade oluştu. “Ne demek istiyorsun?” dedi şüpheci bir tavırla. Aklımdaki karmaşık düşünceleri düzene sokmak için bir saniye sessiz kalmam gerekti. “Suikastçının kimliği idam kararını etkiler mi?”
Kaşları çatılırken suratı bir anda değişiverdi. Kıstığı bakışlarını üzerime sabitlerken aramızdaki mesafeyi küçülttü. Tehditvari bir halde üzerime doğru eğildiğinde durumu idrak edemediğim için suratım garip bir hal aldı. “Yoksa kim olduğunu biliyor musun?” Afalladım. Ben de tüm bu tavırlar ne diyordum. Rahatlayarak gülerken gözlerimi devirdim. Tavrıma pek bir anlam veremeyen Kael geri çekilip beklentiyle suratıma bakmaya devam etti. “Hayır tabi ki. Bunlar meraktan sorduğum şeyler. Ayrıca bu adam ya da adamlar artık her neyse tanrıları öldürebildiğine göre alelade birisi olamaz diye düşünüyorum.” “Haklısın. Tüm bunları yapan sıradan biri olamaz ve tek bir kişinin yapabileceğini de sanmıyorum. Yine de fark etmez bunları yapan ya da yapanlar ağır şekilde cezalandırılacak.” dedi. Ses tonunda bastırmaya çalıştığı bir öfke sezsem de fazla üzerinde durmadım. “Hem zaten emin ol kim olduğunu bilsem konseyden önce ben cezasını keserim.” Tepki vermedi, birkaç uzun saniye suratımı inceledi ve yürümeye devam etti.
Öten bir baykuşun sesi kulağımıza çalındığında Kael beklenmedik bir şekilde durup başını kaldırdı. “Derler ki öten bir baykuş ölümün habercisidir.” Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırırken sırıtışıma engel olmadım. Ciddiyetle söylemiş olmasına rağmen bu Wienor için bile fazla hurafeydi.
“Baykuş bunlar. Ötmeyip de ne yapsınlar?” Sırıtışıma hala engel olamazken bana doğru dönen Kael’ın yüzünde gayet ciddi bir ifade vardı. Sanırım söylediklerine gerçekten inanıyordu. “Bizi bekleyen şeytanlar var. Gidelim mi?” Yürümeye devam ettik. Lakin o baykuş sesinden sonra Kael ölüm sessizliğine büründü.
Kulaklarıma bir kez daha vahşi bir hırıltı çalındığında gelmek üzere olduğumuzu anladım. “Geldik.” Kael da tahminimi doğruladığında dakikalardır sakin olan kalbim yeniden gümbürdemeye başladı. Kabzasını düzgünce kavradığım hançerimi uygun bir pozisyona alırken Kael’ın önümüzdeki sarkan ağaç dallarını çekmesini bekledim. Temkinli bir tavırla dalları çekti ancak bu sefer önce benim geçmeme izin vermeyip kendisi geçti. Derin bir soluk alırken görüşümü kapatan dalları çekip yürümeye devam ettim. Bir adım önümde durmuş olan Kael karşıda bir noktaya odaklanmıştı.
Başımı kaldırdığımda ilk dikkatimi çeken şey on metre kadar ötemizde duran duvar oldu. Bu koruma büyüsü olmalıydı. Yerden göğe kadar uzanan bir camı andıran büyü titrek, beyaz bir ışıkla parıldıyordu ve duvarın öbür tarafından şeytanlar bize bakıyordu. Kara bir dumandan can bulmuş gibi görünen şeytanların üzerinde siyah pelerinler vardı. Tüm vücutlarını ve yüzlerinin büyük kısmını gizleyen kapüşonlu pelerinlerin neyden yapıldığını merak ettim. Zira şeytanların modadan haberdar olduğunu sanmıyordum. İnsan kolunu andıran uzuvlarını öne doğru uzatan şeytanlar pençelerini duvara geçirdiğinde yutkundum.
Sayıları bir düzineden fazla olan şeytanlar senkronize halde duvarı tırmalıyor garip hırıltılar çıkararak bağırıyorlardı. “Koruma büyüsü dayanır öyle değil mi?” dedim şüpheyle. Nefretle şeytanlara bakan Kael’ın yumruklarını sıktığını fark ettim. Onlardan pek hoşlanmıyordu anlaşılan. “Dayanır. Yine de güçlendirmekte fayda var.” dedikten sonra bir ok gibi fırlayan Kael soluğu duvarın önünde aldı. Ani hareketi karşısında boşluğa düşmüş gibi hissederken telaşla peşinden gittim. Bir adım gerisinde durduğumda avuç içlerini duvara doğru çeviren Kael bir şeyler mırıldanmaya başladı. Ne dediğini anlıyordum. Lakin tam karşımda duran şeytanlara öyle odaklanmıştım ki algılarım kapanmıştı.
Kapkara bir dumanı andıran suratlarında ışıldayan kırmızı gözlerini üzerime diken şeytanlar ruhumun derinliklerine girmeye çabalıyor gibi hissediyordum. Tüm benliğim ürperirken Kael keskin bir hareketle önüme geçip görüş açımı kapattı. “Arkamda kal.” Başımı usulca uzatıp baktığımda şeytanların duvarı tırmalamayı bırakıp gözlerini Kael’a diktiğini fark ettim. Etrafa ölüm sessizliği çökerken uzun uzun Kael’a bakmayı sürdüren şeytanlar bir noktadan sonra öylece çekip gittiler. Buraya bizim için geldiklerine emindim, bölgemize girmeye çalışmışlardı ancak neden öylece çekip gittiklerini anlayamıyordum. Bakışlarım bana doğru dönen adama kaydığında gitmelerini sağlamak için bir şey yapıp yapmadığını merak ettim. “Gitmelerini nasıl sağladın?” dedim merakla. “Ben bir şey yapmadım.” dediğinde cevabına karşılık kaşlarımı çatsam da fazla üstelemedim. Şeytanlardan uzak olduğumuz sürece sorun yoktu.
Geri dönüşümüz olaysız ve sakin geçerken esnemekten kendimi alamıyordum. Bıraksalar günlerce uyuyacak haldeydim. “Saçların papatya gibi kokuyor.” dediğine anlam veremeyerek ona bakarken yaptığım taç aklıma geldi. Herhalde kokusu saçlarıma sinmişti ve Kael’ın da keskin bir koku alma duyusu vardı. “Papatyalardan bir taç yapıp takmıştım.” “Nerde?” “Taç mı?” onayla başını salladığında neden sorduğuna anlam veremesem de cevap verdim. “Boşluk yüzüğümde.” “İstersen solmamasını sağlayabilirim.” dediğinde tek kaşımı havaya kaldırdım. “Gerçekten mi?” “Evet. Döndüğümüzde verirsen yapabilirim.” Onayla başımı sallarken keyifle gülümsedim. Bugüne kadar yaptığım tüm taçlar solmuştu ama bu onun sayesinde solmayacaktı.
Çocuksu bir sevinç kaplayıverdi içimi. Taçlarım… Bugüne kadar yaptığım tüm taçlar ya solmuş ya da annem tarafından gözlerimin önünde parçalanmıştı. Annem… O yaptığım taçları sevmezdi, saçlarımı sevmezdi, benimle oynamayı sevmezdi, beni de sevmezdi. Varlığıma nefretle karşılık verir ufacık çocuk yüreğimi her fırsatta dağlamaktan geri durmazdı. Nefret dolu bakışlarının ağırlığı altında ruhum ezilirken ağlayamazdım bile. Nedenini hiç anlayamadım. Başlarda suçlu olanın ben olduğumu sanmıştım, annemi üzüyor benden nefret etmesine sebep oluyordum. Lakin büyüyünce anladım ki suçlu ben değildim, hiçbir zaman olmamıştım. Annemin, babamın nefreti sebepsizdi. Beni kendi istekleriyle dünyaya getirmelerine rağmen benden nefret etmişlerdi.
Mazinin izleri boğazıma koca bir yumru gibi oturduğunda hafifçe öksürüp akmak üzere olan gözyaşlarımı geri gönderdim. “Ver bakalım.” dediğinde daha yeni yatağıma yerleşmiştim. Tam karşıma bağdaş kurarak oturmuş beklentiyle suratıma bakıyordu. Parmaklarımı yüzüğüme uzatıp yaptığım tacı çıkardığımda gülümsemem usul usul soldu. Papatyaların yaprakları büzüşüp kalmıştı. Eski haline dönebilmesini umut ederek ona uzattığımda dikkatlice parmakları arasına aldı. Tacı zarif bir şekilde tutmaya devam ederken gözlerini kapattı. Parmaklarının arasından çıkan ışık huzmeleri solmuş papatyaları eski haline döndürürken olanları şaşkınlık ve mutlulukla seyrettim. Solan gülümsemem tekrar eski yerini alırken gözlerini açmış olan Kael tacı bana geri uzattı.
“Şimdi hiç solmayacak.” Çocuksu bir neşeyle suratına bakarken “hiç mi?” diye sordum. “Yaşadığım sürece hiç solmayacak.” Beklenmedik cevap karşısında ruh halim şaşıp kalırken suratımda çarpık bir ifade belirdi. Gülümsememi korumak için uğraşırken tacımı tekrar yüzüğün içine yerleştirdim. “Teşekkür ederim.” Karşılık olarak belli belirsiz gülümsemekle yetindi. Uykunun tatlı kolları beni yeniden esir etmek isterken omzumdaki pelerini çıkarıp ona doğru uzattım. Bir süre suratıma öylece baksa da nihayetinde pelerini aldı. İkimiz de başka bir şey söylemedik. Benim için hazırlanan yatağa tereddütle uzanırken buradaki ilk günümün bittiğini düşündüm. Acaba bitmeyi bekleyen daha kaç günüm vardı?
❄️❄️❄️
İşittiğim hışırtı sesleri bilincimi kazanmamı sağladığında ellerimle yüzümü ovuştururken yerimde doğruldum. Halen yorgun olan bedenim sızlarken gözlerimi araladığımda karşılaştığım manzara yüreğimdeki yarayı bir kez daha dağladı. Kötü bir kâbus olmasını umuyordum ancak gözlerimi açmış olmama rağmen hala buradaydım. Üzerimdeki örtüyü atarken yan tarafımdan gelen çıtırtı seslerine döndüm. Dün akşam yemek pişirmek için ateş yakılan yerde yine ateş yanıyordu. Üzerindeki koca kazandan buharlar yükselirken merakla etrafıma bakındım. Görünürde kimseler yoktu.
Topladığım yatağı diğerlerinin yanına bıraktıktan sonra tekrar dışarı çıktım. Herkesin bir yere gittiğini düşünmeye başlamıştım ki Kael elinde tutuğu bir kovayla belirdi. Buradaki çoğu şey gibi odunlardan yapılan kovanın dolu olduğu gayet açık olmasına rağmen içinde ne oluğunu göremiyordum. “Günaydın.” dedim ona doğru yaklaşırken. “Öğlen oldu.” diyerek karşılık verdiğinde kaşlarım çatıldı. Halbuki sadece birkaç saat uyumuşum gibi hissetmiştim. Nedendir bilinmez burada ne kadar uyursam uyuyayım bedenim bir türlü dinlenemiyordu. Belki de dinlenemeyen ruhumdu, evini özlüyor bu yabancı yerde rahat hissedemiyordu.
“Diğerleri nerede?” dedim gözlerimle etrafı tararken. Görünürde hala kimse yoktu. “Avlanmaya gittiler. Birazdan dönerler.” Anladığımı belirtmek için başımı oynattım. “Yıkanmak ister misin?” dedi elindeki kovayı bırakırken. Kovanın içindeki şeyin su olduğunu gördükten sonra başımı eğip kendime kısa bir bakış attım. Yamuk yumuk kestiğim elbise kir içinde kalmış bazı yerleri sökülmüştü. Etek kısımlarındaki kurumuş kan lekelerini fark ettiğimde tiksintiyle yüzümü buruşturdum. Beyaz saçlarım dağılmış toz toprak içinde kalmıştı, kesinlikle yıkanmaya ihtiyacım vardı. Bu halimle savaş meydanından yeni çıkmış gibi görünüyordum. “Aslında iyi olur.” dedim utana sıkıla. “Beni takip et öyleyse.” Bıraktığı kovayı yeniden eline alıp yürümeye başladığında ben de peşine düştüm.
Kulübenin yan tarafında etrafı ağaç dallarına tutturularak bir çarşaf yardımıyla örtülmüş küçük bir alana geldik. Ağaç dallarından yere uzanan çarşaf pek de duş perdesini andırmasa da iş görüyor gibi duruyordu. Muhtemelen diğerleri yıkanmak için burayı bu hale getirmişlerdi. Kael tek eliyle çarşafı kenara itip içeri girdiğinde ben de peşinden girdim. Burası duştan ziyade etrafı bez parçasıyla çevrilmiş minik bir alan gibi duruyordu. Tam yanımda çok da sağlam görünmeyen bir tabure, tam karşısında muhtemelen diz kapaklarıma kadar uzanan bir ağaç kökü duruyordu. Kökün biraz ilerisinde başka bir ağaç kökü daha vardı lakin ona kıyasla oldukça büyüktü ve üzerinden dumanlar yükseliyordu.
Kael getirdiği kovadaki suyu büyük ağaç kökünün içine bir çırpıda boşalttıktan sonra kovayı bırakıp bana doğru döndü. “Otur.” İşaret ettiği yere yani ağaç köküne oturdum. Rahatsızlık bir iğne ucu misali bedenime saplanıp dururken birbirimize bakıp duruyorduk. “Yardım edeceğim.” dediğinde gözlerim büyürken kaşlarımı çattım. “Kendim yıkanabilirim.” Cevap vermeyen Kael az önce gördüğüm tabureyi alıp bana doğru yaklaştırdı. Ardından bacaklarımı kaldırıp ayaklarımı tabureye koymamı sağladığında ne yaptığını anlamaya çalışarak ona bakmaya devam ettim.
“Yaralarının ıslanmaması gerekiyor.” Hala bir şey anladığım yoktu lakin dediği de doğruydu. “Bu şekilde yıkanırsan yaraların ıslanmaz. Ancak oturduğun için suya ulaşmazsın.” dediğinde baktığı yere baktım. Yan tarafımda olmasına rağmen uzanamayacağım kadar uzaktaydı ağaç kökü. Gerçi kökten ziyade oyuk demek daha doğru olurdu sanırım. Zira ağaç kökünün içi nerdeyse tamamen oyulmuştu. “Kıyafetinle yıkanman gerekecek ama yapacak bir şey yok.” Haklıydı. Suya uzanamıyordum, yaralardan dolayı ayağa kalkma şansım yoktu ve oturduğum yeri de değiştiremiyordum. Bir saniye için ayaklarımı koyduğum tabureye mi otursam diye düşündüm lakin gıcırtı sesleri çıkaran tabure üzerine oturduğum takdirde beni taşıyacağına dair güven vermiyordu.
Mahcubiyet konuşmama izin vermediğinden onayla başımı sallayabildim. Yüz ifadesinden tek bir duygu zerresi dahi seçilmeyen Kael küçük kase gibi bir şeyle başımdan aşağı ılık suyu döktüğünde küçülüp yok olmak istedim. Böylesi bir durumun içerisinde olmak tarif edilemez derecede rahatsız hissetmeme neden oluyordu. Bir yandan bana bu konuda yardım etmesini istemiyor öte yandan da yardıma ihtiyacım olduğunu biliyordum. Yıkanmamaksa burada ne kadar kalacağım belirsizken bir seçenek bile değildi. Tek çarem bu rahatsız hissiyata karşı dişlerimi sıkıp sabırla beklemekti.
Kael tamamen ıslanan saçlarımı su dökmeyi bıraktıktan sonra nereden çıkardığını bilmediğim bir sabunu parmaklarının arasına alıp saçlarıma nazik hareketlerle sürmeye başladı. Bir eliyle tuttuğu saç tutamıma sabunu sürdükçe ortaya köpükler çıkıyor burnuma papatya kokuları doluyordu. İlk birkaç saniye durumu idrak edemesem de sonradan kokunun sabundan geldiğini anladım. Acaba bu sabunu kim yapmıştı? İçimden bir ses Kael’ın yaptığını söylese de sormak gibi bir niyetim yoktu. Ilık su yeniden bedenimle buluşurken kaslarımın gevşediğini hissettim. Hoş bir rahatlık usul usul tüm bedenime yayılırken suyun altında kalmaya devam etmek istesem de bunu yapamayacağımı biliyordum.
“Elbiseni çıkarsan iyi olur. Havlu şurada.” Onu başımla onayladığımda başka bir şey söylemeden çıkıp gitti. Gittiğini uzaklaşan ayak seslerinden anlarken ayağa kalkıp hızlıca ıslak elbiseyi üzerimden çıkardım. Kulübenin duvarında asılı duran havluyu bedenime sardıktan sonra saçlarımdaki suyu sıkıp çıktım. Diz kapaklarımın altında kalan havlu ve açık alanda olmak mahremiyet hissiyatımı olumsuz etkilerken hızlı adımlarla kulübenin yolunu tuttum. Hava normal olmasına rağmen yeni yıkandığım için tüylerim diken diken olurken hızlıca içeri girdim.
Yanan şöminenin başında duran Kael’ın gözleri beni bulduğunda utançla bakışlarımı kaçırdım. “Şuraya Mirrian’ın kıyafetlerinden bir şeyler bıraktım.” Onu kısaca onayladığımdan çıkmak için bana daha doğrusu kapıya doğru yürümeye başladı. “Şey…” karşımda durup beklentiyle suratıma bakarken söyleyip söylememek arasında kararsızdım. Bakışlarım sarılı haldeki bacaklarıma kaydığında “sargılar değişse iyi olur.” dedim fısıltıyı andıran bir tonda. Bir saniye bacaklarıma bakıp “otur.” dedi.
Kırılmayacağını umut ederek taburelerden birine otururken Kael da etrafta bir şeyler armaya başladı. Birkaç dakika sonra yanıma gelip karşımda dizlerinin üzerine çökerek oturdu. Sanki kırılabilecek bir eşyaymışım gibi özenle sargılarımı açtıktan sonra tam olarak ne işe yaradığını bilmediğim bir merhemi iki bacağıma da sürdü. Narisa’ya kıyasla oldukça özenli ve dikkatli davranıyordu, sanki merhem sürdüğü yaralar benim değil de onunmuş gibi.
“Daha önce de yaralanmışsın.” dedi merhemi tüm dikkatiyle yaralarıma sürmeye devam ederken. Zihnimde diyara geldiğim ilk günün hatırları belirirken onayla başımı salladım. “Evet, bir beyaz geyik tarafından kovalanmıştım. Sen nasıl anladın?” Merakla vereceği cevabı beklerken ağır hareketlerle başını kaldırıp yüzüme baktı. “Seni iyileştirmiş.” Tam olarak idrak edemediğim cevabı kaşlarımın havalanmasına neden olurken Kael ne demek istediğini anlamadığımı anlamış olacak ki kendini açıklamaya koyuldu. “Mühürlün…” dedi ve bacaklarımı sarmaya başlarken devam etti. “Yaralarını gücüyle iyileştirmiş. Gücünün bedeninde bıraktığı izleri hissettim. Sadece bacakların da değil omzunda da gücünün izleri var…” bir şeyler daha söyleyecek gibiydi ancak bilmediğim bir nedenden duraksamıştı. Bense işittiklerimin şaşkınlığıyla kaşlarımı çatmış öylece ona bakıyor ve düşünüyordum.
“Olacak iş değil!” derken sesi kızgın çıkmış, dişlerini sıktığından çenesi gerilmişti. Yeniden başını kaldırıp bana baktığında gözlerinde anlamlandıramadığım bir ifade gördüm. “Silva ne oldu da Ölüm Tanrısının gücü damarlarında bile dolanıyor?” Sesinde pişmanlık notları sezsem de bunu kafamda kurduğumu varsaydım. Zira ortada pişmanlık duymasını gerektirecek hiçbir şey yoktu. Sorusuna ise cevap vermedim. Dudaklarımı birbirine sıkıca bastırıp sessiz kaldım. Zehirlendiğimi söylemedim, zehirlendiğimi bilsin istemedim. Kısa bir sessizliğin ardından Kael tekrar bacaklarımla ilgilenmeye dönerken kafamda dans eden karmaşık düşüncelerim teker teker yerlerine oturmaya başladı.
Yaralandığım o günden sonra Zahel’in günlerce beni görmeye gelmeyişini anımsadım, geceleri onu yanı başımda bulduğumda kendi gözlerimle görmüş olsam da aslında rüya gördüğümü düşündüğümü hatırladım. Hayır, rüya görmemiştim, Zahel beni görmeye gelmişti. Hem de ben iyileşene dek her gece gelmişti, benimse bundan haberim yoktu. Geldiği geceler yaralarıma merhem olduğundan haberim yoktu, ilahı doğasına aykırı olduğunu bile bile yaralarımı iyileştirdiğinden haberim yoktu. O denli hızlı iyileşmiş olmam bir basit bir mucize değildi, o mucize Zahel’di.
Burnum sızlamaya, gözlerim buğulanmaya başlarken içim bir kez daha onun özlemiyle kavruldu. Kim bilir benim için benim bilmediğim daha neler yapmıştı, neler feda etmişti? Canın yanacağını, hatta belki daha kötüsünün bile olabileceğini bile bile merhem oluyordu yaralarıma. Gocunmuyordu, karşılık beklemiyordu. Bilakis memnuniyetle yapıyordu tüm bunları ve benim yüreğim kaldıramıyordu tüm bunları. Ona olan sevgim bir çığ gibi her geçen gün daha da büyüyordu. Ve belki de bu da benim cezamdı, senden nefret ediyorum diyen dudaklarımın cezasıydı bu korkunç yer. Sevgimin, özlemimin ve çaresizliğimin arasında sıkışıp kalmıştım.
Kısa süre sonra tekrardan mumyayı andıran bir halde bacaklarım sarıldığında minnetle gülümsedim. “Teşekkür ederim.” Belli belirsiz bir gülümseme sunan Kael doğrulduğunda “kıyafetlerin yanında yiyecek bir şeyler de var. Ben koruma büyülerini kontrol etmek için gideceğim.”
“Ne zaman dönersin?” “Muhtemelen uzun sürer.” diye belirsiz bir cevap verdikten sonra kulübeden çıkıp yalnız kalmama neden oldu. Yerimden kalkıp Kael’ın bıraktığı kıyafetlere baktım. Çok özenli kullanılmadığı belli olan kıyafetler eski ve yıpranmış görünüyordu. En azından çıkardığım elbisemden iyi durumdalardı lakin Mirrian’ın kıyafetlerini hele de iç çamaşırlarını giymek istediğim son şeylerden bile değildi. Bir acil yardım çantasına dönüştürdüğüm boşluk yüzüğüme gülümseyerek bakarken kendime binlerce kez teşekkür ettim. İyi ki içine birkaç parça kıyafet de sıkıştırmıştım. İç çamaşırlarımı giydikten sonra siyah pantolonumu giydim. Pantolonun dar olmaması yaralarımı düşünürsek oldukça iyi olmuştu. Bluzumu kafamdan geçirdiğim esnada duyduğum gıcırtı sesi kaşlarımı çatmama neden olurken telaşla üzerimi düzelttim.
Arkamı döndüğümde suratında tuhaf bir ifadeyle hızlı adımlarla bana doğru gelen Narisa’yla karşılaştım. “O da neydi?” sesi beklediğimden gür çıktığından bir an irkildim. Neyden bahsettiğini anlamadığımdan kaşlarım çatılırken şüpheci bir tavırla beni süzmeye devam ediyordu. Ağzımı açmama fırsat dahi vermeden hızlı ve kaba bir hareketle koluma yapışıp ittirerek arkamı dönmemi sağladı. Beklenmedik hareketinin üzerimde yarattığı şaşkınlık tepkisiz kalmama neden olurken keskin bir hareketle bluzumu yukarı doğru sıyırıp sırtımın açılmasına neden oldu. Kafa karışıklığı ve sinirle bluzumu indirip arkamı döndüm. “Ne yaptığını sanıyorsun?!” diyerek çıkıştım. Narisa’nın suratında çözmediğim bir ifade vardı, dudakları keyifli bir gülümsemeyle kıvrılmış gözleri bir şeyler düşünüyor gibi dalıp gitmişti.
Garip davranışları ve anlam veremediğim ifadesine ilk defa gördüğüm bir şeye bakar gibi bakarken birkaç saniye boyunca sessizlik oluştu. “Mühür.” dedi. Ses tonuna heyecan kırıntıları serpilmiş gibi geliyordu kulağa. Ürpertici bir hissiyat usul usul tüm bedenime yayılırken sessizce bekledim. “Altın yumurtlayan tavuk elimizdeymiş de haberimiz yokmuş.” dediğinde gülümsemesi artık şeytani görünüyordu. Altın yumurtlayan bir tavuğa benzetilmek ifademin çarpık bir hal almasına neden olurken neden öyle bir şeye benzetildiğime dair fikrim de yoktu. Narisa’nın ifadesi bir anda değişti. Şeytani gülümsemesini bir çırpıda silip gözlerini kıstı. Artık etrafına tehditkâr bir hava yayıyordu.
Hızla değişen ifadeleri karşısında kafa karışıklığım iyiden iyiye artarken “ne deme…” lafımın sonunu getiremedim. Zira Narisa bir kez daha beklemediğim bir şey yapmış ben daha olayı idrak edemeden her iki bacağıma da tekmeyi geçirmişti. İki büklüm halde dizlerimin üzerine düşerken kurtulduğumu sandığım acı yeniden usul usul bedenimi esareti altına almayı başladı. Tırnaklarımı avcuma saplarken acının geçmesini bekledim lakin geçmiyordu. “Ne halt ettiğini sanıyorsun?!!” dedim dişlerimin arasından, tepemde dikilen Narisa’ya bakarken. Suratıma öyle bir ifadeyle bakıyordu ki sanki birazdan ezip geçeceği bir böceğe bakar gibiydi. İfadesi karşısında öfkem daha da arttı. Acıdan sıktığım dişlerimi bu kez sinirden sıktım.
“Biraz işe yarama vaktin geldi.” dedi eğilirken. Parmakları sertçe kolumu sardıktan sonra vahşi bir hareketle ayağa kalkmamı sağladı, daha doğrusu beni kalkmaya zorladı. “Ne halt ediyorsun?!! Bırak beni!!” Kurtulmak için debelenmem faydasızdı. Zira kolumu müthiş bir kuvvetle sıkmasının yanı sıra bacaklarımdaki acı bedenimi uyuşturuyor hareket etmemi zorlaştırıyordu. Narisa kapıya doğru yürürken beni de peşinden sürüklüyor direnme çabalarımdan hiç etkilenmediği gibi sorularıma da cevap vermiyordu. Açık gökyüzünün altına çıktığımızda zayıf düşen bedenimi bir kum torbası gibi fırlattı. Kendimi yan yatmış halde çimlerin üzerinde bulduğumda ağzımdan acı dolu bir inilti çıktı.
Gürültüyü duymamaları mümkün olmadığından diğerleri etrafımızda toplanmış meraklı gözlerle neler olduğunu çözmeye çalışıyorlardı. Gözleri ben ve Narisa arasında mekik dokurken ateş püsküren gözlerimi Narisa’dan ayırmıyordum. “Bacaklarını koparacağım!!” dedim tıslayarak. Tehdidimden zerre etkilenmediğini belli etmek istercesine keyifli bir kahkaha attı, ardından ürkütücü ifadesini yeniden takındı. Gözünün üstündeki yara, takındığı ifadesi ve vahşi tavırlarıyla gözüme bir barbar gibi görünüyordu. “Bağlayın şunu!!” dedi tiksinir gibi bir ifadeyle suratıma bakmaya devam ederken.
Kimse bir şey yapmaya kalkışmadı zira hepsinin kafası karışmıştı ve neler olacağını kestiremiyorlardı. “Neler oluyor?” ben de dahil herkesin merak ettiği soruyu Mirrian sorarken Arlo ve Xavier kollarıma girdiler. Lakin amaçları bana yardım etmek değil beni yerimde tutmaktı. Narisa’nın dediğini yapıp beni bağlamaya çalışmadılar ancak bırakmaya da niyetleri yoktu. “Bırakın beni!!” Debelenmek faydasızdı. “Meğerse bizim yeni kız tanrılardan birini mühürlüsüymüş.” dediğinde herkesin suratı bana döndü. İfadelerinden şaşkına döndüklerini anlayabiliyordum. “Yani?” dedi Mirrian, bir şey anlamadığını ifade ederken. Narisa sıkıntılı bir soluk verirken gözlerini devirdi.
“Yanisi bu kız bizim buradan çıkmak için aradığımız fırsat. Tanrıların eşlerinden fazla uzak kalamadıklarını zaten biliyorsunuz. Eşi her kimse onun için gelecektir.” Diğerlerinin bu söylenenlerden bir şey anlayıp anlamadığını bilmiyordum. Lakin ben tek kelimesini dahi anlamamıştı. Zahel buraya gelebilirdi ancak çıkmamızı sağlayamazdı. Bunu en iyi Narisa biliyorken tüm bu saçmalıkların neyin nesi olduğunu çözemiyordum. “Gelmesi ne işe yarar ki? Bir tanrı koruyucuların mührünü kıramaz.” Bu seferki soru Xavier’den gelirken Narisa bunalmış bir tavırla bir kez daha gözlerini devirdi. “Ama birkaçı ortak çabayla kırmayı ya da en azından küçük bir delik açmayı başarabilirler. Ne demişler bir elin nesi var iki elin sesi var.” dediğinde kaskatı kesildim. “Umalım da zavallı kızımızın eşi yanında birkaç tanrı dostunu getirmeyi akıl etsin.” Son cümlesini bana bakarak ve alayla sırıtarak söylemişti. “Şimdi bağlayın şunu!”
Kurtulmak için debelenmem boşunaydı. Sadece birkaç dakika içinde bir ağacın gövdesine sıkı sıkıya bağlanmıştım. Hava Tanrısının sarayında şanslı olduğumu düşündüm. Zira orda ipler boşluk yüzüğüme uzanmama izin vermişti. Burada ise bedenimi saran ipler öyle sıkıydı ki kolumu oynatmayı geçtim doğru dürüst nefes dahi alamıyordum. Etime oturacak derecede sıktıkları ipler göğüs kafesime baskı uygularken soluk almak pek de kolay değildi. Beni bağladıktan sonra herkes kendi işine dönmüştü. Şimdi ise hava kararmaya yüz tutmuşken birkaç metre ileride oturmuş yemek yiyorlardı. Dün akşamki gibi yaktıkları ateşin üzerine yerleştirdikleri büyükçe kazanda bu sefer de birkaç sincap pişirmişlerdi. Midemde bir bulantı dalası yükselirken onlardan bakışlarımı kaçırmaya özen gösterdim.
Aklım Narisa’nın söylediklerine takılıp kalmıştı. Gerçekten bu hapishaneden çıkmak için bir şansımız var mıydı? Zahel’in şu an ne yaptığını düşünmeden duramıyordum. Sandığımın aksine buraya doğru geliyor olabilir miydi? Şayet geliyorsa bile diğer tanrılar da onunla birlikte miydi? Nedense içten içe Zahel’in gelmekten çekinmediğini hissediyordum. Lakin diğer tanrıların gelmeyi kabul etme ihtimali çok düşüktü.
Mührü kırmayı geçtim canavarlarla dolu bir hapishaneye girmeyi dahi göze alacaklarını sanmıyordum. Zira mührü kırmak demek kendileri de dahil olmak üzere tüm Wienor’u tehlikeye atmak demekti ve bu hiç de akıl kârı bir iş değildi. Yine de düşük de olsa bir ihtimal vardı ve bu ihtimal umutlanmama neden oluyordu. Belki gerçekten buradan çıkabilirdim ancak anlamadığım Narisa’nın yaptıklarıydı. Her şeyi düzgünce konuşabilecekken neden tüm bunları yapmayı seçtiğini bir türlü anlayamıyordum.
Beni tutsak etmelerinin ardından bir daha yanıma uğrayan olmamıştı, biri hariç. Arlo biraz ilerimde oturmuş dakikalardır yeni keşfettiği bir şeyi inceler gibi beni inceleyip duruyordu. Bu durum beni rahatsız ederken gözlerimi deviriyor ondan yana bakmamaya özen gösteriyordum. “Söylesene yeni kız hangi tanrıya mühürlüsün?” başımı çevirip sessiz kaldım. “Söyle hadi.” dedi ve omuzuma çarpan bir şey hissettim.
Başımı çevirdiğimde ise bir kez daha “söylesene.” deyip avucuna biriktirdiği minik taşlardan birini daha üzerime fırlattı. Aynı şeyi defalarca kez tekrar etmeye devam ederken iyiden iyiye tepem atıyordu. Suratım öfkeyle kasılırken cevap vermemekte inat ediyordum. Kulağımın dibinde vızıldayan bir sinek gibi davranan Arlo bir türlü durmak bilmiyordu. Attığı taşlar öfkemi harlayıp rahatsızlığımı arttırırken sesi kulaklarımı tırmalıyordu. “Söyle hadi.” “Ölüm Tanırısı!!” dedim dişlerimin arasında. Bir taş daha atmaya hazırlanan Arlo’nun eli havada asılı kalırken gözleri kocaman olmuştu. Yutkunduğunu buradan bile duyabilmiştim.
Telaşla ayaklanan Arlo dehşet dolu bir ifadeyle suratıma bakarken başını ağır çekimdeymişçesine usulca sağa sola sallarken “ya… yalan söylüyorsun.” dedi titreyen sesiyle. Hali karşısında yüzümde keyifli bir gülümseme belirirken gözlerimi kısıp tehditkâr bir tavırla başımı salladım. “Hayır, yalan söylemiyorum.” Korkusu ve telaşı daha da artan Arlo gözlerini üzerimden ayırmadan diğerlerine seslendi. “Çabuk buraya gelin.” Bir dakika bile geçmeden herkes onun yanında belirdiğinde nihayet bakışlarını benden ayırıp Narisa’ya döndü. “Başımız belada.” Herkesin kaşları şüphe ve merakla çatılırken Narisa azarlayan bir ses tonuyla sordu. “Ne saçmalıyorsun sen?!”
“Kız Ölüm Tanrısının mühürlüsüymüş.” İşittikleri karşısında herkesin suratında beliren korku ve şaşkınlık dolu ifadeyi keyifle seyrettim. Demek Zahel’den korkuyorlardı, hem de sandığımdan çok. Bir çırpıda yanıma gelen Narisa kabalığından ödün vermeyerek sertçe çenemi tuttu. “Doğru mu?” dedi bağırarak. Suratındaki ifadeye karşılık keyifle güldüm. “Doğru. Ben Ölüm Tanrısının eşiyim.” dedim her bir kelimenin üzerine basa basa. Kavradığı gibi sert bir hareketle çenemi bırakan Narisa endişeli bir hale bürünürken ellerini saçlarının arasından geçirdi.
“Ne yapacağız Narisa?” soru Xavier’den gelmişti. “Ne yapacağızı var mı, tabi ki kızı bırakacağız.” Evet, kesinlikle Theo’ya katılıyordum. “Olmaz!!” diye çıkıştı Narisa. “Plana aynen devam edeceğiz.” “Sen aklını mı kaçırdın? Ölüm Tanrısından bahsediyoruz. Bizi yaşatmaz, yaşatmadığı gibi ruhumuzun Ölüler Diyarına geçmesine de izin vermez. Asla huzur bulamayız.” Çoğunluk Theo’ya katılıyor gibi görünüyordu. Lakin kimseden çıt çıkmıyordu. “Olmaz dedim Theo. Bu lanet olası yerde canavarlardan kaçmaya çalışmaktan bıktım. Bu kız bizim tek şansımız ve onu kullanacağız.” İtiraz eden olmadı. Herkes teker teker uzaklaşırken uzun bir soluk verdim.
Gözlerimi bacaklarıma doğru kaydırırken yaralarımın ne halde olduğunu düşünüyordum. Bağlandıktan sonra hissettiğim ıslaklık ve rengi koyulaşan pantolonumdan anladığım kadarıyla yeniden kanamaya başlamıştı ve acısı bir türlü dinmek bilmiyordu. Zihnimde dün gece Kael’ın acımı aldığı anlar canlandığında onun henüz dönmediğini anımsarken gözden kaçırdığım bir şeyin farkına varmanın yarattığı etkiyle kaşlarımı çattım. Kael bu yüzden onlara mühürden bahsetmemi istememişti. Şayet öğrenirlerse beni buradan çıkmak için koz olarak kullanacaklarını biliyordu.
Peki tüm bunları biliyorsa bana neden anlatmamıştı? Narisa’nın yaptığı gibi o da beni buradan çıkmak için kullanabilirdi ancak yapmamış üstüne bir de diğerlerine karşı beni uyarmıştı. Mantıklı tarafım onun da amacının beni kullanmak olduğunu fısıldıyordu ancak içimde bir yerlerde ona güvenebileceğimi hissediyordum. Nedeni hakkında bir fikrim yoktu. Lakin onun kötü biri olmadığını düşünüyordum. “Burada neler oluyor?” Başımı sola çevirip sesin kaynağına baktığımda Kael’ın öfkeli bir ifadeyle yemek yiyen gruba baktığını gördüm. İyi insan ya da iyi büyücü lafının üstüne geliyordu.
Yemeği bırakan herkes Kael’a doğru yaklaşırken o cevabı duymayı beklemeden bana doğru yürümeye başladı. Yürümeyi bırakıp bir anda koşmaya başlayan Narisa göz açıp kapayıncaya dek Kael’ın arkasında belirip nerden çıkardığını bilmediğim okun ucunu boynuna dayadı. Olduğu yere çakılıp kalan Kael’ın gözleri hala üzerimdeyken boğazımda soğuk bir şey hissettim. Ben farkına dahi varmadan Arlo yanıma yaklaşmış bıçağını boğazıma dayamıştı. “Bekle bakalım büyücü.” dedi Narisa. “Kız bir tanrıya mühürlüymüş. Onu buradan çıkmak için kullanacağız.”
Kael hiçbir tepki vermezken Narisa tedbirli bir tavırla vereceği tepkiyi bekliyordu. Şayet onlardan yana olursa boğazına dayadı oku çekecekti aksi halde ise ne yapacağını düşünemiyordum bile. Suratında hoşnutsuz bir ifade beliren Kael dişlerinin arasından “kızı bırak.” dediğinde tiksintiyle yüzünü buruşturdu. Herkes toplanmış ses çıkarmadan olanları izlerken “seni de öldürmemi istemezsin değil mi büyücü?” dediğinde kaskatı kesildim. “Ne oldu yeni kız? Şaşırdın mı?” alaycı ses tonu kulaklarımı tırmalarken öfkeyle suratına bakmaya devam ettim. “Şaşırman normal tabi. Sana ufak tefek yalanlar söylemiş olabilirim.” Ne konuda yalan söylediğini düşünmek dahi istemiyordum.
“Tanrıların bizi keyfi olarak buraya sürdüğünü söylemiştim ya işte o iş pek de öyle değil.” Şüphe sinsi bir yılan misali zihnimin ücra köşelerine dek sızarken tereddüt içinde dinlemeye devam ettim. “Şöyle ki biz tanrıların suç olarak gördüğü birtakım şeyler yaptığımız için buraya sürüldük. Mesela Xavier diğerlerinin insan kaçakçılığı dediği bir işle uğraşıyordu. Bana gelecek olursak ben de canımı sıkan birkaç kişiyi öldürmüş olabilirim.” Normal bir şeyden bahseder gibi anlattıkları karşısında kanım çekilirken bakışlarım sırayla hepsinin üzerinde gezindi.
Bu insanlar sıradan insanlar değildi, sürgün mahkûmu suçlulardı. Narisa’nın barbar olduğunu düşünürken bu denli haklı olabileceğimi hiç tahmin etmemiştim. Hava ve Ateş Tanrısına insanları keyfi olarak buraya sürdüğü için kızmakla çok büyük bir hata yapmıştım. Onlar masum insanları değil azılı suçluları sürmüşlerdi buraya. Bu hapishanedeki canavarlardan hangilerinin daha korkunç olduğuna karar veremedim. Koruma duvarının ardında bekleyen yaratıklar mı? Yoksa karşımda duranlar mı?
Tokat gibi inen gerçek zihnimdeki karanlığı arttırırken en sonunda gözlerim Kael’ı buldu. Diğerleri umurumda değildi. Lakin o da mı bana yalan söylemişti? Buraya nasıl geldiğine dair anlattıkları yalan olabilir miydi? Yüzünden ne düşündüğünü anlayamıyordum. “Kızı bırakın dedim! Aksi halde korumayı kaldırırım!” Tehdidi karşısında Narisa öfkeli bir hale bürünürken tehditkâr biçimde tuttuğu okun ucunu boynuna biraz daha bastırdı. “Yapamazsın.” diye çıkıştı. “Korumayı kaldırırsan kız da sen de ölürsün.” Kael cevap vermedi zira Narisa haklıydı. Koruma olmadığı takdirde hepimiz yaratıklara ve şeytanlara yem olurduk.
“Korumayı kaldırırım. Sizler şeytanlara yem olurken kendimi ve Silva’yı korumaya alırım.” İşittikleri karşısında suratı iyice düşen Narisa’nın öfkesi daha da artmıştı. “Ne o yoksa kıza aşık mı oldun?” Kael bir cevap vermezken şüpheyle ona bakmaktan kendimi alamıyordum. Narisa saçmalıyordu, saçmalıyor olmalıydı. “Dün gece gördüm. Pek kıymetli yatağını ona vermiştin. Kim bilir belki şu çok sevdiğin kolyeyi de ona vermişsindir.” Şüphe usul usul içime yayılmaya devam ederken Kael’ın bir şeyler söylemesini bekliyordum. “Hadi ama büyücü utanma. Kıza aşık mısın?” “Hayır.” Yüreğime su serpilmiş gibi hissederken rahat bir nefes verdim. “Bence yalan söylüyorsun.”
“Narisa!!!” Nefes nefese kalmış halde yanımıza gelen Mirrian ellerini dizlerine dayarken güçlükle aldığı nefeslerin arasında bir şeyler söylemeye çalışıyordu. “Ge..geliyor…geliyorlar.” İçim muazzam bir heyecanla dolarken kalbim göğüs kafesimi dövmeye başladı. Zahel gerçekten de gelmiş miydi? “Tutun şunu!” Narisa’nın yerini Theo alırken arkamdaki Arlo’nun yerini de Narisa aldı. Geri kalanlar ise tuttukları yay ve bıçaklarla kendilerini olacaklara hazırlamaya çalışıyorlardı.
Uzaktaki ağaçların arasından sesler yükselmeye başladı ve birkaç saniye sonra bir grup önümüzde belirdi. Hava Tanrısı Aeros, Toprak Tanrısı Silas, Su Tanrısı Nolan, Baş Muhafız Nowa ve Ölüm Tanrısı Zahel. Kavuşmanın, onun yeniden görmenin bu kadar iyi hissettireceğini tahmin edememiştim. Kalbim kafesteki bir kuş misali çırpınırken içinde bulduğum duruma rağmen yüzümde beliren gülümsemeye engel olamıyordum. Zahel benim için gelmişti, beni bu hapishaneden çıkarmak için gelmişti. Nerdeyse mutluluktan ağlayacağımı hissediyordum. Yıldızsız bir göğü andıran gözleri elalarıma değdiğinde kalbimin duracağını hissettim. İçimdeki kuvvetli bir hissiyat Zahel’in kolları arasına girip sıcaklığında can bulmak isterken geri kalan her şeyden soyutlandığımı hissettim. Dünyada sadece o ve ben vardı, Ölüm Tanrısı ve ölmeyi beceremeyen kız.
“Kadınıma dokunmaya nasıl cüret edersiniz?!!”
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
10.55k Okunma |
1.56k Oy |
0 Takip |
24 Bölümlü Kitap |